2011/06/11

Gerard Houllier: İyisiyle Kötüsüyle



Gerard Houllier çok sevdiği Premier Lig'e ikinci gelişinde fazla tutunamadı ve Aston Villa teknik direktörlüğünde yalnızca 9 ay kalabildi. Bu aynı zamanda Aston Villa'nın 1 yıl içinde değiştirdiği üçüncü hoca oluyor (O'Neill, MacDonald, Houllier), dördüncünün arayışıysa -ne yazık ki- hayal kırıklıklarıyla sürüyor. Burada kulübün kötü yönetilmesinden öte istatistiklerin üst üste binişi ve şanssızlıklar daha çok etkili; keza Aston Villa Randy Lerner'ın gelişinden beri hemen her zaman doğru kararlar aldı ve her zaman özveriyle yönetildi. Lerner takıma yatırım gözüyle bakmıyor, ki bunda yetiştiği ortamın payı büyük. Baba Al, Cleveland Browns futbol takımının (soccer olmayan futbol) sahibi; Randy'nin spora olan tutkusunda ön ayak olan bu oluyor. "Hiçbir zaman güzel kokulu üniformalara, çoraplara, havlulara boğulmadım" diyor Lerner. Al o disiplinli babalardan, ama anladığım kadarıyla sert ve huysuz değil; 30ların Amerikasından geçmiş biri olarak, oğlunun fanusta yetişmesinden yana değil ve kendi yolunu bulması için teşvik ediyor sadece, böylece Randy hayatı daha doğru tanıma fırsatı buluyor vesaire. Bugün kulübün en doğru şekilde yönetilmesinde bu tecrübelerin; Lerner'ın taraftar olma duygusunu ve taraftarların kulüpteki rolünü bilmesinin payı çok büyük. Aston Villa İngiltere'de okuduğu vakitlerde ilgi duyduğu üç takımdan biri; diğer iki takım Fulham ve Arsenal. Şans o ki Lerner'ın İngiltere'de eğitim aldığı 81-84 yılları, Aston Villa kulüp tarihinin en başarılı dönemi. Doug Ellis'in başkanlıktan çekilmesinin de yarattığı rahatlıkla kulüp efsane teknik direktör Ron Saunders'in elinde yeniden şekilleniyor ve 82'de takımı devralan yardımcısı Tony Barton'la şimdinin Şampiyonlar Ligi şampiyonu oluyor. Bugüne dönelim. Lerner'ın yatırımı başkan olduğu 2006'dan bu yana 140 milyon pound'a ulaştı, fakat sadece bu değil; değerlere de sahip çıkıyor, William McGregor (Aston Villa direktörü - 1888de Futbol Liginin kurucusu) anıtı bir örnek ama kesinlikle tek değil. Ayrıca çok güzel modern uygulamalar da var. Mesela son günlerde Houllier'nin koltuğu için McClaren'in adı geçiyordu, sonra rafa kalktı bu. Deniyor ki taraftar blogları ve forumlar takip ediliyormuş ve taraftarın Stevie'yi istemediği görüldüğünden hocadan vazgeçilmiş.

İstatistiklerin üst üste binmesi ve şanssızlıklar da şu: bu 3 teknik direktörden biri zor gün adamı Kevin 'Cevat Güler' MacDonald, diğeri taraftar ve başkanla anlaşmazlıkları yüzünden bıçağın kemiğe dayandığı, sezonun başlamasına bir hafta kala bırakıp giden Martin O'Neill, sonuncusu da sağlık sorunları yüzünden ayrılmak zorunda kalan Gerard Houllier. Houllier hasta olmasa dahi bırakmayacak mıydı? Bence hayır, bir sene daha devam edecekti. Öncelikle kulüp istikrardan yana. Bu, kötü olanın da istikrarlı olarak devam etmesi değil; Hou'da elbette bizim gördüğümüz gibi bir şeyler gördüler ve benim görüşüm, sezon sonunda onu göndermek acil bir karar olacaktı. Houllier, David O'Leary'den sonra muhtemelen en az sevilen hoca; ama onu bu raddeye getiren en çok da şanssız açıklamalar ve olaylar. Nereden başlamalı? Gençliğinde gelip hayran kaldığı, sonra bir dönem efsane olduğu Liverpool'a geri döndüğünde, takımın 3-0 kaybettiği maçtan sonra Kop'u selamlamasından mı? Ben olayları daha uzaktan takip ediyorum ve işin aslı böyle durumlara önem vermeyen biriyim, fakat bir de o asıl, genel taraftarın halini düşünün. Takım alt tabloya düşmüş ve sonuçlar gelmiyor, bunun gerginliği ve hocaya kızgınlığı varken, teknik direktörünüz rahat görünüyor ve rakip takım taraftarlarını samimice selamlıyor. Bunlar gerçekten ince hesaplar, ince işler. Houllier'nin Anfield'da mutlaka ki iyi diyaloglar kurması bekleniyor ve bana kalırsa gerekiyordu da, fakat böyle gerçekleşmesi herkes için kötü oldu. Düşünün ki Mesut Özil Türkiye milli takımına gol atıyor, Almanya 2-0 öne geçiyor; abartılı bir sevinç doğru olur muydu? Zaten Mesut'a karşı genel bir antipati varken ipler tamamen kopardı. Bir başka olay da FA Cup'ta Manchester City'e karşı yedek kadroyla çıkmasıydı. Bu benim için anlaşılamaz bir durum; olayın etik yönünü bırakıp tamamen faydacı bakıldığında da anlam verilemiyor. Gerekçe gösterdiği ligde Aston Villa Championship'i ensesinde hissetmiyor, bilakis son haftalardaki performansıyla uzaklaşmış durumda. FA Cup'ta muhtemel galibiyet finale doğru önemli bir adım ve FA Cup finali de şu umut kırıcı sezonun tek tesellisi olabilir. Gerçekten garip. Peki ya "Heskey gününde olursa Drogba kadar etkili olabilir" gibi talihsiz bir açıklama yapması? Anlatmaya çalıştığım aslında şu: Houllier'nin imajını zedeleyen sahadaki sonuçlardan pek çok başka olaydı. Keza bu sürecin tam tersi Wigan'da işledi, öyle ki takım kümeye düşse dahi muhtemelen Martinez'e olan sevgi ve güven devam edecekti. Olabildiğine geniş bakıp bu faktörleri de düşünmek zorundasınız, değer vermeseniz dahi. Ben Houllier'nin kaba, soğuk bir insan olduğunu düşünmüyorum. Tersine, kendince oyunun centilmenlerinden biri bile sayılabilir; bir futbol öğreticisi olarak düşünülmesi gayet makul. Kimse onun iş ahlakından dolayı yakınmıyor ve takımla günde 10 saati aşkın çalıştığı, çok çaba sarf ettiğini kimse reddetmiyor. Hatta babacan bir figür olduğunu da ve vesaire. Ama haddini aşan profesyonelliği -Manchester City örneği- zamanında Liverpool'da* olduğu gibi burada da başını yaktı. Benjamin Franklin'e kulak verelim:

"Bir insanın kredisini etkileyen en önemsiz eylemler onun tarafından dikkate alınmak zorundadır. Sana inananların sabahları saat 5'te ya da akşamları saat 8'de çekicinin vuruşlarını duymaları onları altı ay mutlu kılar; fakat eğer işinin başında olman gerekirken bilardo masasının başında görülürsen ya da sesin meyhanede duyulursa, o zaman ertesi sabah yekûnu hatırlatır ve sen daha kullanamadan geri ister. Bunun dışında bu şunu gösterir: Borçlarına sadıksan, bu durum senin şerefli bir insan olduğun gibi sorumlu olduğunu da gösterir ve bu da senin kredini arttırır." Yukarıda değer vermeseniz dahi demiştim ya, işte Houllier Franklin'e biraz daha kulak asabilirdi. Nihai hedeften sapmamak için şartlara göre manevralar yapmak gerekiyor. Bunu asil ve tek görev olarak sayma yanlısı değilim, yani hedef yolunda her şey mübahtır diyerek körü körüne bir inançtan bahsetmiyorum; ama pek çok durumda geçerlidir bu ve Houllier'nin City deplasmanına as kadrosuyla çıkması ve bunu taraftarı göz önüne alarak yapması benim için iki yüzlülük değildir. İki yüzlülük her şartta bunu yapması ve tutkuyla bağlanması olacaktır, ki az önceki manevra benim için sağduyu ve zeka belirtisiyken bu durumda (her şartta bağlanması, tutkuyla yapması meselesinden bahsediyorum) benim Houllier'i sevmem mümkün olmayacaktır.

Şimdi bu uzun girişten sonra Houllier'nin 9 aylık dönemini iyisiyle kötüsüyle, madde madde değerlendirmek istiyorum. Ek olarak Hou'nun Liverpool döneminin bir analizi yapılırsa sanıyorum bu yazı tamamlanmış olur, ama bilgim ve ilgim gereği yalnızca Aston Villa bölümünü ele alıyorum.

İstatistikler yalan söylemez: Houllier başarısız.

Elimde astonvillacentral'ın hazırladığı, İkinci Dünya Savaşı sonrası Aston Villa teknik direktörlerinin başarı çizelgesi var. Tam tarihini hatırlamıyorum, ama muhtemelen yine 9 ay öncesine ait; kulüp tarihinin ikinci British olmayan hocası Houllier gelirken hazırlanmıştı diye aklıma kalmış. Bunu Houllier'i de ekleyerek güncelledim, zaten net bir şekilde belli oluyor. Tablo aşağıda:



Houllier 28 maçla en az maça çıkmış teknik direktör; kendisi gibi birer sene kalan Billy McNeill ve Josef Venglos'dan daha az, çünkü ilk maçı ligin altıncı haftasına denk geliyor ve sağlık sorunlarından dolayı görevi son 5 haftada Gary McAllister'a bırakmak zorunda kalıyor. Bu açıdan, az maç sayısı sağlıklı yorum yapmak için elverişli değil, ama neresinden tutarsanız yine de bir gösterge. 1991'de efsane başkan (efsanedeki ironiye dikkat) Doug 'Deadly' Ellis'in 90 İtalya'daki Çekoslovakya'yı beğenip takımın Çekoslovak hocası -sonra Slovak- Josef Venglos'u İngiltere'ye getirmesi bir ilkti; ilk kez Britanyalı olmayan birisi İngiltere'nin en üst liginde teknik direktörlük yapacaktı. Sonuç iyi olmadı; Aston Villa ligi 17. sırada bitirdi, Venglos da buradan Fenerbahçe'nin yolunu tuttu. Houllier ondan sonra gelen ikinci yabancı ve yine onun gibi vadesi ancak bir sene. Bu da onları takımda en kısa süre çalışan üç teknik direktörden ikisi yapıyor. Üçüncüsü, listenin son sırasındaki Billy McNeill; zamanında, 86-87 sezonundaki takım küme düşmüştü. Bunların dışında, Houllier rejiminde Aston Villa West Brom'a 26 yıl, Wolves'a 31 yıl sonra ilk kez yenildi ve Martin O'Neill'ın üst üste 6 galibiyetle bıraktığı The Second City Derby rekabetinde Lig Kupası yenilgisi ve Villa Park'taki 0-0 beraberlik avantajı şehrin mavi yakasına geçirdi. 11 yıldır derbi kaybetmedim diyen biri için oldukça ironik. Giriş bölümünde de söylediğim gibi Houllier'i en çok ve asıl yakan bu talihsizlikler oldu; keza istatistikler onun başarısız olduğunu gösterse de asıl yakanlar bana göre bunlar. Şu 9 aylık dönemi sağduyu yoksunluğuyla açıklamak doğru gözüküyor.

Geride kalan sezonun iki kronik rahatsızlığı var: Korner golleri ve öndeyken kaybedilen puanlar. İkinci alanda 24 puanla ligin zirvesindeyiz, bir başka hayal kırıklığı Sunderland 23 puanla ikinci geliyor. Bu şekilde bir varsayımda bulunmak elbet çok anlamsız, ama bir fikir vermek açısından söyleyelim: bu 24 puanın yarısı alınsa 60 puanla tamamlanıyor ve bu da bir önceki sezondan 4 puan eksik demek. 3-2 kaybedilen Bolton deplasmanı ve The Hawthorns'taki -West Brom'la oynanıyor- 2-1lik mağlubiyet en vahim örnekler. Bolton karşısında oyunun büyük kısmı domine ediliyor, hatta 2-1 öndeyken Young bir de penaltı kaçırıyor, fakat maç skoru: 3-2 Bolton. İki gol kornerden yeniyor. West Brom maçı... İlk yarı 1-0 Aston Villa önde ve 60'a kadar bu böyle; 60'da Odemwingie atıyor 1-1 oluyor, ama hemen sonra da West Brom 10 kişi kalıyor. 20 dakikalık Aston Villa baskısının sonucu: 2-1 West Bromwich Albion. Kornerlerde yenilen gollerde de yine muhtemelen lig lideriyiz, ama bunun için kesin bir şey söyleyemem. Veriler Opta Sports'tan, fakat 5 Mart tarihli, ben bunların üzerinden güncelleme yaptım. Açıkçası Aston Villa ve Sunderland'e kimsenin yetişemeyeceğini düşündüğümden başka takımı kontrol etmedim. Kornerlerde ise Blackpool veya başka bir takım da en az Aston Villa kadar berbat olabilir. Nihayet, en kötü değilsek bile çok kötüyüz: kornerden yenilen 14'e tekabül ediyor. Ve toplamda yenilen 59 gole ilk 10 sırada bitirenler arasında en fazla yaklaşabilen 46 golle Tottenham. Son 5 sıradaki takımlar, yani ligde kalma mücadelesi vermiş takımlar hariç tutulduğunda Villa'dan daha çok gol yiyen -Di Matteo'nun serbest-akışkan futbolunun katkılarıyla- yalnızca West Brom var; açık ara öndeler, 71 gol yemişler. Savunma bir yana, duran top kullanımında ligin en iyi takımlarından biriydi Aston Villa; hele ki Martin Laursen'in henüz futbolu bırakmadığı dönemde. Aşağıda bunun da bir karşılaştırması var: soldaki tablo 09/10 sezonuna, sağdakiyse bu sezona ait.



Peki ya istatistik tek belirleyici mi?

Kesinlikle hayır. Hatta birçok durumda, yalancık şahitlik yaptığından dolayı matematiğin de adını kötüye çıkarabilir.

