2014/11/09

İspanyol uyruklu İngiliz: Roberto Martinez



'Geleceğin teknik direktörleri' adı altında bir seriye başlamaya karar verirken aklımızdan neler geçiyordu? Belli bir yaşın, belirlediğimiz parametreye göre 45 yaşın altında, ve henüz futbol sahnesinin en büyüklerinde kendini tam anlamıyla ispatlama fırsatı bulamamış; fakat ileriki yıllarda adını çokça işiteceğimizi düşündüğümüz teknik direktörleri belirlemeye çalışacaktık. Yine de bu listeyi oluştururken en büyük motivasyon kaynağımız, aslında başka bir noktaya dikkat çekmekti.

1996'da Arsenal'e Japonya'nın Nagoya Grampus takımından gelen ve “Arsene who?” (Arsene kim?) manşetleriyle karşılanan Arsene Wenger'in, Ada futbol kültürü üzerinde ne denli büyük bir etki yarattığı üzerine sayısız tartışma yapılmıştır. 6 dil konuşabilen, oyuncuların beslenme alışkanlıklarını yeniden belirleyen ve ekonomi üzerine master yapmış bir menajer Premier League için bir ilkti. Galip gelinen maçların ardından takım olarak topluca 'dağıtmanın' profesyonel futbolcular için kabul edilebilir bir davranış olmadığının benimsenmesinde ve Ada futbolunda içki kültürünün değişmesinde Wenger'in çok önemli bir rolü olacaktı. Kuşkusuz daha sonra Gerard Houllier, Jose Mourinho gibi değerli yabancı menajerler de Wenger'in açtığı kapıdan Adaya ayak basmıştı. 20. yüzyılın sonunda, Arsene Wenger daha önce gördüğümüz herkesten farklı duruyor ve futbolda yeni bir döneme işaret ediyordu.

Listedeki pek çok isimde, ve daha şimdiden çok başarılı olmaları gerekçesiyle bu listeye dahil edilemeyen Luis Enrique, Andre Villas-Boas gibilerinde, Wenger için sözü edilen bu özelliklerin var olduğunu göreceksiniz. Kazandıkları başarılar bir yana, teknik direktöre bakış açımızı değiştirebilecek niteliklere sahipler ve 'geleceğin' teknik direktörleri olarak anılmayı bu yüzden hak ediyorlar. 2010'da Burnley'e yaptığı iş teklifinde kullandığı Powerpoint sunumu kulübün yöneticilerince fazla 'teknik' bulunan ve işi bu sebeple alamayan 34 yaşındaki Andre Villas-Boas size de garip gelmiyor mu? Peki ya Luis Enrique'nin Barcelona antrenmanlarını bir kule üzerinden, adeta Football Manager kamerasından izler gibi 'tepeden' takip etmesine ne demeli?

Bu seride ilk yazılacak isim Roberto Martinez olacak. 1995'den bu yana Britanya'da yaşayan ve 'artık İngilizce düşünebilmek' için Manchester'da ikinci üniversitesini bitiren Katalan, futbolculuğu sırasında eş zamanlı olarak her hafta sonu televizyonda İspanya futbolu yorumculuğu yapıyordu. Son iki Dünya Kupası'nda Amerikan ESPN kanalı adına çalışan Martinez, yaptığı analizlerle Amerikalılara futbolu sevdirme konusunda en az Tim Howard kadar etkili bir isim olarak anılıyor. Gelin Roberto Martinez'i daha yakından tanıyalım.

