2011/10/22

Aston Villa'da Restorasyon: Yeni Kral Agbonlahor



-Hayatım Futbol dergisinin 3. sayısında yayımlanan Profil / Gabriel Agbonlahor yazısının biraz daha geniş, farklı hâli. Dergide yayımlananı da şurada-

Gabriel Agbonlahor için her şey Viktoryen dönemi tedriciliğine uygun ilerliyordu. Yavaş yavaş, aşama aşama, ama sürekli daha iyiye. Gol adedinin bir anlamı oluyorsa eğer, 06/07'de 9, sonraki iki sezonda 11 ve 09/10 sezonunda nihayet 13 gol. Takım da istikrarlı olarak 3 sene üst üste lig altıncısı olarak bitirmişti. Hikaye yazmayı sevenlerin en büyük destekçisi bu istatistiklerdi; ama klavye başı çok bilmişliğini bir kenara bırakıp olayları gerçekten anlamaya çalışırsak sonuçlar gözüktüğü kadar keskin olmuyor. Acaba daha farklı bir yöntem izlense, Aston Villa ve Agbonlahor bugün daha farklı bir yerde olabilir miydi?

Takıma ciddi paralar harcandı, oyunculara ciddi maaşlar verildi fakat tercih edilenlerin çok büyük kısmı (Milner'ı, Downing'i, Young'ı ayıralım) vasatın üstünde oyuncular değildi. Mesela zamanında 8 milyon pound ödenen Curtis Davies. Ya da haftalık maaşı 40.000 pounda yakın olan ama geldiğinden beri -2 sene- 10 maç oynayan Habib Beye. Hoca vasat oyunculardan maksimum verimi almakla övünüyordu. Kısıtlı bir kadroyla, kalitesi çok yüksek olmayan oyunculardan maksimum verimi almayı başarmıştı. Fakat daha iyisinin alınabildiği yerde bunu tercih etmemesi başarıyı getirse de ekonomik anlamda bir külfete neden oluyordu. Daha önceki yazılarda sürekli söylediğim şeyler... İşin aslı, buradaki asıl çıkmazı bugüne uzanan ekonomik sıkıntılardansa takımın gelişemeyen oyununda görmek çok daha doğru bir tespit olacak. Fark etmişsinizdir, anlattığım şeyler Benitez'in Liverpool'daki dönemine oldukça benziyor: Genelde karavana ama zaman zaman çok iyi transferler, vasat oyuncu tercihleri sonucu nakitin kalmaması, hocanın bundan şikayeti, ama sonuç birtakım sancılarla beraber başarı. O'Neill'ın Benitez'den ayrılan yanı, onun gibi proaktif bir oyun getirme amacında olmamasıydı. İki hoca da eleştirilebilir, ki kesinlikle eleştirilmelidir de. Yöneticileri batırma veya çıkarma amacındayken onların geleceğe taşıdıklarını da çok önemli olarak irdelemek gerekiyor ve baktığımızda bu hocaların taşıdıkları çok iyi şeyler olmadı. Günlük hırs kaybedilsin demiyorum, bu olmazsa zaten işlerin pek tadı olmaz. Ama ona yenik de düşülmemeli; uzun vadedeki sürecin bilincine varılması gerek mümkün olduğunca.