İngiltere'nin geçen hafta İsviçre'yle oynadığı maçın son 10 dakikasında ileri üçlüsü üç Aston Villalıdan oluşuyordu: Young, Bent ve Downing. Milner da eski bir Aston Villa oyuncusu; ama a) artık Villa oyuncusu olmamasından(!), b) milli takıma yükselişini bu üçünden farklı nedenlere borçlu olmasından -Martin O'Neill- dolayı onu bu kategoriye alamıyorum. 10 dakikalık görüntü hikaye yazmaya elverişli olabilir; ama başka bir şey daha var. Daha önceki iki resmi maçta, Galler'e ve Gana'ya karşı maçın adamı seçilenler yine Aston Villalı oyunculardı: Ashley Young ve Stewart Downing. Bent son maçta kaçırdığı gole rağmen, artık İngiltere'nin forvetteki ilk tercihi gözüküyor. Tüm bunları daha iyi bir temele oturtmak için önce elemeler yapmak istiyorum. Mesela Bent'in ilk tercih hale gelmesinde tek katkı Bent'ten mi geldi? Daha önce kullanılan forvetlerden Heskey milli takımı bıraktığını açıkladı; Crouch (Şampiyonlar Ligi yetmez Crouchy) ve Defoe çok formsuzlar, Andy Caroll henüz hazır değil ve nihayet Rooney kulüp performansının etkisiyle yeniden ikinci forvet rolüne döndü. Ama bu, Bent'in yerinde saydığı ve sahip olduğu pozisyonu salt kendinin dışında gelişmelere bağlı kazandığı anlamına gelmiyor. Capello ilk geldiği dönemde milli takımda kökünden değişimden değil, reformdan yana oldu. Bu öncelikle İngilizlerin yeterince evrensel olduklarına inanmamasından kaynaklanabilir, sonra da sahada alınan iyi neticelerden. Fakat Dünya Kupası'ndaki hezimet onu yeni bir yola itti ve İngiltere'de şu an bir şeyler çok farklı olmasa da değiştirme yolunda önemli adımlar atılıyor. Neticesinde takımın tamamı değişmiyor, değişen 3 veya 4 oyuncu; fakat bu 3-4 kişi felsefenin değişmesinde önemli rol oynayabilir. Neo-İngiliz oyunu yeniden arkaplana itildi; Bent değil, ama Wilshere, Young gibi oyuncular milli takımın hüviyetini değiştirmeye başladılar. Bu oyuncuların ortak özellikleri güzel futbol oynamaya çalışan takımlarda olmaları, böylece daha farklı koşullara adapte olabiliyorlar ve İngiltere'nin nihai evrensel futbol anlayışına uyum sağlayabiliyorlar. İngiliz oyun anlayışını değiştirmek Capello'nun yapabileceği bir iş değil; bu yüzden Houllier, Benitez, Mourinho gibi yabancı hocaların İngiliz yeteneklerin oyununu yönlendirmelerine aşırı derecede muhtaç. Bent, Capello'nun Aston Villa'ya transferine çok olumlu tepki verdiğini söylüyor. Şunu net olarak söyleyebilirim ki Bent'in Sunderland'de üstlendiği görevle Aston Villa'daki arasındaki farklar çok az; temeldeyse aynı. Hâla yeterince iyi top süremiyor ve zaman zaman çok izole kalıyor. Ama bu alanlarda bir iyiye gitme var ve Capello'nun bahsettiği de bu. Mourinho ve Benitez'in elinde bambaşka oyuncular olan Lampard ve Gerrard bilindik örnekler. Bu süreçlerin benzeri bir sene içinde Ashley Young için işledi. Aslında fark şurada: bu oyunculara evrensel futboldaki yerleri usulca gösteriliyor. Lampard da Gerrard da adanın en parlak box-to-box orta sahalarıyken, ilerki dönemde üçüncü orta saha ve ikinci forvetlere dönüştüler. Fark burada. Ashley Young'sa içeri kat eden, sol kanatta oynayan sağ ayaklı bir oyuncuyken ikinci forvete, merkez kanat oyuncusuna dönüştü. Premier Lig sahip olduğu hızla idealist hocalar için challenge olmaya devam ediyor; bana kalırsa süreç yabancı hoca akımının artması ve yerlilerin de bunlardan etkilenir olmasıyla daha hızlı işleyecek. Artık alt tablodan gelen takımlarda Burnley ve Blackpool örneklerinde görüldüğü gibi idealist futbol anlayışları benimsenebiliyor. Mevcut kaynaklar doğru yönlendirildiğinde, yani hız ve fiziksel üstünlük bilim ve eğitimle daha çok kaynaştıkça Premier Lig'in ve bununla beraber milli takımın seviyesi artacak. Bu yolu, bilim ve eğitimi adaya getirmenin öncülüğünü yapan hoca Arsene Wenger; ardından da Gerard Houllier geliyor. Houllier'nin -sürekli eleştirilen- Liverpool'daki kapalı, çekingen oyun anlayışını biraz daha ayrıntılı olarak savunmak isterdim, fakat şu an yeri değil. Bu aslında o zamanın kontra-atak anlayışı ve temelde Hou'yla aynı düşünceleri paylaşmamızdan -oyuncuların evrensel futbola doğru bir şekilde yönlendirilmeleri- öte geliyor olabilir. Dönemle alakalı bilgilendirici bir kitap için: Passing rhythms: Liverpool FC and the transformation of football.

