2010/08/31

2010/08/30

#1 Kanatlardan Yardıranlar


Başlığın yanındaki #1 ibaresi, bir serinin başlangıcını ifade ediyor. Taktikler üzerine incelemelerin yapılacağı bir seri. İlk yazı, süratli kanat oyuncularının trend futboldan uzaklaşması, bunun yaygınlaşması ihtimali ve hücumcu beklerin rolleri üzerine. Charlton 1990'da futbolda en önemli pozisyonun 'bek' olduğunu söylemişti, boş alan bulabilen bilhassa oyuncular...

Süratli kanat oyuncuları sahneden indi, artık genişlik ve derinlik beklerin daha da artan rolleri üzerinden sağlanıyor demek gereğinden fazla iddialı, doğru da olmayan bir cümle olur. Trendi belirleyenler haliyle bu işin en üstünde bulunanlar olurlar daha çok. Mourinho'nun yeni kuracağı takımda Ronaldo ve Di Maria var, Manchester United'da illa ki bir Valencia veya Nani, ve cam adam Robben de dünyanın en iyilerinden. Bahsedeceğim şablon henüz müthiş bir yaygınlık kazanmadı, ama öte yandan bu şablonun ana fikri kendini diğer düzenlerde ince ayarlarla kendini hissettirmeye başladı, ve en üst sıradaki yerini almasa da kabul edilişiyle beraber her yapıda kendini az biraz hissettirecektir. Oyun böyle ilerliyor, farklı düşüncelerin sentezi, bunlar üzerinden yeni uygulamalar... Çoğu zaman tamamen yeni bir şey de değil, eskinin bir başka tekrarı, belki bu da öyle. Mesela bir dönem defansif forvetler vardı, futbolun geleceği bu mu olacak gibi bir düşünce. Hem de çok geriye gitmemek gerek bunun için, ama bugün baktığımda bunu söyleyebilecek kadar bir yoğunluk göremiyorum kendi adıma. Yine ama, bu düşünce her sistemde kendine az biraz yer buluyor.

Son yıllarda hız tam bir fetiş haline geldi, kanattan yardıran, çizgide oynayan hücum oyuncularının varlığı. Walcott'ı bu sene ayrı tutuyorum, Ashley Young'sa çok daha öncedir söylediğim gibi zaten ayrıdır, SWP ve Lennon'sa sırf bu fetişin primleridir bana kalırsa. Ters kanada atılan toplarla, hızlanarak çizgiye inen ve böylece takıma gol pozisyon yaratan bu tip oyuncular biraz ayrıcalıklıdırlar aslında. Gerek kanat oyuncusunun tarihsel karakteristiğidir oyunun savunma yönüne katılmamak, gerekse de bu oyuncuların hala takım içinde oynama bilincinden eksik yetişmesinden. Bu adamların aşırı yetenekli oluşlarıyla ayak işlerini yapmaktan kaçınmaları ve hücum oyuncularına defansif görevler yüklememe alışkanlığı da etkilidir. İngilizlerin meşhur şampiyon takımı kanat oyuncusu barındırmıyordu, çift forvet, arkalarında Charlton, böyle bir düzen. Oyunu kontrol etmekten uzaklaştığınızda kanat oyuncuları sizi eksik kılar, lükstür, düşüncesi vardı. Tamamen olmasa bile bu düşüncede Ramsey'nin İngiltere'nin ilk meşhur hücumcu beklerinden biri olması da elbet etkilidir. Bireysel yetenekleri doğrultusunda değil, takımın ona sağladığı alanlarla değerli bir hücum oyuncusuydu, önündeki oyuncunun içeri kaçışlarıyla. Yani şuraya geliyoruz ki, kanatların takım içindeki varlığı 'kusursuz' futbolda sorunlar yaratabiliyordu. Orta saha üstünlüğünün yitirilmesi demek büyük ölçüde sıkıntı, oyunu kurmakta ve işin savunma yönünde. Bunu uzatmaya gerek yok, Sergen Yalçın bile söylüyor, en basit taraftar bile hani Necip diyebiliyor. Tabi topa fazla sahip olmamak bir tercih meselesiyse, o zaman iş başkadır, ayırt etmek gerekir. Fulham, Zamora'ya bilinçli olarak şişiriyorsa, iş başkadır. Aston Villa oyun planı doğrultusunda kontra ataktan 70 gol atabilir böyle, Fulham finale çıkabilir, Blackburn aniden ve sürekli ters kanada oynayıp Clichy'e uyku uyutmayabilir. Ortada doğru oyun diye bir şey yok, sonuç almak vardır, buradan çıkarılması gereken Makyavelist, amaca ulaşmada her yol mübağdır değildir, çıkarılması gereken zaten tüm bu taktiklerin, ister çok beğendiğiniz paslı oyun, ister kıçıkırık oyunlar, amaç aynıdır. Bu işten para kazananlar vardır, onlar için futbol daha basittir. Genelde futbolun içinden gelenlerdir bunlar. Daha farklısını gösterenler, daha farklı oyunu arayanların tek amacı estetik ve haz mıdır? Gitsinler sokakta top oynasınlar. Düşünmekten alınan keyifle yeni yeni taktikler doğuyor ama keyif veren bu yeniliklerin doğmasından öte bunların yeni/eski fark etmeden başarıyla uygulanmasıdır. Düşünmekten keyif alanlar hep en sonunu, karmaşığını düşünerek işe başlarlar, ütopyalar...


Resim 1.
Chelsea'nin WBA'ya attığı 6. gol. Sol içten hareketlenip golü atacak oyuncu Malouda, sağ taraf oyuncusu Anelka pası veriyor, Kalou -Drogba'nın yerine giren oyuncu- da sağ iç kanalında pozisyon almış. Ashley Cole sol çizgide. Bu sene Chelsea Malouda'nın sağ bekle sağ stoper arasındaki alana kaçmasıyla çok gol attı, en son Stoke City maçında aynı yerden penaltı kazandırdı. Drogba'nın da sürekli sola gelişleriyle Chelsea kuşkusuz en güçlü sol kanat aksiyonlarına sahip.