*     *     *



Roberto'nun çok başarılı bir menajer olması beni şaşırtmıyor, çünkü o fazlasıyla titiz ve zeki biri. Aynı futbolculuğundaki gibi. Futbolcuyken hiçbir zaman sebepsiz yere koşmaz, sahada yaptığı her harekette bir anlam arardı. Oyuncularına da aynı profesyonel ve mükemmeliyetçi bakış açısını kazandırmak istiyor. Hiçbir zaman alkol ve sigara kullanmayan biri olarak, takımındakilerin de aynı özeni göstermesini bekliyor. Pozitif, yardımsever, arkadaşlarına destek olmaya her zaman hazır biri oldu. Onu tanıdığım için çok şanslıyım ve öyle söyleyebilirim ki, Roberto ailem dışında tanıdığım en önemli insan ve benim en büyük ilham kaynağım.”  
Jordi Cruyff

Roberto Martinez'in 2008 yılında yayınlanan otobiyografisinin önsözünü yazan Jordi Cruyff, en yakın dostunu bu şekilde tanımlıyor. Roberto Martinez, Jordi'nin düğününde sağdıç olmuş, ve daha sonra da Jordi'nin oğlunun vaftiz babası. 20'li yaşlarının hemen başında İspanya'dan koparak Adanın yolunu tutan bu iki genç, o vakitler pek de kozmopolit yerler olmayan İngiltere'nin kuzey vilayetlerinde tanışmış. Jordi, Manchester'a uyum sağlayamayarak 4 sene sonra İspanya'ya geri dönmüş. Martinez ise o günden bu yana hâlâ İngiltere'de, tam 19 senedir.

İngiltere Milli Takımından 'biz' diye bahseden 41 yaşındaki Roberto Martinez, hayatının yarısını İngiltere'de geçirmiş biri olarak, kendini yarı yarıya İspanyol ve yarı yarıya İngiliz olarak tanımlıyor. Martinez, futbolu öğrendiği İspanya'nın ve kariyerinin hemen hemen tamamını geçirdiği İngiltere'nin farklı futbol kültürlerini bir araya getirdiği, kendine özgü bir futbol anlayışı ortaya çıkarmış. 'Bobby', İngiliz futboluna dışarıdan bakabilen bir yabancı değil; bilakis, artık içlerinden biri. Fakat diğer yandan, dışarıdan birinin perspektifiyle bakabilme ayrıcalığına sahip. Bu, gerçekten eşsiz bir konum.

Roberto Martinez'i anlamaya çalışırken, İspanyol kökenlerinden gelen ön yargıya kapılıp da onu sadece topa sahip olma oyunun idealist bir temsilcisi olarak görmek, büyük bir yanılgı olacak. Geçtiğimiz ay FourFourTwo'ya verdiği röportajda, bir futbol kulübünü sanki sonsuza dek orada kalacakmışçasına yönetmelisiniz, diyordu Martinez. Onu en iyi anlatan cümle bu olsa gerek. Roberto Martinez, bir yandan saha içinde olan bitene dair çok iyi analizler ve çözümler sunabilen bir antrenörken, diğer yandan futbolu tüm boyutlarıyla anlamaya çalışan, çok yönlü bir futbol adamı.

1995 yılında Wigan Athletic'e transfer olan üç İspanyol oyuncudan yalnızca Roberto Martinez'in kalıcı olması bir rastlantı değil. Sert ve direkt oynanan İngiliz futboluna adapte olamayan diğer oyuncuların aksine, Martinez alışık olmadığı bu kültüre uyum sağlamanın yollarını aramış. Topa sahip olma oyunu eğitimi almış birinin perspektifinden bakarak, İngiliz futbolunda neyin işe yarayabileceğini bulmam gerekiyordu, diyor Katalan. Alt liglerde tüm İngiliz takımları 4-4-2 oynarken, onları düşük bütçeli Swansea ile alt edebilmeleri, ancak 4-3-3, 4-2-3-1 gibi farklı dizilimler üzerinden çözümler arayarak mümkün olmuş. Martinez, İngiliz futbol piramidinin gerçekliği içinde, bir İspanyol'a özgü çözümler yaratarak her gittiği kulüpte iz bırakmayı başarmış.