Burada kişilerin kafasına girebilmek ayrıca önemli. Mesela O'Neill'ın teknik direktörlük yaptığı vakitler Manchester City henüz satın alınmamıştı ve Tottenham bugünkü kadar güçlü değildi. Bir anlamda, 4. olup Şampiyonlar Ligi vizesi almak o dönemde çok daha olasıydı, ve çok da önemli bir fırsattı. Bunu, bir daha ele geçirilmesi zor bir fırsat olarak değerlendirebilir ve ona ulaşmak için fedakarlıkları en üst seviyeye çıkarabilirsiniz. Bu bir risktir, iyisi veya kötüsü yoktur, tercihtir. Burada görüldüğü gibi yine uzun vadeli bir düşünce var: Hedef 4. sıra, bunun getirecekleri vs. Fakat daha üst sıralar amaçsızca isteniyorsa ve bunun için çok para harcanıyorsa, ben buna haklı nedenler bulamıyorum. Bu elbet salt futbolu yönetenler için değil; hatta futbolun dışına çıkıp tarihten birkaç örnekle bunu biraz daha yayabilirim. Bizans'ın en şöhretli imparatoru I. Justinyen mesela. Uzun süreli hükümdarlığı boyunca İtalya'yı yeniden fethi, Afrika'da kazandığı başarılar, tek gücü kendinde toplaması, ülkeyi Ortodokslaştırması önemli başarılar olarak görünür. Fakat daha önceleri uyarı veren ve ardılı Anastasios'un tasarruflarıyla yeniden yükselen Bizans ekonomisi Justinyen döneminin sonlarında tam anlamıyla çöker ve sonrakiler için çok büyük sıkıntılar yaratır. Gerek sınırların artması ve buna zıt olarak asker sayısının azalması, gerek ekonominin berbat olmasıyla devlet zayıf bir haldedir ve ileriki dönemlerde İtalya da elden çıkar. Üstüne üstlük katı Ortodoksluğu ve Mısır'da bunu kabul etmeyenlere -monofizitler- karşı tutumu, Doğu eyaletleriyle bağı iyice koparır ve bu bölgelerdeki sorunlar da hiç dinmez. Şimdi böyle bakıldığında Justiniyen'i nasıl başarılı olarak değerlendirebiliriz? Öncelikle çağında büyük bir hükümdar olduğunu söyleyerek hakkını vermek, çağına bağlı olarak değerlendirmek gerekir. Fakat başarılı? Buna katılamam. Geceleri uyuyamayıp sarayın içinde yeni yasalar mırıldandığı fıkrası obsesif ve işine saygı duyan biri olduğunu gösterir, ama hırsı neticede onun çöküşünü getirir. Bir başka Romalı -eski Romalı- Augustus'un ölürken söylediği sanılan "Roma'yı kilden yapılmış buldum, mermer içinde bırakıyorum" sözüyse bundan epey farklı bir zihniyeti yansıtır. Augustus da en az Justinyen kadar hırslıdır şüphesiz ama çoğu zaman korkaklıkla, sıfır riskle beraber anılan bu adam aynı zamanda bir hükumdarlık süresince imparatorluğu sadece sınır değil, teşkilatlanma, sivil hayat kalitesinin yükseltilmesi gibi başka pek çok açıdan da, tam anlamıyla geliştirmiştir (Klasik çağın nadir bona fides hükumdarlarından). Bunu yaparken, başa geçiş sürecinde yaptığı savaşlarda görüldüğü gibi, önemli bir fırsat geldiğinde zaman zaman risk de almıştır fakat hiçbir zaman kişisel hırslarına yenik düşüp anlamsızca riskler değil. Genel olarak amaç imparatorluğu geliştirmektir, ki biraz toprak kazanıp sonucunda çok para kaybetmek -eğer o bölgenin stratejik veya başka bir önemi yoksa- buna hizmet etmez. Yine ölürken söylediği sanılan ama daha teatral bir dizede şöyle der -o çağda tiyatrolarda kullanılan maskelerden birine bakarak- "Bölümümü yeterince iyi oynayabildim mi?"