Bu adamların kullanımındaki amaçlar bellidir. Topa sahip olmaya dayalı top oynayan takımlarda, bunların hızlı olmaktan daha fazlasını yapabilen daha yeteneklileri daha da fazka özgürlüğe sahiptir, kanattan içeri oynayıp attırırlar, kendileri atarlar, çok büyük hücum gücüdürler. Arşavin ilk sezonunda Liverpool'a 4 tane sallarken Clichy'nin de anası ağlıyordu aynı maçta. Hızlı ve yetenekli olduklarından harcanmamaları gerekirdi, çok iyi birer hücum silahı olabilirlerdi açık alan bulduklarında. Şayet böyle de oldu, farklı teknik adamların elinde farklı şablonlarda bu tip oyuncular parladılar, dünyanın en iyileri oldular. Tabi dediğim gibi farklı rollerde. Örneğin bir kontra atak takımı Villa'da Young'ın rolü paha biçilemezdi, veya Hughes'un elinde Santa Cruz destekli Bentley. Bentley'nin sorunu kendiyle, Young'sa oyuncunun belli bir kurgu içinde parlamasına güzel örnek oldu ilerleyen zamanda. Villa'nın kontra oyunu kendi ellerinde olmadan silikleşti, takım üst sıralara kesin olarak oynayıp böyle bir kimliğe bürününce rakiplerin ve onların kendi kendilerine yaklaşımı değişti ve eskisi gibi açık alan bulunamamaya başladı. Şablon değişikliği. Böyle olunca Villa daha az yedi, daha az attı, ve Young takımın en istikrarsız figürü haline geldi. Tahmin edilebilir, çoğu zaman ne yapacağı belli olan, 1 çalım atan 4 kaptıran, kendine güveni de biraz kaybolunca son toplarda hata yapabilen, gibi. Bu sezon forvet arkası oynuyor, ve inanılmaz verimlidir bana göre. Belki 2 asist henüz şu ana kadar, ve sayın David Pleat'in bugünkü yazısına göre anonymous -yorumlarda eleştiriler var-, ama belli bir rolde ve eskisi gibi saçma şeyler yapmaya zorlanmadan, gerek takım gerek kendisi için en parlak görevi yapıyor. İçe kaçan kanat oyuncuları Wenger'le ünlüdür. Aslında bu açıdan kanat oyuncusu da olmuyor, kanatta oynayan ofansif oyuncular oluyorlar. Arsene hoca ters ayaklı oyuncular oynatırdı, ister istemez içe kaçacak. Bu da gerek orta ikilisi defansif olması gereken (ya da en iyisi box-to-box) 442 için ortadan yaratıcı güç demek, hem de, kanat oyuncularına dair ikinci ve diğer çıkarım, böylece beklerin önünde kocaman bir alan olabilmesi. Oyunu kanatlardan oynama geyiği vardır. Aslolan, oyunu sahanın her yerine taşıyabilmektir, bu da tahmin edilebilirliği azaltır, gol atmayı kolaylaştırır, hem de daha homojen bi takım sunar. Yazıda lanetlenen oyuncu topluluğu, oyunu en çok kanatlarda oynamaya zorunlu kılıyordu, bu da bir yanlış anlama, böyle oyuncuların olmaması takımın boyunu kısaltacakmış korkusu. Gol atmak için elbet başka yöntemler de var, ki burada temel her alanda oynayabilmekse, bana kalırsa bu tip oyuncuların takımdan kesilmesi, daha doğru tabirle o rollerde oynamaktan kesilmeleri daha doğru olur. Chelsea bana göre Barcelona'yla beraber en iyi topu oynayan takım şu an, çok beğenirim Ancelotti döneminden beri. Doğal kanat oyuncusu kullanmıyorlar, hatta bazen tek forvet bile çıkıyorlar -geçen sene-, buna rağmen her maç 5-6 gol. Kanatların statik kalıp alan açmaktan muzdarip olduğu o durumdan tamamen uzaklar, Drogba ortada daraldı mı sola geliyor, orta kesiyor, gol atıyor oradan -Wigan maçı-, veya false nine rolünde savunma arkasına adam kaçırtıyor. Sadece bekler için değil diğer oyuncular için de müthiş bir rahatlık, çünkü durgunluktan uzaklaştırır bu düzen, ve sürekli tekrarladığım gibi, oyunu sahanın her alanına yayar, oyuncuların yer değişimleriyle sarhoş eden bir ahenk vardır. Chelsea Ashley Cole'ün de müthiş oyunuyla dünyanın en tehlikeli sol hücum opsiyonuna sahip. Ashley Cole, dünyanın en iyi sol beki.


Resim 2.
Arsenal'in maç kazandıran golü. Walcott futbol zekası eleştirilen biri olsa da yaptığı koşular en kötü döneminde bile eleştiri konusu olmadı. Burada sağ bek içeri çekilmiş, Sagna'ya alan yaratılmış pozisyon öncesi. Bunu yapan kim? Walcott. Sagna çizgiye iniyor, o arada içeri koşu yapan üç Arsenalli var, sağdan sola; Walcott, Fabregas, Arşavin. Chamakh orta sahaya gelip stoper Nelsen'le baş eden, Sagna'ya alan yaratan diğer adam. Pası boştaki Fabregas'a, Cesc'in şutu stoperlerden dönüp Arşavin'e geliyor ve sonrası gol. Sagna'nın çizgiye inişine kadarki bölümde Arsenal kusursuz, fakat Fabregas koşu yaparken tembelce onu takip etmeyen Grella bu golün suçlusu. Arşavin'i boş bırakan Salgado,
o görevi yapması gereken Nelsen henüz yetişemediğinden Walcott'ı tostlamak zorunda. Dolayısıyla onun pozisyonu Arsenal kaynaklı, hata yazmak çok doğru değil. Netice itibariyle şahane gol. Blackburn'ün golü de şahane, ama konuyla alakasız olduğundan buraya alamıyorum.

Kendimce tezimin iki yönüne değindim. Açık oyuncularının kusursuz futbolda sıkıntı yaratabilmeleri ve daha durgun yapılarıyla takımın homojenliğine olan zararları, beklerin daha az açık alan bulabilmesi. İkincisine yönelik çözüm Wenger zihninde ters ayaklı oyuncular oynatarak, Barcelona'daysa 433le vücut bulmuştu. Bu noktada söylemek lazım ki, Messi de eğer bir kanat oyuncusu kabul ediliyorsa, bence değil, sözümün bu tip içe kaçarak oynayan ve akıllara gelen klasik kanat oyuncusu olmaktan ziyade, derinden hücum eden yetenekli pırpır adamlara olmadığını söylemeliyim. Arşavin de böyledir. Bir de Dirk Köyt var, o da Benitez aklında ikisine birden çözüm olmuş, müthiş bir şablon oyuncusu olmuştu. Ama futbol eskileri falan fazla sevmezler, Güntekin çıkar, Liverpool yenilmişse, ama Köyt falan, bunlar çok kalitesiz oyuncular hocam... Der. Köyt fanatiği değilim, hastası da değilim, ama yiğidi öldür hakkını yeme, dimi ya? Üçüncü çıkarımsa beklerin rol çalabilmesiyle o kanat oyuncularının, bir nevi iç-kanat oyuncularına dönüşebilme özelliği kazanabilmesi ve hız fetişinin başka bir şekilde aktif kullanılabilmesi. Walcott'ı yazının başında farklı bir yere koydum, bu seneki oyunuyla. Hansen ona saydıradursun, o da son pasları atamasın, onun dışında futbol zekasından şüphe ettirmiyor. Oyunu aklıyla oynayangillerden değil, ama geç keşfedilmiş yetenekli çocuktan da fazlasını ortaya koyuyor bu sene. İmzası olan sağ çaprazdan gollere devam, ama bu sefer daha içerden ataklar yapıyor. Trende uymuş bir nevi. Elbet çizgiye de geliyor, ama bundan daha çok, forvette birbirine daha yakın oynayan bir üçlü ve savunma arkasına koşular yapan Walcott. Bu rol Walcott'a goller verdiği gibi, önceleri onun için yaratılan boşluk bek için, Sagna için yaratılmış oluyor, o da Walcott'ın yaptığı gibi derinlik sağlıyor, çizgiye iniyor, asist yapıyor. Ben şimdi sabahın köründe gerçekten şuraya iki link koymaya üşeniyorum, üşenmezseniz siz bakın Chelsea'de Ferreira'nın Benayoun'a attırdığı 6. gol, ve Diaby'nin Blackpoola golü, birbirinin karbon kopyası. Sizin Walcott'tan beklediğiniz bu değil mi, veya onun gibilerden, Lennon'dan mesela? Hız, boyda uzunluk, ortalar, bunlar aynen devam, ve adamın gol sayısı da iki katına çıkıyor. Malouda bu sene gol sayısı açısından Lampard rolüne bürünecektir, daha şimdiden 4, 20yi rahat bulacak Malouda. Çok güzel oyuncudur, her şeyden vardır biraz, forvet rolünde harika oynuyor. Futbol romantiği diyecektir ki belki, bu 2-3-5i bile anımsatıyor bana, piramidi. Bilemem tabi, ben diyemem herhalde o kadar. 4-3-2-1, belki de trend budur.