Roberto Martinez, hayatında izlediği en iyi futbol takımı olarak 1993 yılının Barcelona'sını anıyor. En yakın dostu Jordi Cruyff'un babası Johan Cruyff'un çalıştırdığı ünlü Barcelona takımı. Barcelona öyle bir takımdı ki, herkes onların ne yapacağını bilmesine rağmen yine de kimse onları alt edemezdi, diyor Martinez. Johan Cruyff, tüm Barcelona kulübünün 'felsefe'sini baştan aşağı değiştirirken, o sıralar Real Zaragoza alt yapısında oynayan 20 yaşındaki Roberto'yu da derinden etkilemiş.

The Independent gazetesinin 2009 yılında “Roberto Martinez: Yeni Arsene Wenger mi?” başlığıyla sunduğu röportajda, Martinez için bir futbol 'felsefe'sine sahip olmanın ne anlama geldiğinin anlatıldığı değerli bir bölüm yer alır. “İnançlarıma kuvvetle bağlıyım, sonuç kesinlikle belli bir oynama biçimiyle gelmeli.” diye başlar. “Önemli olan, performansınızın yüksek olması ve futbol kulübünü ne şekilde geliştirdiğinizdir. 10 maçlık bir periyotta, istikrarlı olarak kazanmaya devam etmek için kısa vadeli çözümler yaratmak zorundasınız. Ama bir maç için baktığınızda, oynama biçiminiz de en az maçın sonucu kadar önemlidir.” der Martinez.

Roberto Martinez'in, gelecekte Barcelona'yı çalıştırmasına kesin gözüyle bakılan teknik direktörlerden biri olarak anıldığına tanık olabilirsiniz. Fakat yazının bu kısmına kadar hâlâ dersinizi almadıysanız, bir kez daha tekrar edelim: Roberto Martinez, ilk aklınıza gelen, sanki kesin gibi gözüken kalıplara çoğu zaman uydurulamıyor. Hayatında gördüğü en iyi takımın Barcelona olduğunu söyleyen Katalan Martinez, bir Barcelona taraftarı değil. Aslında küçüklüğünde en gıpta ettiği oyuncu da bir Real Madrid efsanesi olan Emilio Butragueno. Küçük Roberto, Barcelona taraftarı olan tüm arkadaşlarının aksine, babasının takımı Balaguer'i tutuyordu. Aynı adı taşıyan babası Roberto Martinez Sr, onun hayattaki en büyük ilham kaynağı olmuştu.

İlk yarı: İspanya

Roberto Martinez, futbolla yaşayan ve futbolla nefes alan bir ailenin içine doğdum, diye anlatıyor. İşine bağlı, çok iyi bir profesyonel olan babasının tüm hayatı, futbol kariyerine göre şekillenmiş. 43 yaşına kadar çeşitli kulüplerde futbol oynayan baba Martinez, sıkı bir egzersiz ve diyet programına bağlı olarak yaşamış. Martinez, Pazar günleri babasını izlemeye gittiği futbol maçlarını çocukluğuna dair ilk hatıralar olarak tanımlıyor.

Babasının hiçbir oyunu, hatta kart oyunlarını bile kaybetmek istemeyen rekabetçi yapısının kendisi için çok iyi bir öğrenme süreci olduğunu söylüyor Martinez. Babasını, kaybetmekten nefret eden ama kazanan rakibine saygı göstermeyi unutmayan pozitif bir insan olarak tanımlıyor. İçki ve sigara kullanmayan, 34 yaşında teknik direktörlük teklifi aldığı vakit, babası gibi 40'larına kadar futbol oynamak istediği için büyük bir ikilimde kalan biri Roberto Martinez. Pozitif karakterinin oluşması ve profesyonel kariyerinin şekillenmesinde, büyüdüğü sıcak aile ortamının etkisi çok büyük.