Biz O'Neill'a geri dönelim. Ne oldu sonra? Hocanın zamanla taraftarla olduğu gibi meslektaşlarıyla da arası açıldı. Yeri geldi, 'top oynamak isteyen' hocalardan -o zamanın West Brom menaceri- Tony Mowbray Villa'yı 'futbol oynamak değil salt rakibi bozmak' istemekle suçladı. Martin O'Neill'ın buna cevabı biraz talihsizce 'Ne demek istediğini anlamıyorum. Manchester United da kontra atak oynuyor' oldu. Haksız değildi şüphesiz, ama tam olarak haklı da değil. Bir sene sonra bir başka futbol oynamak isteyen adam, Wenger konuştu: "Aston Villa bir uzun top takımı". Bu sefer mikrofon takımda mükemmel bir sezon geçiren Richard Dunne'daydı: "Arsenal'e göre herkes uzun top takımı". Bu çok daha haklı bir cevaptı şüphesiz. İşin aslı, Mowbray bu sözleri söylediği zaman Villa ligde 4. sıradaydı ve onlardan daha çok gol atan yalnızca Chelsea ile Manchester City idi. Wenger'e gelirsek, yine o dönemde Villa'dan daha az uzun top oynayan sadece 2 takım bulunuyordu; bunlardan biri elbette ki Arsenal, diğeriyse Joe Hart'ın küme düşen Portsmouth'uydu. Bu eleştirilerin ortak bir noktası var ki, o da Brian Clough'un en değerli oyuncularından olan -ve en az onun kadar inatçı- O'Neill'ın baştan yarattığı bu takımın futbol yönünden pek sempatik bulunmadığıydı.



A takıma O'Neill'ın başa geçişiyle 2006'da yükselen Agbonlahor, bu ortamda yükseldi, bu ortamda yaratılan başarının mimarlarından oldu. 26 sene sonra ilk kez Old Trafford'da kazanılırken galibiyet golünü o attı. Manchester şehrinin belalılısı olacağı daha o sezonun ilk maçından belliydi aslında: City'e 10 dakika içinde kusursuz bir hat-trick yapıyordu (kafayla, sol ayakla, sağ ayakla). Derbilerin aranan adamıydı. McLeish sorulduğunda (Şimdinin Aston Villa, eskinin ezeli rakip Birmingham City hocası) gülümseyerek "Onun takımına karşı attığım goller ilişkimizi etkilemediği için mutluyum" diyor. Gabby, Second City Derby'de 6 gol atmıştı.

Fakat olayın yine başka bir boyutu, sezonda 10 gollük istikrarlı katkı yapan bu adamın tüm bu sezonlarda 3000 dakikanın üzerinde süre almasıydı. Atıyordu atmasına ya, golcü olarak çok da güven vermiyordu. Ligi altıncı bitiren bir takımın esas forvetinin 35 maçın üstüne çıkıp maksimum 13 gol atabilmesi garip değil mi? Son tahlilde şunu söyleyelim: Taraftar mutsuz değildi. Ama bir yandan telaşlıydı da; fırsatların kaçıp gidiyor olma olasılığından duyulan telaş. Bunu kendi kafamdan, kendi bakış açımla uydurmuyorum; gerçekten böyleydi. Gabby seviliyordu, kimse O'Neill'ın son dönemlerindeki gibi hocaya haklı-haksız sürekli eleştiride bulunmuyordu ama daha iyi futbol, daha iyi bir forvet özlemi hep vardı. Klişeleşmişti artık: "Şampiyonlar Ligi'ne senede 20 gol atan forvet kadar uzaktayız."