Eğer ki ikincisi gelirse yakınlarda, bu 4411 üzerine olur.

2010/08/21

Wigan gerçekleri

Bu Wigan'ın seveni pek azdır. Martinez döneminde bu konuda bir artış olmadı, hatta daha bile geriye gidildi belki. Ama ben bu takımla ilgilenirim, ilgi çekici bir takımdır. Sezon öncesi yine saydırdılar, Championship adayları arasına koydular. Gerçekten lig düşebilirler, ama olayı tecavüz boyutuna taşıyan Paul Wilson'ın yazısı ve bunun benzerleri. Now they really need to start playing attractive football. Ardından, What's the point of Wigan. Zıvanadan çıkmış bir cümle, sanırım kalkmış, ama bir zamanlar var olduğu yorumlardan anlaşılır. Yahu ayıptır, bunu söylemek için o iğrendiğim hikaye yazıcı klavye başı yazarlardan olmak gerek. Yerli bloglar, başka pek çok yer falan böyle. Sanki gitmiş görmüş, öyle bir heyecanla yazılar, istatistik okuyup evet evet böyleydi tadında bir üslup, tamamen vakit kaybı. Wigan, Blackpool, geçen senenin West Ham'ı ve hatta Portsmouth, ellerinden geldiğince pragmatizmden fazlasını düşünen takımlar, bu takımları kötü oynuyor diye suçlarsan, kötü algısını da bir yanda ele almak gerekir. Zayıf demek daha doğrudur. Kötü dendiğinde uzun top oyunu veya savunma futbolu akla geliyorsa, sayılan takımlar böyle yapmıyorlar. Bununla beraber savunma futbolu ve uzun top, veya başka şeyler, sert oynamak, van Bommel olmak da birer seçimdir, kazanmak için yapılan seçimler. Bu seçimlerin artık bayağılaşıp sıkıntı verdiği zamanlar bunlar kötü olabilir. Veya başka bir bakış açısıyla, iyi futbol algısı daha çok çalışılarak yapılması mümkün olan olgularla bağdaşır, büyük kulüpler, büyüyen kulüplerin de beklentisi daha zoru başarmaktır elbet. Futbolda bütçelerin büyümesi, ciddi paralayın dahil olmasıyla başarı beklentisi de daha büyüdü. Herhangi bir durumda başarı önceliklidir, somut olanı görmektir, ama bu durumlarla daha da öncelik kazanmış oldu. Wigan'ı hala, şu durumda bile, attractive futbol oynamıyor diye suçlamak yanlış, ama iyi takım olmadıkları da doğrudur.

Wigan, Hoffenheim mıdır yoksa İBB mi dendiğinde, kesinlikle İBB. Öyle süper bütçeleri yok, kulüp tarihinin en pahalı transferi bu sene aldıkları 6 milyonluk Boselli oldu. İyisi kötüsü bir yana, sezon böyle giderse arada kaynayıp fos çıkacak. Wigan rugby kültürü olan bir şehir, futbol izleyeni de genelde Evertonlı falan oluyormuş. İngilterenin tüm üst ligleri arasında, 5-6. lige kadar yolu var, en ucuz kombine satan 5 takımdan biri. Yine de giden olmuyor, bugünkü maçta 14.000 kişi vardı. Şu seyirci meselesinden dolayı Premiership'e yakıştıramayan çok olur, oldu olacak ligten düşsün direk. Az mı oyuncu sundu peki Wigan? Jewell döneminden aklımda kalanlar; Chimbonda, Jason Roberts, Bullard, sonra Steve Bruce'la Valencia, Cattermole, Palacios, Figueroa, hatta Zaki, Martinez için fazla bir şey yok şu an, N'Zogbia, Hugo... Bu da bir çıkış noktası olabilir, bu oyuncular bir düzen içinde parladılar, takım onların gelişimlerinden nem aldı ve onlar da büyük kulüplere kapak attılar, fakat Martinez'in fazla ihracatı yok. Takımda istikrar ve başarıya ulaştıracak bir düzen yok, mesela N'Zogbia'ya hücumda esas rollerden biri verildi, ve daha çok serbestlik, piyasası yükselen oyuncu oldu, istikrarı da yakaladı. Olay bu işte. Bir önceki yazıda dediğim gibi Ancelotti döneminin esası orta saha üstünlüğü ve rakibin üstüne kabus gibi çökmeyse, Martinez'inki de istikrarsızlık ve maçtan inanılmaz çabuk vazgeçme. Bu nedenlerden Martinez teknik direktörlük için iyi bir seçim olmayabilir, ama futbol zekasıyla gelecek vaad ediyor. Yani aslında şapkadan tavşan çıkardığı yok, trend uygulamalar, iki tutucu orta saha, tek forvet, ters ayaklı kanatlar, kanatların biri forvet diğer orta saha, gibi... Teknik direktörleri iyi yapan taktik bilgisinin yanına başka şeyler eklemek, şu an için bu şeyler onda yok. Ama en azından eski kafa düşünmüyor, bu iyi, ve Chelsea'yi, Arsenal'i, Liverpool'u yenebilmiş biri.

İBB'ye benzetirken, sadece seyircisi değil giantkiller özelliğini de söylemeyi unutmuşum. Aslında amaçsız takım sendromu bu. Takımın bir amacı yok, daha ufak hırslar üzerinden yürüyor, böyle olunca da, takımın da belli bir potansiyeli varsa büyük maçları kazanıp diğerlerinde felaket olabiliyor karakter olarak. Seyirci bambaşka bir hüviyettir, sadece seyirci için de oynanır. Hoffenheim bambaşka tabi, başlı başına bir proje. Olayın psikolojik yönü böyle, taktiksel açıdan bakıldığındaysa işleri gereğinden fazla karmaşıklaştırmanın, daha az direk oynamanın sıkıntısını çekiyorlar. İşte yukarıda dedim, iyi futbol eğer daha fazla pas, daha fazla topa sahip olma anlamına geliyorsa, bu daha fazla zorluk, karmaşıklık gerektirir. Sadece Wigan değil, Arsenal bile direk oynamamanın sıkıntısını çekebiliyor, gol bulamayarak. Topa fazla sahip olunduğunda, veya hücumlara direk çıkılamadığında alan bulmak zorlaşır, alan bulamadığınız ölçüde de gol pozisyonunuz azalır, bu da gol bulmayı zorlaştırır. Şimdi farklı yöntemleri var, hücumda sayıca üstün olarak alan yaratabilirsiniz, hızlı paslarla rakip şaşırtılabilir, vesaire. Bazen teknik önceliklidir, bazen hız, bu şekilde avantaj sağlanır. Amaç goal olduğundan (ne kadar acayip bir cümle-amaç goal olduğundan...) gol atamadığınızda ne kadar pas yaptığınızın bir önemi kalmıyor, aslında oyunu kontrol de etmiş olmuyorsunuz, rakip izin vermiş oluyor. Mourinho'nun şampiyonlar ligi finalindeki Inter'i gayet güzel bir örnek. Southgate de güzel oynamaya çalıştı, orta sahasının da düşmesiyle bir alt lige yollandı, Mowbray, West Brom'dan sonra Celtic'te de yapamadı. Stoke City bu örneklerin zıddı, kabus, veya Mick McCarthy'nin Wolves'u. Bizim için izlemesi güzel, ama hayalcilikten çok az farklı, ve bu hayalciliğin futbolun o başarı endeksli ekonomik yönüyle alakası yok.