Martinez, babasının işi nedeniyle sürekli şehir değiştirmek zorunda kalan annesi Amor'u sevgiyle anarken, annesi ve Motherwell'de futbol oynadığı sırada tanıştığı İskoç eşi Beth arasındaki benzerliklerden bahsediyor. Martinez, üzerine kalemle çizimler yapabildiği 60 inçlik televizyonunda, kaybettikleri maçların görüntülerini tekrar tekrar izliyor. “Bir çözüm bulana kadar kendime gelemiyorum. Düşünmek ve çözümler oluşturabilmek için zamana ve alana ihtiyacım var.” diyor Martinez. Evle işi bu denli birbirine karıştırmasına karşın, eşi Beth'in onu anlayışla karşılamasından dolayı çok mutlu olduğunu söylüyor. Şehrin tüm erkekleri haftasonunda eşlerini dansa götürürken, maçları sebebiyle Amor'a bu zamanı ayıramayan Roberto Sr'un hissettiği gibi. Mutlu bir evlilik yapan Roberto Jr.'un evi ve tüm hayatı, aynı babası gibi futbol kariyerine göre şekilleniyor.


Solda: Barcelona genç takımından Jordi Cruyff ve Zaragoza’dan Roberto Martinez aynı karede. Henüz birbirlerini o kadar da iyi tanımıyorlar! | Sağda: Roberto Martinez, elinde 1982 Dünya Kupası topu ‘Tango’ ile.

9 yaşındaki Roberto, cumartesi günlerinde okul takımı için beş kişilik maçlarda ve ertesi günde, babasının teknik direktörlük yaptığı Balaguer'in genç takımında 11'e 11 maçlarda oynuyordu. Roberto, teknik direktör olan babasıyla futbol tartışmaya da bu yaşlarda başlamış. İspanya'da aldığı eğitimi hatırlayan Martinez, İngiliz futbolunun alt yaş kategorilerinde yaptığı hatalara değiniyor. Çok küçük bir alanda dörder kişiyle oynadıkları 'futbol sala', tekniğini geliştirmesi ve futbolu serbestçe, kendi deneyimleriyle tanıması açısından çok önemli olmuş. Martinez, İngiltere'de 11'e 11 futbola çok küçük yaşta başlandığını söylüyor.

16 yaşına geldiğinde, Balaguer'e iki saat uzaklıktaki Zaragoza şehrinin takımı Real Zaragoza'ya transfer olan Martinez, böylece İspanya'nın büyük kulüplerinden birine sıçrama yapmayı başarmış. Genç takımlarda geçen beş senenin ardından, ligde yalnızca 1 kez oynayarak 21 yaşında Balaguer'e geri dönmüş. Martinez, şöhreti yakaladığını sanıp kendini kaybeden diğer genç sporcular gibi olmayacağı hususunda ailesine bir söz verdiğini söylüyor. Bu esnada, annesinin dileğini de gerçekleştirerek Zaragoza Üniversitesi'nde Fizyoterapi bölümünü bitirmiş. Martinez, futbol kariyerinin beklenmedik bir şekilde sona erme ihtimaline karşı, başka bir alanda da eğitim alması gerektiğini düşünüyordu.

Balaguer'de bir sene daha oynadıktan sonra, Dave Whelan'ın peşine takılıp 22 yaşındayken İngiltere dördüncü kademe takımlarından Wigan Athletic'e transfer oldu. İspanyol oyuncuların İngiltere'ye transferi, hele ki İngiltere alt liglerine transferi, o tarihlerde görülmemiş bir şeydi. İngiltere'nin kuzeybatısında, kış vakti dükkanlar akşam beşte tamamen kapanmış oluyordu. Sabah antrenmanı sonrası 'siesta'sını ihmal etmeyen Roberto, kuşkusuz bu denli büyük bir kültür farkıyla karşılaşacağının farkında değildi.