Hâla kafalarda bir şeyler oluşmadıysa bir kez daha toparlayalım: Agbonlahor 10/11 sezonuna girerken nasıl bir profildeydi? Beklenen patlamayı tam anlamıyla gerçekleştirememiş, o elit forvetler arasında adı sayılmayan ama zaman zaman milli takımda kendine yer bulabilen kalburüstü bir forvet. Hedefi muhtemelen 13ün iki daha üstüne koyup o sene 15 gole ulaşmaktı. Ama Houllier'nin deyimiyle 'travmatik' geçen o sezonun başlangıcı Martin O'Neill'ın bir hafta kala istifasıyla oldu: Sonun başlangıcı. Yerine gelen bir Fransızdı, takımda da ihtilale benzer bir şey oldu. Bir yanda güzellikler, diğer yanda kaos, mutsuzluk. Şimdi bakıldığında özlem. Agbonlahor o sezonu -yani geçen sezonu- 15 değil 3 golle bitirdi ve Viktoryen çağ istikrarı böylece son bulmuş oldu. Sezon sonunda Fransız ayrıldı. Gabby'de ise yeni bir dönem, restorasyon dönemi -Fransız İhtilali göndermelerine ara vermeden devam ediyoruz böylece- başladı. Yazının kalan kısmı daha çok bu kısımla, 11/12 sezonuyla ilgili. Kagarlitski'nin önsözde kullandığı (Boris Kagarlitski - Bugünkü Rusya / İthaki Yayınları) şu dizelerle, eskisinden tek bir kıymık kalmayasıya yenilenen Gabby...
Kadim Yunan kentlerinden birinde
Bir gemi dururdu limanda
Yunanlıların kutsal saydığı.
Bu gemiyle tüm dünyayı dolaşmıştı kentin kahramanı
Ve onunla evine dönmüştü nihayet sağ ve esen.
Ancak su gibi akan zaman ve iklimin etkisi,
Bu kutsal gemiyi yavaş yavaş kemirdi,
O zaman gemiyi koruyabilmek için,
Çürüyen kısımları yenileri ile değiştirmeye karar verildi.
İşte gemi böylece baştan aşağıya yenilendi,
Eskisinden tek bir kıymık kalmayasıya. [Eduard Mendosa, "Restorasyon"]
Agbonlahor'un yükselişiyle ilgili yazılanlarda laf kalabalığını bir kenara atarsak elde bir tek ve ortak olarak 'özgürlük' kalıyor. Yazı belki fazla ve anlamsızca siyasi/sosyal motiflerle gidiyor ama ne yazık ki kullanılan kavram tam anlamıyla bu. Deniyor ki, Houllier çok kuralcıydı ve oyunculardan istediğini alamadı, McLeish'se bunun tam tersi. Bu doğru. Houllier'in kuralcı olduğu ve McLeish'in oyuncuların hoşuna giden biri olduğu doğru. Devamı geliyor ve deniyor ki, işte Houllier'in de McLeish'in de onu sol açık kullanmasına rağmen McLeish'de patlama yapması ve Houllier'de ilk 11'e dahi girememesinin nedeni bu. Ve devamında, Gabby'nin Houllier döneminde çok fazla sol çizgiye bağlı kalması, McLeish'te ise daha serbest bir rol verilmesi oyuncunun performansında esas etkili deniyor. İşte bu yetersiz. Özellikle olayın saha dışı yönüne daha çok yükleniliyor ki; doğru, ama çokça gazeteci tembelliği ve biraz da olayları anlama isteksizliğiyle alakalı, yetersiz. Ben elimden geldiğince Gabby'nin yükselişini daha açıklayıcı bir şekilde ortaya koymak istiyorum, bunun için de bu 'özgürlük' ortamı gibi futbol dışı etkenler yanında saha içi etkenlerden de söz etmek gerekiyor. Ama saha içine gitmeden önce yine geçmişe, geçen sezona gitmem gerekecek.