Her şeye karşın Hou'nun kendinden önce gelenlerden önemli bir miras aldığını da kabul etmek gerek. Kyle Walker tamamen onun eseri, ama Young ve Downing kendinden önce gelenler tarafından benzer rollerde kullanılmışlardı. Young sezonun ilk maçında West Ham'a karşı bu rolde kullanıldı ve oldukça beğeni topladı. Houllier'nin bunun üzerine eklemesi kanatları daha ileriye atmak, rollerini de klasik İngiliz kanat oyuncuları olmaktan çıkarıp 4-4-1-1den 4-2-3-1ye geçmek oldu. Hâla Young'ın bu rolünü tartışanlar oluyor, ama nihayetinde önemli bir kesim Young'ın ne tip bir oyuncu olduğunu kavramış durumda. Linkte öne sürülen düşüncede ciddi çelişkiler var. Birincisi Young o maçta üç forvetli düzenin sağında oynuyor, yani Aston Villa'da oynayacağı düzenden oldukça farklı; benzer şekilde tavşan deliğine girebiliyor ve link oyuncusu olabiliyor. Ayrıca arkasında oynayan Glen Johnson gibi hücumcu bir bek var. Bu hücumcu bekin önemi çok büyük, daha sonra değineceğiz. Aston Villa'da ise durum farklı; kanatta oynamak zorunda olduğu zaman Downing'in sağı tapulamasından ötürü kesin olarak sola geçiyor ve beki de yine sağ ayaklı Luke Young oluyor (Yani sol kanatta iki sağ kanatlı oyuncu oynuyor). İlk olarak, 4-4-2 düzeninde bu olaylar gerçekleştiği için, takımın geri kalanıyla bağ kurması, yani içeri kat ettiğinde aynı oranda verimli olması çok kolay olmuyor. Bu düzendeki verimi oyunun olabildiğine hızlı oynanmasına bağlı, ki yıldızlaştığı 07-8 sezonunda (8 gol, 17 asist) aynen böyle oynandı. Kick-and-rush futbolunda Agbonlahor'la alan değişimini iyi yaptılar ve Aston Villa ligin kontra-ataktan en çok gol bulan takımına dönüştü. Şimdi durumlar değişti ve daha sabırlı bir anlayış hakim. Bundan önemlisi ve en önemli olarak, geçen senelerde yapılan hatalar aynen tekrarlanmış oluyor. Benim defalarca tekrarladığım gibi, Villa'nın iyiden iyiye bir başaltı takımına dönüşmesi ve bunun neticesinde nispeten daha sabırlı oynamasıyla (daha sabırlı uzun top oynaması da denebilir eş anlamlı olarak), Young alan bulamamaya başladı ve arkasında oynayan bekin de gerekli desteği verememesiyle sahanın sol kenarında sıkıştı. Sürekli ve zorlama karavana ortalar, ikili sıkıştırmalar sonrası kaybedilen toplarla formu inanılmaz düştü. Forvet arkasında kendi için daha fazla alan bulabildiği gibi rakibin düzenini de bozuyor ve arkadaşlarına alan yaratıp aynı zamanda link oyuncusu da oluyor. Young'ın rotası Manchester; Ferguson'ın uzun süreli Sneijder hayranlığı düşünüldüğünde Young'ı bu şekilde kullanmanın da aklından geçtiğini düşünüyorum. Ayrıca Valencia da Nani de kanatlarda ondan daha verimli olabilecek oyuncular. Young'a kulak verelim:

"Çocukken forvet oynardım. Her zaman forvet olarak tercih edildim, Watford'da bile. Sonra Aston Villa'ya gelmemle yeni mevkim kanat oldu. Ama şimdi pozisyonum değişti ve ikinci forveti oynuyorum.

Ortada oynamaktan gerçekten keyif alıyorum. Eğer teknik direktör benim orada oynamamı isterse ya da kanatta, fark etmeyecek, herhangi bir yerde işimi yapacağım.

Bence ortada oynamak gol atmak için daha çok fırsat tanıyor. Forvetin hemen arkasında oynuyorsunuz ve bu da ceza sahasına girmek ve şut kullanmak için daha çok fırsat demek. Danimarka'da bunu yaptım ve karşılığını aldım. Burada oynamaktan mutluluk duyacağım."

Varmak istediğim nokta; Young'ı merkezde oynatma fikrinin, bu yaratıcılığın Houllier'den çıkmış olmadığı ama son ve en iyi şeklini verenin de Houllier olduğu. Hou bunu ilk geldiği zamanlarda söylemişti: Young yeni pozisyonunda dünyanın en iyilerinden olabilir. Ama şimdi Young'ı bırakalım, tüm bunlara rağmen Villa'da yılın oyuncusu seçilen Ashley Young olmadı. 10/11 sezonunda yılın oyuncusu ödülüne layık görülen oyuncu Stewart Downing'di. Downing'in debut yılı hiç de hayalleri süsleyecek cinsten değildi. 12 milyon pound verilmiş bir oyuncu olarak sezonun ilk yarısını sakat olarak geçirdi (zaten sakat gelmişti), sonrasında oynadığı 2070 dakikada yalnızca 2 gol attı ve 1 asist yaptı, çoğunlukla da hayal kırıklığı yarattı. Downing'in dönüşüyle Martin O'Neill daha önce sağ kanatta oynayan Milner'ı orta ikiliye çekti ve Downing'i sağ kanat adamı yaptı. İki şekilde Villa'nın oyunu değişti. Birincisi orta sahadan hücuma katkı verebilen ve oyun vizyonu yüksek Milner orta sahadan oyunu yönlendirmeye başladı. İkincisi hayatı boyunca sol kanat oynamış ve yalnızca sol ayağını kullanabilen Downing, doğası gereği içe kaçıyor, bir nevi üçüncü orta saha oluyordu. Böylece O'Neill'ın Downing transferinin anlamı anlaşılmış oldu; Barry'nin boşluğunu doldurma bu iki oyuncuya paylaştırılacaktı ve aslında daha çok Milner'a. Downing o zamanlar yalnızca üçüncü orta sahaydı, ikinci forvet olmaktan henüz uzaktı. Aston Villa'nın sağ bekinin çoğunlukla stoper olması, yeni takımında ilk sezonu, rolüne alışamaması ve bu sene verildiği kadar serbestlik verilmemesi gibi faktörler bu başarısız sezonda etkili oldu. Sağda oynamaktan ve içinde bulunduğu şartlardan mutlu olduğunu sanmıyorum. Şimdi bu seneye ait açıklamalarına bakalım.