Scotland'la çok dalga geçildi, bir forvet olarak sezonu 0 (sıfır) golle tamamladı, ama gerek onun varlığı, gerek Scharner'ın, takıma bir direkt oyun sağlıyordu. Bu sene ikisi de yok, Boselli de pek o işleri yapacak biri değil. Gol sıkıntısı buradan, biraz da N'Zogbia'nın takımdan kopması, kalitenin de düşmesinden. Defans zaten berbat, geçen sene de berbattı, aynen devam. Her Londralıdan 8-9 tane yicek kadar mı kötü? Değil, ama işte dağılıp gidiyor takım. 2 seneye büyük kulübe yolcu McCarthy'nin takıma kesin girişiyle daha da güçlenen orta saha, büyük maçlarda üstün gelebiliyor. Rakibe alan bırakmıyorlar, bunla beraber uzun top oynamadan da çıkabiliyorlar. Ama gereken hızda gelinmediğinden ve hücum oyuncuları takımın genel kalitesine göre üstün olmalarına karşın rakibe zayıf kaldığından pozisyon üretemediler. Blackpool maçında Gohouri'nin golü ofsayt değildi, ikinci yarı şoku atlattıktan sonra güzel pozisyonlar da buldular, ama topu yerde tutarak oynamaya çalışan bu iki takım, bu hafta Arsenal ve Chelsea'den fark yediler. Arsenal maçı ayrı bir değerlendirmeye tutulabilir, keza Blackpool'da 4-3-3'üyle hücum opsiyonları daha güzel bir takım Wigan 4-5-1'ine göre. Blackpool pas yapmaya çalışırken geride inanılmaz boş alan bıraktığı için maç farka gitti, Wigan'ınsa her şeye rağmen suçu çok azdı. Malouda'nın golüne kadar, ki bu da 30 dakika demek, Chelsea'nin gollük pozisyonu bir tane bile yok. Wigan'ın da tek tük, Stam ve N'Zogbia'nın kanadı sağdan yüklendiler. Maç sonu bakın, Chelsea 5ten fazla ofsayta düştü, ilk yarıda bir pozisyon var ki Anelka ofsaytta olduğunda rakip savunma orta sahaya kadar gelmişti. Böyle savundu Wigan, hata da yapmadı. İlk gol Chelsea klası, iyi paslaştılar, sağda Wigan oyuncusu düşünce çizgide boşluk oldu ve sonrası gol. Aslında Malouda geriden geldi yine de ve Kirkland'ın da topa ciddi bir hamlesi yok gibi görünüyor. Abartmamak mı gerekir, yoksa karakterin yansıması mı...

Chelsea yazısı bir altta. Aynı yoldan ve söylenenlerden devam. Kadro daha dar, yaratıcılık belki biraz daha düşük, ama kesinlikle daha oturmuş, homojen bir takım. Ancelotti de geçen sene olduğu gibi tüm oyuncuları kullanmaya çalışıyor, ilk iki maçta Kalou-Malouda, Ivanovic-Ferreira.

***

28 Ağustos: Ve Wigan, Tottenham'ı White Hart Lane'de yendi. Gol yemeden. Bu maçın analizini yapabilirim, 5li defans oynadılar maç boyu. 26 Ağustosta bunla benzer eksenlerde şöyle bir yazı yazılmıştı.

At their best, his sides play high-quality football yet his tenure has been marked by inconsistency and notable for flaws that seem to have mushroomed. Wigan have ability in attack and midfield - they overcame Chelsea, Liverpool and Arsenal last season - but talent alone is not enough.

It is a project, but one which may have be jettisoned if survival is deemed likelier by a more pragmatic route. Consider the qualities the stereotypical relegation firefighter demands: Premier League experience, physical power, a never-say-die spirit and, in many cases, a British core to his side, and it is apparent that Wigan's squad is ill-suited to many other managers.

Sevgili Paul Wilson, Wigan ve Blackpool alt sıraların en çekici takımları.

2010/08/18

Yılbaşı ağacı

Chelsea geçen sene kaldığı yerden devam ediyor; bol gollü galibiyetler, rakip kaleye yıkılan oyun, kanatları beklerle kullanma anlayışı, Ancelotti yolundan devam ediyorlar. Hazırlık döneminde izlediğim takımlar Arsenal ve Aston Villa'ydı, biraz da Manchester United, o yüzden Chelsea'nin üst üste mağlubiyetleri neye bağlanmalı, yapacağım tespitte kendime o kadar da güvenmemem gerekir. Muhtemelen Drogba'ydı. Torres Liverpool için neyse Drogba da Chelsea için o. İyi bir sezon başlangıcı, ama söyleyeceklerim geçen seneden çok farklı değil, bir fazla bir eksik belki. O dönemde yazılan yazı burada, Sunderland maçı sonrası.

"Zamanla ufak tefek ayarlamalarla açıksız düzen en olumlu haline ulaşacaktır ama bu halde bile birtakım sorunlar yaşanacağını, hedef maçlarda, kanatları verimli kullanan takımların sıkıntı yaşatacağını ve ayrıca kanatları tekeline alan takımın da kendi oyununu kabul ettireceğini düşünüyorum. Bununla beraber şu an tam tersi gibi gözükse de gol atmakta daha az zorlanan bir Chelsea olacak, sistemin artısı bu. İlk maç diamond denen düzene daha yakında, tam anlamıyla öyle olduğunu düşünmüyorum, sahada ortadan hücumlarla sonuca gitmeye çalışan dizilim veremediğim bir takım vardı. Bu maç daha derli toplu, 4-1-2-1-2 oynayan bir takım gördüm ki kesinlikle daha ılımlı oldu, bir dizilim getirebildik en azından ve Lampard’ın daha geriden kullanılması ve onun rolünün Deco’ya verilmesinin ne kadar doğru olduğu görüldü. Ben açıkçası Ballack’ın farklılık katmadığını düşünüyorum bu takıma, sorun özelliklerinin olmamasında veya kalitesizliğinde değil, tersine ikisinde de dünya çapında bir oyuncu fakat eldekilere bir farklılık katmıyor."