Futbol ilahı Jonathan Wilson'ın editörlüğünü yaptığı Blizzard dergisi, son sayısında ağırlıklı olarak Fransa futbolunu işliyor. Houllier neden tutunamadı demeden önce, kıssadan hisse, editörün yazısından Fransız'la İngiliz'in yaklaşımını alaya alan güzel bir bölüm aktarıyorum:
"Paris'te kanalizasyon sisteminin kurulması üzerine bir hikaye anlatılagelir. Londra'nın bu alandaki mevcut başarısını gören Parisliler, proje için Britanyalı bir mühendis getirirler. Birkaç hafta sonra mühendisin işi bitmiştir: 'Biraz kabataslak ve hazır.' 'Ama pratikte çalıştığını görmemiz gerekiyor'. Bunu duyan bir Fransız bürokrat sorar: 'Pratikte çalışması beni ilgilendirmiyor. Peki teoride çalışacak mı?"
Gerard Houllier, Liverpool kentine Kıta Avrupası esintisini getirirken şartlar çok daha olgunlaşmış durumdaydı. Daha gençti, henüz kalp rahatsızlığı yaşamamıştı; daha enerjik, daha ilgiliydi. Kenti tanıyordu, henüz 20li yaşlarında genç bir İngilizce öğretmeniyken Liverpool kentinde bulunmuştu. Fakat hepsinden önemlisi, Liverpool değişime istekli ve hazırdı: gerek futbol kökenleri -kısa paslı oyunu en iyi uygulayan İngiliz takımı- gerekse o anki koşullarıyla. Houllier'nin öncülü Roy Evans, 90lı yılların en keyifle izlenen İngiliz takımını yaratmıştı. Bir değilse, ikiydi. Hatta oyunculara yaklaşımı da diğer yerli hocalardan farklı; daha yumuşak duruyordu. Durum böyle olunca, Liverpool kulübü başka pek çok etkenle beraber Houllier'nin methodik yaklaşımına Aston Villa'da olduğu gibi bir karşı koyuşta bulunmadı ve hocanın dediklerini uygulayan takım Benitez'in de temellerini attı (Rijkaard'ın Pep'in takımının temellerini attığının anlatılması gibi) ve Liverpool bir sezonda 3 kupa kazandı. Aston Villa'ya gelince, işler pek de böyle gitmedi.