3 Şubat: "Middlesbrough'a ilk geldiğimde sadece sol ayağımı kullanabiliyordum. Oradaki antrenörler Steve Round ve Steve Harrison, sağ ayağına daha çok önem ver yoksa rakipler bunu fark edecekler diye beni uyardılar. İki şekilde de gidebilmek güzel, böylece defansları şaşırtabiliyorsunuz. Buna her zaman çalıştım.

Eğer sağ ayağımı kullanmaya hazırsam -bu sezon sağ ayağıyla attığı gollere gönderme- ve sağla goller atabiliyorsam, bu iyi bir şey ve beni daha iyi bir oyuncu yapacak. Sağ ayağıma güveniyorum. Çalıştıkça güven kazanıyorsunuz, bu futbolun her alanı için geçerli. Sağ ya da sol, fark etmiyor."


Merkez kanat oyuncusu Young'ın pozisyon gereği sağa geçişiyle, Downing'in içeri kat etmesi ve sağ ayağıyla golü!

17 Şubat: "Onunla ilk defa beraber oynuyorum ama açıkçası çok iyi bir oyuncuya benziyor. Kyle her maç daha iyiye gidiyor ve onun ileriye çıkışlarıyla ben de içe kaçışlarda daha çok opsiyona sahip olabiliyorum. Onunla oynamaktan zevk alıyorum ve ikimiz iyi bir ikili oluşturuyoruz.

İyi oynamadığınızda ve bir de rakip takımlar sizi harcadığında daha fazla yara alıyorsunuz. Ama bana kalırsa şu an doğru yoldayız, -beraberlikler almamıza karşın. Puanlar alıyoruz ve bugün Blackpool'u yenemememiz gerçekten üzücü. Eğer bu beraberlikleri galibiyetlere dönüştürebilirsek hak ettiğimizi almış olacağız ve bunu bir an önce yapmalıyız."

Downing özellikle ligin ikinci yarısında takımındaki konumundan mutluydu ve kontrat yenilemeye hazır görünüyordu. Ama sezon sonu ağız değiştirdi ve muhtelemen Young'ın ardından bir başka kırmızıya (Young'ın Manchester United'la anlaşması bekleniyor), Liverpool'a yol alacak. Bir sene içinde en sevdiğim oyunculardan birine dönüştüğünden Downing'e kızmam pek mümkün gözükmüyor, iyisi suçu 6 numaraya atalım (Barry gibi Downing de 6 numarayı giydi - Grafik The Villa Blog'a ait):



Darren Bent'in yolu şu an, ve gelecekte de bu iki oyuncudan farklı olacak gibi gözüküyor. Şu an Bent Aston Villa'nın sözcüsü durumunda; gerçekten mutlu, sürekli konuşuyor, bir şeyler anlatıyor. "Young'ın başının etini yiyorum, kalması için elimden geleni yapıyorum" diyordu milli takım kampında, ama zor. Sonra genel beklentiyi dile getiriyor: "Young çok iyi bir oyuncu olabilir ama hiçbir takım tek oyuncudan oluşmaz. Marc (Albrighton) bu sene oynadığı maçlarda etkileyiciydi, bir sonraki sene daha fazla süre alıp Young'ın boşluğunu doldurabilir" Şüphesiz beklenti bu. Ama beklenti tam olarak böyle olmamalı, Young sezonun büyük kısmını Albrighton'ın mevkisinin dışında geçirdi. N'Zogbia'nın transferi yazılırken de düşülen yanlış bu. Bu oyuncular Young'ın hücuma olan katkısını karşılayabilseler bile bu farklı bir yoldan olacak. Bent'se sürekli takım değiştirmekten yorgun ve bu yüzden içinizi rahat tutun diyor. İkincisi, Young ve Downing'in aksine Bent'in transfer olabileceği üst düzey bir İngiliz kulübü yok. Manchester City'nin de eklenmesiyle sayısı beş olan en büyükler bu tip İngiliz forvet tercih etmiyor. Bunların dışında yalnızca Tottenham kalıyor ki Bent'in burada iyi anıları yok. Houllier'nin takıma en büyük kazanımlarından biri de -hem de uzun vadeli bir kazanım- Darren Bent.



Sağ bek Walker'ın Bent'e asisti. Bu koşuları hep yapıyor. Burada da Fulham'a attığı gol var.

Ve son olarak Kyle Walker, Marc Albrighton, Ciaran Clark; hatta Barry Bannan. Bu dört genç oyuncu Houllier rehberliğinde önemli süreler aldılar ve kalitelerini ispatladılar; Kyle Walker sezonun görünmez kahramanı. Downing'i milli takıma taşıyan sürecin mimarlarından biri olmaktan çok daha fazlası, bireysel olarak da çok etkileyici. Sürekli ve etkili koşular yapıyor fakat çok hızlı olmasıyla savunmada da aksamıyor. Şunu rahatça söyleyebilirim, bu çocuk Bent'ten daha iyi top sürüyor. Downing'in de bir açık oyuncusuna kıyasla gayet iyi savunma yapması, onları Pienaar-Baines'ten farklı bir yere koyuyor -Everton'da bu ikili savunmada çok fire verdi zamanında-. Villa'nın sağ kanadı böylece sezonun ikinci yarısında ligin en iyileri arasına girmeyi başardı. O'Neill döneminde Bent'e, bir forvete 18 milyon pound verilmesi; veya Kyle Walker gibi tecrübesiz ve hücumcu bekin tercih edilmesi düşünülemezdi. Onun genç oyunculara verdiği önem, O'Neill'dan iyi yönde farkı olduğu gibi başarısızlığının da ana nedenlerinden biri oldu.