İkinci yarı: İngiltere

1995 yılında Wigan Athletic'i satın alan iş adamı Dave Whelan, 20'li yaşlarının başındaki üç İspanyol genci Wigan gibi bir yere getirmek için neler yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. “Sakatlık tazminatı olarak aldığı parayla açtığı ilk spor dükkanından, tüm Avrupa'da bilinen bir spor mağazası ağı oluşturmuş. Elini değdirdiğini altına çeviren biri gibi gözüküyordu. ” diyor Martinez. Whelan, eski bir futbolcuydu. 1960 FA Cup finalinde ayağını kırması sebebiyle bir miktar tazminat almış, futbola daha fazla devam edemediği için bu parayla iş hayatına atılmıştı. 'Üç Amigo' olarak anılacak Martinez ve arkadaşlarına, beş sene içinde Premier League çıkmayı vaat etti. 10 senede oldu, ama bunu sahiden başardılar.

1995'in Temmuz ayında Wigan'a geldik. Bizimle ilgilenen herkes çok olumluydu, kendimizi özel hissettiriyorlardı. Hatta Blackpool'a bir gezi dahi düzenledik ve şans o ki, gezimiz güneşli bir güne denk getirilmişti! O kadar mutluyduk ki, ailelerimizi arayıp İngiltere'nin İspanya'dan o kadar farklı olmadığını dahi söyledik!” diye anlatıyor Martinez. İşin aslının böyle olmadığı anlaşılınca, onla beraber transfer edilen diğer iki İspanyol oyuncudan Jesus Seba bir, Isidro Diaz da iki senenin sonunda ülkelerine geri döndüler. Martinez ise ilk sezonunda taraftarlar tarafından yılın oyuncusu seçilmişti.

6 sene Wigan Athletic'te ve 3 sene Swansea City'de olmak üzere 12 sene boyunca İngiltere'nin alt liglerinde oynayan Roberto Martinez, bu esnada İngiliz futbol piramidini çok iyi bir şekilde gözlemleme imkanı buldu. Diğer yandan, İngiltere futbol kültürüne bu denli iyi adapte olabilen bu iyi eğitimli ve kibar İspanyol, İngilizlerin de dikkatinden kaçmıyordu. Walsall ve Chester City'de oynarken Sky Sports'un Pazar öğleden sonra programı 'İspanya Futbolu'nda yorumcu olarak yer almaya başladı. Oynadığı tüm kulüplerde iz bırakmıştı. Swansea City, henüz 33 yaşında bir futbolcu olarak kariyerine devam ettiği sırada, onu menajer olarak takımın başına getirmek isteyecekti.



Martinez bir keresinde, sanki Swansea City'de başardıklarını özetlercesine, sizi takip edecekler için iyi temeller oluşturmalısınız, demişti. Onun gelişiyle yepyeni bir 'felsefe' edinen Galler kulübü, Martinez'i takiben Paulo Sousa, Brendan Rodgers, Michael Laudrup gibi topa sahip olma oyununu tercih eden menajerlerle çalışarak çok başarılı sezonları geride bıraktı. Dave Whelan'ın hatalı tercihleri sonucu, Wigan her ne kadar Martinez'in ayrılığı sonrası aynı istikrarı sürdüremese de, Martinez yine de kendisinden sonra geleceklere mükemmel bir miras bırakmayı başardı. Whelan'ın en büyük uktesini gerçekleştirdi, FA Cup'ı kazandılar.

Geçtiğimiz sezon Everton'ın başına geçen Martinez, başkan Bill Kenwright'a Şampiyonlar Ligi'ne katılma sözü verdiğini söylüyordu. Wigan'ın başına geçtiğinde, Avrupa Kupalarına katılacaklarını söylediği gibi. Roberto Martinez'in sözleri ilk dinleyişte kulağa inandırıcı gelmese de, oyuncularına aşıladığı güven ve tüm takım üzerinde yarattığı pozitif hava, sanki her şeyi mümkün olabilir kılıyor.