Hocanın takım içi arkadaşlığı arttırmak ve rehabilitasyon sağlamak için götürdüğü Spa Resort'ta, takımın ağabeyleri Dunne ve Collins sarhoş olup teknik ekiple ağız dalaşına girdiler. Takımın sol beki Warnock rezerv takıma yollandı ve hoca gidene kadar da orada kaldı . Bir başka eski, yazının kahramanı Agbonlahor kesik yedi; keza kaptan Petrov da sezonun ikinci yarısına kadar 11de istikrarlı olarak yer almadı. Daha başka pek çok olay, pek çok mutsuz suratlı futbolcu. Taraftarlar da mutlu değildi, 'Houllier out' pankartıyla çıktılar bir maça; 30 senedir kaybedilmeyen derbilerde Wolves'a, West Brom'a kaybedildi. Şu sıralar takıma yeniden stabilite gelmesiyle oyuncular sıklıkla o dönemden konuşuyorlar, onlar konuşmazsa da gazeteciler soruyor. Dunne "O gitmese sezon sonunda ayrılacaktım" diyor. Warnock rezerv takımdayken moralini sürekli yüksek tutan MacDonald'a -çok sevilen bir hocadır- teşekkür ediyor ve "Houllier benim futbol hayatımı bitirecekti, neye uğradığımı şaşırdım" diye serzenişte bulunuyor. Sonra Agbonlahor var:
"Bir ara ayrılmayı düşündüm. Eğer işler böyle yürümeye devam etse, hoca burada kalsa ve bu taktikle oynamaya devam etseydi; evet, muhtemelen ayrılacaktım. Buralı (Birmingham şehri) biri ve bir Villa taraftarı olarak takımın bu hâli beni daha çok üzdü. Kafasında bazı şeyler var ve bunları değiştirmiyor. İyi bir konuşmacı olduğunu da söyleyemem. Konuşan daha çok McAllister'dı (yardımcısı) fakat onun da çok iyi olduğunu söyleyemem. Onunla da anlaşamadım. Neyse ki o ayrıldı, ve McAllister da."
Bu Eylül'de verdiği bir röportajdan. Çok daha yakın zamandaysa bir başka yerel gazeteye röportaj verdi, epey popüler. Can alıcı bir bölüm aktarıyorum:
"Geçen yıl çok fazla kural vardı, okula geri döndüğümü hissettim. O eskiden öğretmenmiş değil mi? Burada da bir okul öğretmeni gibiydi."
Agbonlahor kenarda oturana karşı mesleki saygıyı eksik etmeyen, önce takım diyen biri. İş ahlâkı iyidir, fazla zorluk çıkarmaz. Bunu o sıkıntılı dönemde de göstermişti:
"Her zaman oynamak istediğiniz pozisyonlarda oynayamazsınız. Oynadığınız ve sahada olduğunuz sürece itiraz etmezsiniz. Herkes biliyor ki ben forvet olarak oynamak istiyorum, ama takımın iyiliği için başka türlüsü gerekiyorsa, itiraz etmezsiniz."
Fakat buna karşın, kafasında bir şeyler oluşturduğu ve mutsuz olduğunu söylediklerinden anlıyoruz. Kafasında bir şeyler oluşturmak ifadesini bilahere kullanıyorum, keza pek çok hatasına karşın Houllier'i birçok konuda savunmam onun değişimin yüzü olmasındandı; Houllier'nin yol göstericiliğini takip eden oyunculardan biri bugün Manchester United (Ashley Young), diğeri de Liverpool (Stewart Downing) 11'inde oynuyor. Onun yol göstericiliğinde daha evrensel oyuncular haline gelen ve yeni şeyler öğrenen bu oyuncularla Villa akıcı bir oyun oynamaya ve milli takıma O'Neill döneminden daha nitelikli oyuncular yollamaya başladı. Geçtiğimiz haftalarda Tottenham'ın derbi kazandıran golünü atan Kyle Walker da, Premier Lig tahsilini yine bu takımda yaptı. Nasıl bir ifade kullanmak gerekir bilmiyorum ama; Young gibi, Downing gibi, Bent gibi futbol aklı daha üst düzeyde olan veya daha olgun olan oyuncular hocanın isteklerine olumlu cevap verdiler. Benzer bir süreç Agbonlahor'da yaşansaydı, bu patlama bir sene önce gerçekleşebilirdi. Bu sene onu farklı kılan özellikleri: en sonunda gelişen top tekniği, son vuruşu ve top sürüşü, tüm bunlar geçen sene Houllier'nin ondan geliştirmesini istediği özellikleriydi. Daha önce sağ ayağını kullanmayan Antonio Valencia kılıklı Downing, sağ kanattan içe kaçışlar, iki ayağını kullanabilme, son direk koşuları gibi pek çok konuda özelleşti ve sene sonunda taraftarlarca en iyi oyuncu seçildi. Bugün Bielsa'nın Munian'ı kullanması gibi, çabuk ve direk bir kanat oyuncusu olan Ashley Young forvet arkasında oynayarak vizyonuna yeni bir boyut kattı, kendini en iyi şekilde gösterme olanağı buldu. İşler daha farklı gelişseydi; Bent transfer edilmeseydi veya Albrighton gibi çok kuvvetli bir rakip olmasaydı ve Agbonlahor daha sık oynasaydı bu direnişi gösterir miydi, bunu bilmek mümkün değil. Ama neticede, Bent'in olduğu bir yerde solda oynamasının mümkün olduğu kendi aklına da yatmış gözüküyor. Bunun için de McLeish'in yaklaşımına bir alkış.

Peki, Agbonlahor yeniden takımın bir parçası olduğunu hissettiğinde tüm parçalar yerine oturuyor mu? Kendisini geliştirmesinin etkisi kadar McLeish'in yarattığı ortamın da -bunu bilinçli yaptığına dair şüphelerim var- buna katkısı büyük. Bu da orta sahadaki ikilinin -dolayısıyla da büyük ölçüde takımın- değişen, yeniden İngilizleşen yapısıyla oldukça alakalı. Keza can alıcı bir nokta olarak hemen söyleyelim: Gabby, durdurulamayacak şekilde yükselip kendine forvette yer açana kadar McLeish'le de sol kanat olarak oynuyordu ve Blackburn'e attığı gol de büyük ölçüde bu görevi sayesinde oldu.