Bunu açıklamak için genç kavramını tecrübesiz ile eş değerde kullanmamız gerekecek. O'Neill için genç oyuncu tecrübesiz oyuncu demekti ve Premier Lig'in tecrübesiz oyunculara affı yoktu. Bunu defalarca belirtti ve gençleri yalnızca Europa Cup maçlarında kullandı. Gary Cahill, Craig Gardner gibi oyuncular Villa'da aradıkları şans bulamadılar ve ayrılmak zorunda kaldılar; gittikleri takımlarda oldukça başarılı oldular. Cahill'in adı 20 milyon pound ve Arsenal'le beraber anılıyor. Şu aralar İskoç Messi diye methiyeler düzülen Bannan, popüler olduğu dönemde yaptığı röportajlardan birinde sırf zayıf fiziği nedeniyle O'Neill'ın ona kesinlikle şans tanımadığından bahsediyor. Bu kadarı puritanlığa kaçıyor, ama diğer yandan İrlandalının haklı olduğu da görüldü: Premier Lig affetmiyor. Yazının başında verdiğimiz istatistiklerde başı çeken iki takım Sunderland ve Aston Villa sezonun belirli bölümlerinde orta saha direncini sağlamada ciddi sıkıntılar çektiler. Bu ligde ortadaki ikilinin performansı ve uyumu çok önemli, hatta en önemlisi. Houllier Liverpool zamanlarında oluşturduğu kare savunmayla, iki stoper ve iki orta sahanın defansif uyumuyla öne çıkmış; sezonunda 30 gol yemişti. Aston Villa'da orta saha yokluğu değil fakat çokluğu vardı ama hocanın tercihlerini daha evrensel veya genç oyunculardan kullanıp ligin tecrübelileri Petrov ve Reo-coker'ı bir kenara atması tabelaya iyi yansımadı. Işık hızıyla oynanan bu ligde orta sahadaki ikilinin önemi apayrı ve ayrıca Stiliyan Petrov saha içinde de bir liderdi. Ben de onu çok eleştirdim, ayakları yavaşladı ve eski dinamizminde değil; fakat ölüsü bile değerli, ki öyle de oldu. Sezon sonuna doğru performansı daha da arttı ve yeniden kaptan Petrov oldu. Bir dönem nokta paslarıyla taraftarı şaşırtan Jean Makoun, ligin temposuna henüz adapte olamadığı gerekçesiyle bir daha süre alamadı. Reo-coker-Petrov'un orta sahada kemikleşmesiyle Aston Villa daha dengeli bir takım oldu; diğer yandan topun ileriye taşınması ve akıcılık da yara aldı ama bunların önemi yok. Daha iyisi gelene kadar en iyisi bu. Bu geç de olsa görüldü ve risklerden kaçılarak Bradley, Makoun gibi yenilere yer verilmedi. Zaman zaman Delph şans buldu ve Bannan bir kez daha kiralık gönderildi.

Sonuç: Ölçüt ne olmalı?

Aslında sonuç basit: Houllier iyi şeyler yaptı fakat başarısız sonuçlar aldı. Peki onu değerlendirme ölçütümüz ne olmalı? Salt iyi şeyler yapması onun gibi birinin devam etmesi için yeterli miydi?

Bunu değerlendirmeden önce Aston Villa'nın ve Aston Villa gibi kulüplerin konumunu yeniden, doğru anlamak gerekiyor. Son 20 yılda futbolun geldiği noktada, mali imkanları kısıtlı ekipler için yukarıya oynamak, büyüklerin monopolünü bozmak oldukça zor. Orta halli takımlarda çalışan hocaları değerlendirirken, benim kıstasım bu adamların uzun vadede ne verebilecekleri ve kulübün sahip olması gereken hedeflerle ne kadar bağdaşdıkları. Bu, günlük olayların bir kenara bırakılması anlamına gelmiyor kesinlikle. Bahsettiğim hoca tipine birebir uyan Roberto Martinez -o zamanlar Swansea'yi çalıştırıyor- 2 sene öncesinden bugünün sinyallerini veriyor:

"İnançlarıma güvenim tam ve sonuç bu şekilde gelmeli. Eğer sonucu beklediğim yoldan alamazsak, o zaman mutlu olamam. Önemli olan performansınızın ne kadar iyi olduğu ve futbol kulübünü geliştirme yolunuzdur. Eğer doğru yaparsanız, sonuçları alırsınız. 10 maçın üzerinde, istikrarlı olarak devam etmek için çözümleri bulmak zorundasınız. Ama bir maç özelinde, oyun tarzı da skor kadar önemli.