Martinez, Everton'la ilk sezonunda 72 puan toplayarak kulübün Premier League puan rekorunu kırdı. Sezon sonunda, haklı olarak, bıraktığı sağlam temeller için David Moyes'a teşekkür ediyordu. Kulüpteki oyuncuların hemen hemen tamamıysa, adeta ağız birliği etmişçesine, Moyes ile Martinez arasındaki temel bir farkı öne çıkarmıştı: Moyes, rakibi durdurmak üzerine planlar yapıyor; Martinez ise kendi oyun planlarını rakibe empoze etmek istiyordu. Martinez'in en büyük hayranlarından Tim Howard, “Antrenmanlarda rakibi değil, kendimizi düşünüyoruz. Fark bu.” şeklinde açıklıyor. “Moyes varken, tüm hafta rakibin neler yapacağı ve bizi nasıl tehlikeye atacağı üzerine çalışırdık. Martinez aklı bu şekilde çalışmıyor, o harika bir zekaya sahip. O rakip takımlarda tehlike değil, güçsüzlük arıyor. Tüm hafta rakibin güçsüz yönleri üzerine çalışıyoruz.” Howard, 35 yaşında futbola dair hâlâ yeni şeyler öğrendiğine inanamadığını söylüyordu.

Jenerasyonunda dünyanın en iyilerinden Romelu Lukaku, Roberto Martinez'le çalışmaya devam edebilmek için Everton'ı ısrarla tercih etti. Sanki dünyanın dört bir yanından futbolcuların Pep Guardiola'yla çalışmak istemesi gibi değil mi? Martinez, önümüzdeki senelerde yeni başarılar elde etmeye devam edecek ve biz de bu satırlarda onu yeni övgülerle karşılayacağız.   

2014/10/01

Kuzey Londra derbisi: Arsenal - Tottenham


FourFourTwo Türkiye 100. sayıda.

Modern döneme Arsenal’in ezici üstünlüğüyle taşınan Kuzey Londra rekabeti, bilhassa da son yıllarda sahne olduğu bol gollü karşılaşmalar ve karşılıklı atışmalarla, İngiltere’nin en merakla beklenen, en eğlenceli ve ateşi bir an olsun sönmeyen derbilerinden biri olarak tanımlanabilir. Sahiden, rakibinden üst sırada bitirmekle bu denli ilgilenen başka hangi rekabet olabilir? Arsenal taraftarı, lig tablosunda Tottenham’ın üzerinde bitirmenin garantilendiği günü, ki bu uzunca bir süredir her sene gerçekleşmekte, St. Totteringham’s Day adıyla kutluyor. Taraftarının “Tottenham’dan nefret eden otursun!” tezahüratına karşılık veren kaleci Szczesny’e, veya sedyeyle oyundan çıkarılırken rakip tribune eliyle skoru hatırlatan Walcott’a, bu kadar sık tekrarlanan rakibi küçümseme jestlerine ancak Kuzey Londra derbilerinde denk geliyorsunuz. Arsenal, Tottenham’la alay etmeyi fazlasıyla seviyor.

Lakin Premier Lig öncesi dönemde, böylesine açık bir makastan söz edebilmek mümkün değildi. Bilakis, güneyin bu iki öncü takımından ‘ilk’lerin altına imzasını atan çoğu kez Tottenham olmuştu. 1960-61 sezonunda hem ligi hem de FA Cup’ı şampiyon bitiren ‘Super Spurs’, 20. yüzyılda ‘duble’ gerçekleştirmeyi başaran ilk İngiliz takımı olurken, bundan 10 sene sonra Arsenal aynı başarıyı tekrarladığında, yani 70’lere gelindiğinde, iki takımın karşılaştığı maçlardaki galibiyet oranları hemen hemen aynı seviyede bulunuyordu. Günümüzdeki gibi, Arsenal lehine değil.