O'Neill döneminin başarılı ama az değişen, yavaş ilerleyen ve fazla sevilmeyen karakterinden bahsetmiştim. Pas adedi takımların oyunlarının gelişmişlikleriyle paralel olarak anılıyorsa, yukarıda WhoScored.com'un sağladığı diyagramlarla Houllier'nin gelişiyle değişen Aston Villa'yı görüyoruz. Sabırlı oyun, bu daha çok pas yapan yapının önemli bir karakteri. Yani oyun kurulumu şimdikinden farklı olarak biraz daha uzun sürüyordu. Böyle bir yapıda hücum verimliliğinin korunması için, top tekniği yüksek kenar oyuncuları gerekir i) Sirkulasyonun, pas akışının sağlanması için ii) Rakip sıklıkla derinde savunduğundan, ancak hızıyla çalım atabilen oyuncuların hızlanabilecek alan bulmakta zorlanmalarından. Bu durumda, ancak dikine oynayabilen ve özellikleri yetersiz kalan Gabby bir sol forvet değil de sol önde oynayan sol bek oyuncusu gibi davranabildi. Hızıyla rakibi geçebileceği bir adımlık mesafeyi bulamadığı için de verimsiz oldu. Aşağıdaki grafikte farklı karakterdeki iki takıma -önde savunma kuran Blackpool, ve deplasmanda oynayan (aynı zamanda da 4'lü blok dizilmesini iyi yapan) Fulham- karşı iki farklı Agbonlahor gözlemliyoruz.



Ayrıca Houllier, Agbonlahor'un söylediği kadar tutucu, dediğim dedik birisi değildi. Aşağıda Guardian'ın chalkboard uygulamasıyla Agbonlahor'un hava toplarında bir seçenek olarak kullanıldığını görüyoruz. Bu da denenmişti. Zaman zaman Gabby'e uzun oynanıyordu veya sol koridorda sırtı dönük olarak top alıyordu. Senelerdir stoperlerle boğuşan biri için beklere karşı avantajı elbette büyük. Ondan beklenen takımın oyununa entegre olmasına yetecek düzeyde bir teknikti fakat şöyle bir düşününce sanırım yine de bugünkü konumundan farklı bir yerde olacaktı. Bu da Houllier'in anlayışı ve ondan beklentisiyle ilişkili. Onu bir forvetten öte muhtemelen Walcott gibi takımın boyunu ayarlayan bir kenar oyuncusu olarak görüyordu, dolayısıyla bu kurguda onu çizgiye yakın görmemiz daha olası olacaktı.



McLeish ise Adalı zihniyette bir hoca olarak hücumların daha hızlı başlamasından yana. Bu, takımın topa sahipliğini ve rakip üzerinde kurduğu baskıyı azaltsa da Agbonlahor gibi oyuncular için bulunmaz bir nimet oluyor. Gabby böylece ani çapraz paslarla veya uzun toplarla forvet pozisyonlarında birebir kalabiliyor; dört beş saniye içinde orta sahadan koşmaya başlayan Petrov ceza sahası uzak köşeden içeriye pas çıkarırken görülebiliyor. Bardağın diğer tarafından bakıncaysa, iç sahada kazanılan Wigan Athletic maçında topa ancak %39 oranında sahip olunabildiği görülüyor. %39 kadar topa sahip olup, rakipten bir fazla -16- gol pozisyonuna girmek; bu, Villa'nın yeni karakterini çarpıcı bir şekilde yansıtıyor. Oranların biraz daha dengeye gelmesi zamanla ve Barry Bannan'ın takımdaki yerini sabitlemesiyle mümkün olabilir.