Chelsea kağıt üzerinde bakıldığında sahaya 4-3-3 gibi diziliyor, ama Malouda ve Anelka'nın rolleri klasik kanattan yardıran oyuncular gibi değil, müthiş serbestlikleri var. Kanatlara açıldıkları gibi daha çok içte oynuyorlar, çizgi yine beklere kalıyor. Stil esasında aynı, Ancelotti'nin geldiği günden bu yana yerleştirmeye çalıştığı Ancelotti düzeni, dizilimse geçen senenin sonlarındaki düzenin yeni sezona yansıması. Malouda'nın bir gömlek atlayıp takımın bankosu olması, ve orta saha sayısının azalması böyle bir yola götürdü takımı. Ballack ve Cole ayrıldılar, Ancelotti'nin ağzından Cole daha yetenekli olsa da Benayoun'un ondan daha iyi bir taktik anlayışı olduğu söylendi. Chelsea'nin aradığı biraz bu, Yossi Lampard'ın alternatifi ve zaman zaman da Malouda'nın oynadığı bölgede oynayacak. Çok fazla orta saha oyuncusuyla oynanmasından dolayı, Ancelotti dönemini değerlerinden en bariz ayıran özellik rakibin üzerine kabus gibi çökmeleri ve çizgide oynayan açık oyuncularının kullanılmaması. Kanatların kutsanması yok, sadece sahanın her tarafını kullanıyorlar ve beklerle de genişlik sağlıyorlar. Geçen yıl Hull City karşısında oyun domine edilmesine rağmen zorlanmışlardı, Drogba'nın frikiği ve bir başka son dakika süper golüyle 2-1 bitmişti maç, ama kontrol Chelsea'deydi. Yukarıdaki paragrafta yaratıcılıktan endişelenmişim, bakıldığında ikinci versiyon takım bu yönden biraz daha geriye gitmiş, ama toplamda geçen senenin devamı olmasıyla daha oturmuş bir takım. 6-0lık galibiyet o müthiş baskının ve makine düzeninin, homojen yapının bir göstergesi olsa da skoru buraya getiren daha çok West Brom. Di Matteo maç sonu röportajında da dem vurdu, hemen maçın başında kötü bir frikik savunması yaptılar, dörtlü baraj kendi kendini bozdu, dönen topu Malouda tamamladı. İkinci gol, yine dörtlü baraj istiyor Carson, yine baraj kendi başına açılıyor, bu sefer direk gol. Üçüncü gol kornerden. Bunlardan sonra maç elbet kopuyor. Chelsea'nin karakterini gösterdiği bir maç ama rakibin hataları olmasa, sezon başı da olması itibariyle, Hull maçına benzeyebilir, daha zorlu geçebilirdi.



Mesela yukarıda görüyoruz, altıncı golde pası veren Anelka, golü atan Malouda, Chelsea'nin iki kanat oyuncusu. 4-3-2-1. Ligin açık ara en homojen takımı Chelsea, organize, oturmuş. Homojenliğin iyiyle kötüyle alakası yok, Manchester United da en az bu kadar iyi bir takım olabilir, ama daha ortodoks, gerek orta saha oyuncularının, gerek kanatların rolleri vs. Her takımın biraz yapmaya çalıştığı da bu, forvetlerin gol atmaktan başka şeyler de yaptığı, kanatların sadece çizgide olmadığı, gibi. Bunu çok iyi yapıyorlar, ve baş aktör Ancelotti. Yaşlanan kadro, hocanın Milan geçmişi de göz önüne alındığında soru işareti. Onun dışında, geçen seneden bildiğimiz, tanıdığımız, aynı yoldan devam.

Ferreira sarı kartlıyken rakibe sert girdi, hemen Ivanovic'le değişti. Yahu tamam da, 59 değil 60da çıksan oyundan, biz de 5 puan alsak fantezi ligden, hı?

2010/08/10

Martin O'Neill'ı nasıl bilirsiniz?

Dün akşamüstü Martin O'Neill istifasını verdi, ve her zaman olduğu gibi 'kendi isteğiyle' ayrıldı. Öncesinde Premier Lig'de herhangi bir takım tutmayan ben, ve yaşım itibariyle sadece öylesine bir ilgi duyuyorken MON sayesinde Aston Villalı olmuştum. Neticede denizaşırı ülkeden birinin Aston Villa taraftarı olması için fazla neden yok, David Cameron'ın veya prensin Aston Villalı olması çok bir şey ifade etmiyor, bu takım bir Liverpool, Manchester United, Chelsea, Arsenal değil. Ben takım tutmazdım, Bergkamp'ı çok severdim, saçlarım da sarıydı ufakken, top oynadığımda hep Bergkamp'ı alırdım, özenirdim vesaire. Paul Mcgrath'ler görmem mümkün olmadı, hatırladıklarım Lee Hendrie, Djemba-Djemba, Juan Pablo Angel, Vassell gibi topçulardı. Lerner-O'Neill öncesi hedefteki isim 'Deadly Doug' Ellis'ti. Takımın en başarılı dönemlerinde yine başkan olan Doug Ellisle olan ilişkiler milenyumda kangrene döndü ve O'Leary-Ellis ikilisi taraftarın hedefi oldu. Ellis yeterince para harcamıyordu, büyük transfer yoktu, ve başka klasik söylemler... Asıl durum Ellis'in yaşlanması ve takımdan elini ayağını çekmesiydi, prostat kanseriydi, zamanı dolmuştu. 2006'da Randy Lerner'ın takımı satın almasından kısa süre sonra Martin O'Neill dönemi başlamış oldu. Bizi ilgilendiren bundan sonrası.

Her teknik direktörün artıları ve eksileri vardır. Hemen şuraya sıkıştırıyım, Viktor Maslov'un tarzı benim için bambaşkadır, en sevdiğimdir. Bazısı çok sevilir, bazısı maalesef iyi hoca denir, bunun gibi şeyler; O'Neill takımdan ayrılırken arkasından söylenen ikisi de olmadı, kötü hoca da denmedi, hak yerini bulsun diye değil ama gerçekten yaşattıkların için teşekkürler denildi daha çok. Bunu bir kısım daha bir hışımla, işte en sonunda oldu havasıyla söylerken bir kısım daha fazla kalabileceği görüşünde. Villa taraftarının gözünde bir O'Leary olmasa da belli bir sürecin sonunda sevilmeyen bir figür haline gelmişti ve bu duruma getiren süreçten önce bunun nedenleri elbette transfer politikası, oyunun sıkıcılığı ve takımı daha fazla ileri götürebileceğine inanılmaması. Takımın başında uzun süre kalmasını istediğiniz bir teknik direktörde mutlak varolmasını istediğiniz özelliklerin hiçbiri yok, ve bu da açıklıyor bir şeyleri. O'Neill, Britanyalı hocalardan çok farklı değildi, kafası pragmatik işliyordu, teknik direktörün görevi maç kazandırmaktır diyen hocalardan biriydi. Böyle adamlar gittikleri takımlarda başarılı olurlar ama bu yetmiyor. Gittiği her takımda başarılı olan özel hocalara bakarsak, Hiddink veya Mourinho örneklerinde, taktiksel esnekliği de görüyoruz, imkanlara göre nasıl kazanılması gerektiğini belirliyorlar ama bununla beraber gerekli imkanlar verildiğinde kazanma yollarını bir üst noktaya taşıyabiliyorlar da. Avustralya ve Rusya, Chelsea'de kısa sürede başarılanlar. İş hep taktiklerde bitiyor, eldeki oyunculardan en iyi kazanan takımı yaratabilmek ve kazanan derken burada biraz da hala geride kalmış Adalı zihinyeti de karşımıza çıkıyor, bir tarafta kendi eksiklerini olabildiğince saklayıp rakibin eksiklerinden yararlanmayı öngören, trend futbolu da göz önüne alan bir anlayış, diğer tarafta genelde tekdüzelikten ayrılmayan ve bir şekilde kazanmayı hedefleyen. Mourinho uç bir örnek, gerek Chelsea'de yeni baştan bir takım kurabilmesi, gerek daha düşük imkanlarla Porto'da, ve gerek Inter'de 4-2-1-3'ü, çok farklı bir adam, ama Moyes'a bakalım örneğin. Taraftarın beklediği de tam olarak bu. Faydacı oyunun yanına ileri düzey bir taktiksel zihin ve daha iyi finansal kontrol eklemek. O'Neill'ın uzun top oyunu değişmedikçe taraftar daha da alevlendi, artık takımın kazanması yetmemeye başladı, burada takımın iyiliği için bireyselliği bir kenara bırakmak yoktu, kadro gelişmesine rağmen bu oyundan vazgeçmeme geçerliydi. Zaman geçiyordu, ama değişen, hocanın yine kendi bildikleri üzerindendi. Sonunda oyuncular da ona olan güvenlerini kaybetti. Aşağıdaki satır bugün Mirror'dan:
"Aston Villa players texted each other images of champagne bottles to celebrate manager Martin O'Neill's exit."
Villa 2006-07'yi bir önceki sezondan 8 puan yukarıda tamamladı ve 11. sırada. Ben o zaman hala bu takıma ilgi duymuyorum. Martin O'Neill'ın ilk yılı ve transfer sezonları arasında da kuşkusuz birinci. İlk iki yıl harap kadroyu temizlemek ve yerine kendi adamlarını koymakla geçti. Bakıldığında O'Neill'ın her zamanki transfer politikasından farksız; bir target man, eski takımından oyuncular, ve yüksek meblağa İngiliz oyuncu. Petrov ilk sezonunda fazla başarılı olamadı, efsane performanslar göstereceği maçlara 2 sene vardı. Premier Lige vardığında ofansif orta saha oyuncusundan, geride oyun kuran, sert, çok iyi top kapan bir oyuncuya evrildi. İlk sezonun kayıp geçmesi bu dönüşümle ve uyum süreciyle ilgilidir. İlerleyen dönemde sadece defansif performansıyla değil, liderliğiyle, ve benim en çok beğendiğim, takım için önemli bir hücum silahı olmasıyla kendini kabul ettirdi. Aston Villa, MON'un ilk sezonunda uzun top oynayan bir takım değildi, eğer hala duruyorsa Guardian'ın chalkboardlarından da buna ulaşılabilir, Young'ın gelişimi, Agbonlahor takıma kesin olarak girişi gibi durumlar takımı böyle bir yola soktu. Sonra da bu yoldan çıkılamadı. Petrov'a dönersek, çok zamanında kaptığı toplarla rakibi geride az adamla yakalıyordu takım ve topu kazandıktan sonra da topu çok güzel kanatlara açıyordu. Asist sayısı hiçbir sezon 5i geçmemiştir, ve 5 sene öncesine kadar ofansif bir ortasahayken 4 yılda Birmingham'da attığı goller yılın golü seçilen müthiş uzaktan golü ve geçen sene kupadaki son dakika golüdür sadece. Ataklara katılmaktan men edilmesinden kaynaklanıyor bu. Golleri bu kadar, ama oyuna katkısı çok büyüktü. Yine de ayakları yavaşlıyor, ve Villa'da savunmayla forvet arası boşluk artıp orta sahaların doldurması gereken alan çoğaldıkça onun verimi de azalıyor. O yılın devre arasında Baros-Carew takası yapıldı ve Watford'dan Young alındı. Ama asıl bomba gelecek sene, ve benim takımı tutmaya başlamam bu seneye denk geliyor.