Wigan'a gelmek için İspanya'yı terk ettiğimde, futbolda projelerin parçası olduğunuzu hissetmeniz gerektiğini anladım. Uzun vadedeki hedefleri bir kenara koymayın, onun hakkında kaygılanmayın, çünkü bu durumda günlük kargaşaya yoğunlaşamazsınız. Ve sonunda cezalandırılırsınz. Beni ilgilendiren bir sonraki maç, günlük olarak kulübün ilerlemesi. Yönetim 33 yaşında bana bu görevi teslim etmekle çok cesur bir karar aldı, aynı hedefleri güttüğümüz sürece sorun olmayacaktır."

Yol belli. Bütçeyi sürekli, sürekli daha yükseğe çıkarmak. Bu süreç çok kolay değil, ama bir planla gelen ve sabırlı yöneticilerin öncüllüğünde kulüplerin bu hedefleri karşılayacak teknik kadrolar seçmesi çok önemli. Lerner kulübe sürekli para yatırıyor, peki ya sonra? Kimse bu kulübün Leeds United trajedisini yaşamasını istemez. Dolayısıyla gelecek teknik direktörün felsefesi, kulübü kendi imkanlarıyla ayakta kalabilecek, seneler sonra Lerner gibi bir başkana ihtiyaç duymadan da rekabet edebilecek seviyeye çıkarmak olmalı. Son zamanlarda bu tip takım yapılanmasının başını Lille çekti, şampiyon oldular. Fakat orada süreç daha farklı işliyor, projenin en başında sahip Seydoux var ve Garcia da takımın uzun vadeli planlarının bir parçası, bir dişlisi. Villa'da böyle olmuyor. Lerner'ın da bir planı var, ama bu şekilde değil. Villa'da gidişatın belirleyen teknik direktör oluyor, Lerner ipleri onun eline bırakıyor ve gerekli destek veriliyor. O'Neill veya Houllier bilinçsiz tercihler değil; misal İrlandalı takımın başarıya ulaştırmada en ideal isim olarak seçilmişken, ardılı Fransız farklı şeyler göstermesi, güzellik ve bilimi kanıksatması, gençleri kullanması için getirildi. Bu raddeden sonra ipler onların eline bırakılıyor ve kulüp buna göre yönleniyor. Yanlış anlaşılmasın, Seydoux'nun soyunma odasına indiğini iddia edecek değilim; fakat orada genel bir politika var ve zamanı gelen oyuncu satılıyor. Burada politikalar gelen hocaların tarzına göre değişiklik gösteriyor. O'Neill'ın son yılında oyuncu maaşları gelirlerin %80inden fazlasına karşılık geliyordu. Bu inanılmaz bir rakam. Houlier başarısız olmasına rağmen takımı doğru yola götürebilecek yapıya sahip olduğundan benim gönlümü kazandı ve bana kalırsa, imkan olsaydı, kalmalıydı. "Az kalsın ölüyordum" diyor France Football'a verdiği röportajda. "Doktorlar Eylül'den önce başlamamam gerektiğini söylediler. Bu bir problemdi. Ayrıca yöneticiler benim geri dönüşümün bu tarihi de aşabileceğinden endişelendiler. Onları anlayabiliyorum. Onlar halen geçen yılın, Martin O'Neill'ın sezon başlamadan beş gün önce ayrılmasının travmasını yaşıyorlar." Böylece Houllier kulüp teknik direktörlüğü kariyerinin, muhtemelen, sonuna geldi. Yine de muhtemelen futbolun içinde aktif rol almaya devam edecek. "Koçluk benim işim, hayatım, tutkum."

Şimdi ne olacak? Kendi listemin başındaki iki İspanyol, Benitez ve Martinez görevi reddettiler. Ancelotti attan inip eşeğe binmeyeceğim dedi, peki ya adada kalmak istiyorsa hangi kulüpten teklif bekliyor? Hughes ve McClaren olasılık dışılar. Son hedef heyecan verici: David Moyes! Villa Wigan'ın menajerini dahi ikna edemedi diye dalga geçiliyor, fakat her daim maddiyat maneviyattan önce gelmiyor. Moyes da Martinez gibi kulübüne sadık bir hoca, ama Martinez'in durumu çok daha özel ve bana öyle geliyor ki Moyes'ı ikna edebilmek daha kolay olacaktır. Moyes olursa, işte o zaman kulübün geleceği hakkında endişelenmeye lüzum yok, hoca tüm kutuları dolduruyor: takımı mali açıdan daha dengeli hale getirecek, gençleri kullanmaya devam edecek, oyuncular üzerindeki hakimiyeti gayet iyi ve Şampiyonlar Ligi hedefi için her yönüyle uygun. Olmazsa... Hayırlısı diyelim.

* * *

*Bu gereğini aşabilen profesyonellikle ilgili ilginç bir not aktarayım. Liverpool 2001'de UEFA Kupası'nı 5-4 gibi epik bir skorla kazanıyor, -bu, o sezon aldıkları üçüncü kupa olacak- ardından da mikrofon Houllier'de. Eğer gelecek sezon için Şampiyonlar Ligi bileti alamazlarsa bunların pek bir anlamı olmadığını söylüyor Ged.

"Futbol kulübü satın alan biri kendini onların, kulübü en derinden önemseyen taraftarların, vasisi olarak benimsemeli." Randy Lerner