Rekabetin başlangıcı için I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesine, 1913 yılına gitmemiz gerekecek. Bunun öncesinde, henüz Sir Henry Norris, Arsenal üzerine büyük bir kumar oynamaya karar vermeden evvel, karanlık bir dönemden geçen Woolwich Arsenal Londra’nın öte yakasında, Manor Field’da maçlarını oynuyordu.

Kuruluş hikayeleri

Hotspur Kriket Klübünden bir grup oyuncu, Tottenham High Road’daki sokak direğinin altında toplanıp bundan böyle düzenli aralıklarla futbol oynamak üzere sözleştiklerinde, yıllardan 1882’dir. Kurucu üyeleri Northumberland Park bölgesi civarından olan Hotspur, adını da bu vesileyle almıştır. Kulübün ortaya çıktığı 19. yy’a gelindiğinde, bölgedeki konutların çok büyük kısmı Northumberland ailesi tarafından finanse edilmiş durumdadır ve Hotspur, 14. yy’da Kral IV. Henry’e karşı isyan başlatan Northumberland kontu Sir Henry Percy’e bahşedilmiş sıfat olarak bilinmektedir. Kendini bu gelenek içinde tanımlayan Hotspur FC’nin ilk merkez binasının ismi, Percy House olarak seçilir. 84-85 sezonu sonunda, Sir Percy’nin izinden giden başka bir kulüple karışıklığı önlemek açısından, kulübün ismi Tottenham Hotspur şeklinde değiştirilir ve dönemin futbol devi Blackburn Rovers’tan esinlenerek mavi-beyaz renklerde karar kılınır.

Hotspur FC’nin ortaya çıkışından 4 sene sonra, 1886’da, David Danskin’in hayat verdiği Dial Square adlı bir takım kurulacaktır. Dial Square, Woolwich’teki cephane fabrikası imalathânelerinden birinin ismidir ve takımın oyuncularını da bu fabrikadaki cephane işçileri oluşturmaktadır. Dial Square’in ilk kaptanı İskoç Danskin, kuzeyin popular oyunu futbolun yerine rugby’nin tercih edilir olmasından rahatsızlık duyan çok sayıdaki göçmen işçiden biridir. Aynı yılın sonunda, Plumstead’daki Royal Oak Pub’da yapılan toplantıda kulübün adını Royal Arsenal olarak değiştirme kararı alınacaktır. 5 sene sonra tekrar bir isim değişikliğine gidildiğinde, yeni isim Woolwich Arsenal olur. Nihayet, Highbury’e taşınacakları 1913 yılının sonunda, kulübün adından Woolwich de atılır ve öncesinde boydan boya kırmızı olan formalar, bugünkü kırmızı-beyaz renklerine kavuşur. Arsenal’in kırmızı renkleri, Woolwich’e gelmeden evvel Nottingham Forest’ta futbol oynayan Beardsley ve Morris Bates’ten etkilenmelerle ortaya çıkar. Geleceğin ezeli rakipleri arasındaki ilk karşılaşmaysa, 1887 sonbaharında oynanacaktır. Tottenham’ın 2-1 üstünlüğüyle giderken havanın erken kararması sebebiyle 15 dakika erken bitirilen ilk maç, kimi Spurs taraftarlarınca, Arsenal’in hilelerinden bir başkası olarak anılır.

FA Cup'ı kazanan ilk 'güney' kulübü Tottenham Hotspur.