Villa deli gibi gol atıyordu 2007-08'de, 71 golle sıralamada üçüncü. Ligi de altıncılıkla bitirdiler ve Avrupa kupalarının da yolu açıldı bu sene. Laursen'le Young'ın sezonuydu. Sonraki dönemde Laursen'in takımdaki etkisi daha da yükseldi, kaptandı, Young'sa kendini Premier Lig'in en iyi sol açıklarından biri olarak kabul ettirdi. Hızlı ataklarla, kornerlerle, harika ortalarla sürekli gol atıyordu Villa, çok yiyordu da ama müthiş bir eğlence vardı maçlarda. Bu oyun sürse ileriki dönemde olacaklara, ve uzun top oyununa rağmen taraftarların bu kadar tepkili olacaklarını tahmin etmiyorum. Zira Martin O'Neill'ın son sezonunda Villa ilk 10un en az gol atan takımlarından biriydi, çok maçı da 0-0 bitti ve pek çok başkası da son dakikada atılan gollerle. Takımın yaratıcılığını kaybedip tekdüze oyundan çıkamaması olduğu kadar daha büyük profilli bir takım haline gelmesiyle kontra ataklarının azalması da bunda etkili oldu. Villa'nın altıncılık serisine başladığı yıldan itibaren kontraataktan daha etkili, onun kadar kolay gol yolu olmadı ama buna yönelik bir önlem de alınmadı. Takımın kendi sahasında kazanamamaya başlaması ve müthiş bir deplasman takımı olması sürpriz değil. Bu özelliklerin kaybedilmesiyle madem atamıyoruz, o zaman yemeyelim de gibi bir havaya bürünüldü ve Richard Dunne'ın önderliğinde ligin en az gol yiyen takımlarından birine dönüşüldü. Takım Alan Hansen'ın meşhur 'two banks of four'uyla geriye yaslanıp savunma yapmaya başladı ve alan daraldığında rakibe geçit verilmedi. Collins-Dunne bargain stoperler oldular ve Warnock'la beraber ligin en çok blok yapan oyuncularıydılar.

Takımın taktiksel gelişimine bakalım. 2006-2007, ilk sezon temizlik çalışmalarıyla geçti söylediğimiz üzere, sahadaki oyun da bunun yansımasıydı. Klasik 442, ve henüz fazla uzun top yok, Agbonlahor takıma adapte edilmiye çalışılıyor. Gabby uzun süre sağda denendi, bu ve bunun gibi şeyler oyununa çok şeyler eklese de forvet oyununu ciddi anlamda törpüledi. Akademideyken gayet golcü bir oyuncuyken sezonbaşı 3000 dakika oynuyor ama henüz ligde 15 gole ulaşamadı. Villa zaten yüksek profilli bir golcünün sıkıntısını çekiyor, taraftarın inanılmaz sevdiği Angel böyle bir adamdı, 15 golün üstüne çıkmış bir oyuncu ve Güney Amerika çıkışlı olmasıyla eğlenceli oyunu, onu çok sevdirdi. Taraftar böyle oyunculara aç. Rooney'nin Tevezle beraber 4-6-0laştırdığı dönemde bu kadar keskin bir oyuncu olmamasını hatırlamak gerek. Agbonlahor inanılmaz kötü bir son vuruşçu, ki tekniğini de hiçbir zaman beğenmemişimdir. Müthiş fiziğine, biraz teknik ve gol vuruşu ekleyebilirse Bent'in bir gömlek üstü oyuncu olacak. Bu bakımdan da Carew taraftarın çok sevdiği bir oyuncudur, her girdiği maçta gol atmasıyla. 10 golü bulduğunuz zaman seviliyorsunuz. Sonraki sezon, 2007-08de, Petrov'un yavaş yavaş etkisini göstermesi ve alındığında gelecek vaat eden Reo-Coker'ın takıma katılışıyla Villa orta sahayı üçledi, Young'ı daha ileriye attı, Gabby sağ kanatta kullanılmaya devam etti. MON, bazı oyuncuları kolay harcayabiliyor, Gary Cahill bunlardan biri oldu. Şimdi bakıldığında o sezon adına tek olumsuzluk Cahill'in kolayca gönderilmesi gibi geliyor. Ridgewell de o sene ayrılarak, takımda şans verilmeyen oyuncuların ezeli rakiplere gitmesi furyasını başlattı, Birmingham City'i seçti. Böyle giden oyuncular çok. Bir ara çok iyi top oynayan Steven Davis de O'Neill tarafından düşünülmemişti, sonralarında Gardner, 8.5 milyon verip aldığı Reo-Coker, gerçekten harcadığı oyuncu da çoktur. Ya da Sidwell, ya da Harewood, ya da Shorey... Çoğunluk fazla oynatılmadığından ya da direk üzerleri çizildiğinden gönderildi, O'Neill'ın eldeki en iyi oyuncularla devam etme hastalığından -ve bu yüzden hazır olmadıkları düşüncesiyle gençlere hiç şans vermeme durumu da var, bir tarafta Sir Alex Macheda'ya tanıdığı şansla maç kazanıyorken- gerçekleşti hep bunlar. 2005-06'nın en iyi oyuncusuydu Davis, NRC ve Gardner sağ bekte tercih edildiler. Bu sağ bek konusu 4 sene boyunca hep bir kriz teşkil etmiştir. 70 gollük sezonda o bölgede çoğunlukla Mellberg oynadı, ertesi sene NRC ve Gardner, sonraysa Cuellar krizi. Bir değil iki tane sağ bekin olduğu takımda, Luke Young ve Beye, o bölgenin adamı Cuellar oldu. Elinden gelenin en iyisini yaptı King Carlos, son sezonunda özellikle taraftarın sevdiği bir adama dönüştü, ama stoperden dönme ve neticede hız sorunu yaşıyor ve ataklarda edilgenlik. Sağ bek, yine O'Neill'ın İrlanda inadının tuttuğu yerlerden biriydi. İlk transfer edildiği dönemlerde Milner da oynadı, hatta Heskey bile savunma görevleriyle kullanıldı. E yani, artık eh.. Milner'ın gelişi takıma biraz daha boyut kazandırdı, ama fazla değil. En azından ilk sezonunda böyleydi, ve takımın dördüncü sıra yarışını sürdürdüğü dönemde sakatlıklar Agbonlahor'u forvet oynamaya zorladığında Young ve Milner kanatları alırken Gabby tek başına oynadı. 4-4-2, 4-3-3, sonra da 4-5-1, özellikle geçen sezon bazı maçlarda, örneğin Second City Derby'de 4-5-1 oynandığını gördük. Buraya kadar Gareth Barry'nin adı bir kere geçmedi, sanılmasın ki tepkili bir taraftarım. Barry, takımın bilhassa yaratıcı gücüydü, üçlü orta sahayla da ona bu imkanlar daha fazla tanınmıştı. O da bambaşka bir oyuncuydu, ama çok fazla yazacak bir şeyim yok hakkında.

Sonunda krizler, bugüne nasıl gelindi? İlk sezonun ardından İngiltere milli takımı için istendi, geri çevirdi. Bu bazı kalpler kazanmış olabilir, ama fazla değil, ve yine de not düşmek gerek. İkinci sezonunda kimseden eleştiri aldığını düşünmüyorum. Üçüncü sezona kadar umut veren bir takımdı Aston Villa, sorunlar Moskova faciasıyla iyice günyüzüne çıkarken bundan öncesi de var. Takımın iyi gidişinde, üçüncü sıraya yükseldiği dönemde dahi kötü futboldan şikayet vardı, ve hocadan. Taraftarın her zaman istediği senede 20 gollü bir forvet ve yaratıcı bir orta saha oldu, teknik direktör gitsinden çok, hadi ama bu transferleri yapalım her şey iyi gidiyor, daha da iyi olacak havası hakimdi. O'Neill Avrupa kupasında genelde gençlere şans veriyordu, rotasyonu bu şekilde kullanıyordu, ama artık iş ciddiye binip CSKA Moskva gibi rakipler geldiğinde bunu devam ettireceğini bekleyen pek kimse yoktu. Ki Birmingham'daki ilk maç da kaçan pozisyonlara rağmen gayet eğlenceli maçtı ve ikinci ayak için ümit vericiydi. Ama olmadı, O'Neill Rusya'daki ikinci maça bugünün gelecek vaadedenleri Albrighton gibilerle, tamamen yedek bir kadroyla çıktı, ve elendi. Takım o zaman ligde üçüncü sıradaydı ve şampiyonlar ligi kovalıyordu, taraftarlar tam anlamıyla çıldırdı. Hoca bir yemek düzenledi, biraz ortalığı sakinleştirdi, en azından bir kısım sakinleşti, ama Moskova dönüşü içeride alınan Stoke beraberliği yeniden tepki çekti. O maçları çok iyi hatırlıyorum, öndeyken son dakikada verilen beraberlik ve devamında devam eden Villa'nın klasik bahar sendromu. Takım bahar geldi mi kazanamıyordu, sebep belliydi. Dinlenmeyen kadro, oyuncuların fizik olarak, bunun sonucu olarak zihin olarak da düşmesi. İşte bu konuda kesin olarak tek suçlu hocadır. Stoke maçında da takım bariz orta sahada ölmüşken, ilk golü de yedikten sonra hala bir ekstra oyuncu almaması ve sonunda Whelan'ın golü atması... Ben o maçta inanılmaz kızdım ve benim için de O'Neill adına iyi düşüncelerin uzaklaştığı maçlardan biridir. Sonrasında sezon sonu zor geldi, oyuncular yuhalanmaya başladı, Agbonlahor yuhalandı, MON korudu onu ama sahada alınan sonuçlar değişmedi ve güçbela bir şekilde sona erdi sezon. Efsane figür Laursen'in de sakatlık nedeniyle futbolu bırakmasıyla... Devre arası O'Neill transferi olarak gelen Heskey de berbattı, yarardan çok hocanın üstündeki baskıyı arttırdı. İlk maçında Portsmouth'a gol attıktan sonra pek iyi sözlerle karşılandığını hatırlamıyorum, EMule mesela.Uzun süre 4. sıra kovalamacısının ardından bir kez daha 6.lık. Sezon başı bakıldığında 6.lık başarısızlık kabul edilemezdi, ama şu yaşanılanlardan sonra... O'Neill artık fazla güvenilen bir figür değildi, birinci ağızdan da başarılı olamayacağımı düşünürsem bırakırım açıklaması geldi. Krizlerin ilki, taraftar-hoca krizinin ardından gayet iyi giden yönetim-hoca ilişkileri de yara almaya başladı. Lerner Amerikalı bir patron ve Amerikalıların bu oyunda fazla sevilmediğini biliyoruz. Ama yaptığı yatırımlarla Lerner kendini sevdiren bir başkan oldu, Yankee, tü kaka başkan olarak görülmedi, hele ki Ellis'ten sonra... Takımın piyasası olan iki oyuncusu vardı, Young ve Barry, Barry iyi dönemlerinde olan Liverpool'ca isteniyordu, belki Xabi Alonso'nun yerine, belki başka görevlerle. Bu transfer uzun süre konuşulmuştu ama sonunda Barry takımda kalmıştı, senelerdir takıma hizmet etmiş bir oyuncu olarak Barry'nin Liverpool'a gitmesine, şampiyonlar ligi futbolu düşünüldüğünde, soğuk bakılmıyordu. Ama 2009 yazında, kontratının bitimine bir sene kala Barry'nin tercihi Arap sermayesi, Manchester City oldu. İstenmeyen adam oldu, Judas ilan edildi. Yönetim-O'Neill sürtüşmesi de burada başlar. Şunu söylemek gerek ki MON'un takımdan ayrılma nedeni yönetimden istediğini alamaması, Norwich'teyken Windass'i alamayınca da yine böyle resti çekmiş bir adam. O açıdan, aralarının bozulduğu dönemlerden de bahsetmek gerekiyor. Sezon başlarken Barry'nin yerine bir oyuncu transfer edilmedi, takımın en iyi oyuncusu konumundaki Young bir sol kanat oyuncusuydu, ve 12 milyon gibi çok yüksek bir paraya, yine bir sol kanat oyuncusu olan Downing transfer edildi. Dahası Downing sakattı, ironik, bir önceki sezon Petrov tarafından sakatlanmıştı ve Aralık dönemine kadar oynaması güçtü. Eğer Young gidecekse neden böyle bir seçim? Gitmeyecekse daha da anlamsızdı. Ya da belki Young bir sonraki sene gidecekti, tamamen kafa karıştırıcı ve yine beğenilmeyen bir transfer. Sözü açılmışken, Young'ın kontratı seneye doluyor ve peşindeki takım Tottenham, Villa Barry durumunda yaşadıklarını bir kere daha yaşayabilir ve hatta istifa nedenleri arasında bunun da olduğu söyleniyor. Ama üzerinden 24 sonra geçtikten sonra anladığımız şu ki, ayrılmaya götüren son anlaşmazlık, Milner transferinden kazanılacak 25 milyon gibi bir miktarın sadece 10'unun kullanılmasına izin verilmesi. Aston Villa, o yazı, yani geçen yazı gayet etkileyici bir performansla tamamladı. Peace Cup şampiyonluğuyla. Ve Barry'siz, orta sahada Sidwell-Reo Coker oynuyordu, Petrov da hazırlık döneminin başında sakatlanmıştı. Transferin son dakikasına kadar beklemeyi seven O'Neill, son günde Dunne, Collins ve Warnock'ı aldı, savunma 4lüsünü yeniledi, bunlar gerçekten başarılı transferler oldu. Ama Barry yerine bir oyuncu almamıştı ve sezon ortasına kadar o bölgeyi Petrov, Sidwell/Reo-coker doldurdu. Sezona berbat başlandı, umut vaat eden yaratıcı hoca Martinez'in takımına kaybettiler, Avrupa Liginde Rapid Wien'e elenildi, sezona heyecan katan Downing'in dönüşüyle Milner'ın Barry'nin bölgesine geçişi ve ligin en iyi ikinci yarı performanslarından birini sergilemesi oldu, ve kupada final. Tartışmalı penaltıya rağmen maçın hakimi sezonun takımı Ancelotti'nin Chelsea'siydi ve upa finalinin kaybedilmesi, O'Neill'ın Villa döneminin kupasız kapandığı anlamına geldi. Barry'den sonra City'nin bu yazki hedefi Milner'dı, yine ortalığı karıştırdılar ve son olarak bu süreç sonu hazırladı. City 24 milyon dedi, O'Neill 30'da diretti. Satılacak, satılmayacak derken gelen haberler iyi değildi. Kulüp cephesi Milner'ın mayıstan beri ayrılmak istediğini söylerken, ve bu yüzden oyuncuyu gözden çıkardıklarını iddaa ederken Milner buna kesinlikle karşı çıkıyordu. Barry-O'Neill gerginliğinden sonra Milner-O'Neill gerginliğini gördük. Miler konusunda gerçeği söyleyenin kim olduğu bilinmiyor, ama ben Milner'ın yanındayım. Kulübün bu paraya oyuncuyu satmaya çalıştığını düşünüyorum, nakit elde etmek amacıyla. Aston Villa'nın oyuncularına verdiği maaş Tottenham'ın ve Everton'ın üstüne çıktı. Dar bir kadrosu olduğu söylenen bir takımdan bahsediyoruz, bir şeylerin yanlış gittiği kesin. Bu amaçla hoca tarafından anlamsızca silinen, ve futbolları geriye giden NRC, Sidwell, Beye, Shorey, Harewood gibi oyuncular gönderilmeye çalışıldılar, takım almak için satacaksın politikasını benimseyeceklerini açıkladı. Milner mevzusunda anlaşmazlığın oyuncunun satılması konusunda değil de gelecek paranın ne kadarının kullanılacağı konusunda olduğunu görünce neden Milner'ın yanında olduğum konusunda hak vereceksiniz. Zaten adamımdır Milner. Bundan 2-3 gün önce çıkan haberler artık anlaşmanın çok çok yakın olduğu ve beklenildiği üzere anlaşmanın 20 milyon+ Ireland üzerinden döneceğiydi, gayet güzel bir teklif ve taraftar olarak beklentim bu transfer sonrası bir hareket yapmayacağımızdı. Çünkü hep söylerim, geçen seneden sonra bu takım her pozisyona iki oyuncu gerekliliğini ve kadro dengesini sağlamıştır, artık saçmalamaktansa bu oyuncuları kullanma zamanı gelmiştir ve parayı çarcur etmek yerine bir oyuncu satımı, üzerine para konulup belli bölgelerde kalite artırımına gidilebilir ancak. Belli bir yola girildi, yeni bir yol yerine bu yol üzerinden çalışmaları yapmak gerekiyor. Aston Villa bu hazırlık döneminde gösterdikleriyle esnekliği sağlamak adına 4-4-1-1 oynadı, Young'ı forvet arkası olarak, zaman zaman geçen sene de gördüğümüz bir düzendi hazırlık maçlarında, ve Albrighton'ın yine harika performansı Aston Villa'yı 4-4-1-1, 4-4-2 arasında geçişler yapan bir takım haline sokacaktı, işte bana gayet umut veren durum bu. Yine de Aston Villa bir proje takımı, sahadaki oyundan ümitli olunmasa da İngiltere'nin gençlerde en iyi forveti Delfouneso geliyor, Albrighton geliyor, bunlara yer açmak gerek. McGeady, Hleb gibi isimler yazıldığında takımın daha çok 4-4-1-1 oynamak istediği kesinleşmişti, ama ben kendi adımı Milner'ın yerine bir oyuncu bulmakla yeterli olacağını düşünüyordum, Albrighton-Delfouneso-Delph'e yer açmak ve maliyeyi de anlamsızca bozmamak adına. Aston Villa, Lerner dönemi öncesinden bile daha borçlu durumda. O'Neill böyle bir durumda şu kadar para verilecek/verilmeyecek hesabına ligin başlamasına bir hafta kala istifayı bastı. Fena da olmadı, tüm saygıyı yitirmişti. Şimdi yerine gelecek isim önemli. Bradley'i kimse istemiyor, neden bilmiyorum... Eriksson veya Curbishley uzak dursun, Jol gelirse ne ala, ama zor, Bilic yerine de Bradley hoca tercihimdir. Düzen olarak fazla bozulmaması gereken takıma güzel taktiksel esneklik katacaktır, heyecanlı olacaktır, ve vizyon olarak da Curbishley'den falan çok daha ileridedir. Taraftarın benimsememesi son dönemde yaşananlar göz önüne alındığında ciddi bir sorun, neyse ki transfer çok ciddi bir sorun değil şu an, aksi takdirde bu alanda Bradley için şüphelerim var. Bradley demek Amerikan sermayesi daha da hissediliyor demek. Lerner adada fazla şüpheyle karşılanmasa da sahip olduğu bir başka takım Cleveland Browns'da nefret ediliyor, onu da söylemek gerek.

Downing de berbat, şu an içindir umarım.

Martin O'Neill'ın Aston Villa'sı

Aston Villa Update
Kriz!
Şişir!
Downing transferi

Barry Transferi
Paralı asker
Gareth Barry

Harika James Milner

Yerinde sayan Liverpool, ve Aston Villa?
Aston Villa - 29/10/09