Profesyonel olma kararını ilk alan taraf, 1891 yazında Arsenal olur. Lakin, 1885’te yasallaşan profesyonel futbol takımlarının güney vilayetlerinde benimsenmesi için, epey bir zaman geçmesi gerekecektir. Profesyonellere yönelik soğuk bir tavır izleyen Londra Futbol Federasyonu’ndan red cevabı alan ve lige kabul edilmeyen Arsenal, o sezon yalnızca FA Cup ve bazı dostluk maçlarıyla yetinmek zorunda kalır. Bir sonraki sezonda, yeni kurulan Football League ikinci kademe ligine yaptıkları başvuru bu kez kabul bulur. Böylece, Football League’in ilk güney takımı takımı olma onuru Arsenal’e bahşedilmiştir. Bu durum, tamamen kuzey ve Midlands takımları tarafından domine edilen ilk dönem İngiltere futbolunu yansıtan çarpıcı bir örnektir. Çok geçmeden, birinci lige yükselerek İngiltere’nin önemli takımları arasında sayılmaya başlanan Arsenal, Londra’nın en değerli kulübü hâline gelmiştir.

Tottenham’ın profesyonelliğe adım atışı 4 sene sonra, ve Football League birinci kademesinde Arsenal’le beraber mücadele etmesiyse bundan çok daha geç bir zamanda, ancak 1909-10 sezonunda gerçekleşir. Tottenham’ın Güney Ligi’nde ve diğer amatör takımlarla geçirdiği yılların en önemli getirisiyse, bu yıllarda kazandığı yerel saygınlıkla fabrikatör John Oliver’ın ilgisini çekmesi olmuştur. Başkanlığa gelen Oliver, profesyonelliğe geçişte ve White Hart Pub’ın arkasındaki araziyi satın almak üzere sermaye oluşturulmasında önemli roller oynar. Hâlâ yerel Güney Ligi’nde oynayan Tottenham Hotspur, 1901 yılında kimsenin beklemediği şekilde FA Cup’ı kazandığında, bunu başaran ilk güney kulübü olma onuruna erişir. Nihayet, 1908-09 sezonunda yerel ligi terk etme kararı aldıklarında, Stoke City yerine Football League ikinci kademesine dahil edilirler ve hiç beklemeden, ilk senelerinde bir üst lige yükselirler. İki takımın Football League’deki ilk karşılaşması Arsenal’in 1-0’lık üstünlüğüyle biter.

Rekabetin esas başlangıcı ise I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında yaşanan iki olayla şekillenir.

İstenmeyen komşu

Kuzey Londra rekabeti denince akla gelen ilk isim, Sir Henry Norris olmalı. Bu fazlasıyla hırslı, ve kimilerine gore diktatör ruhlu iş adamının, Arsenal’i Londra’nın en büyük kulübü yapmak üzere hülyaları olmasaydı, Arsenal bir Güney Londra kulübü olarak kalmaya devam edecek ve kim bilir, belki de bugünkü rekabetin ortaya çıkması hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti. Norris, 4 sene içinde yaptıklarıyla Arsenal’i Spurs taraftarının gözünde en büyük nefret objesi hâline çevirmeyi başardı ve daha sonra Arsenalliler de, yeni komşularından nefret etmeyi kısa sure içinde öğrendiler.

Norris’in ilk plânı, Arsenal’le Fulham’ı birleştirmek veya Craven Cottage’ın iki kulüp tarafından da kullanılabilmesi için FA’in rızasını almaktı. Fakat ikisinden de sonuç almayı başaramadı. Bunun üzerine, yapılacak tek bir şey kalmıştı: yeni bir stada geçilmesi konusunda diğer yöneticileri ikna edecekti. Football League’de mücadele eden beş Londra kulübünden, en kötü yerleşime sahip olanı açık ara Arsenal’di, sahada alınan sonuçlar kötüye gitmeye başlamıştı ve şu hâlde, kulübü büyütebilmek için tek çareyi yeni bir lokasyona yerleşmekte görüyordu. 1913’te, radikal bir kararla Kuzey Londra’daki Highbury arsasını satın aldı. Bu durumdan hiç de hoşnut olmayan muhitin diğer iki kulübü Clapton Orient ve Tottenham Hotspur, FA’e başvurarak bölge için üç takımın fazla olduğu, ve Arsenal’in taşınması durumunda kendi var oluşlarının tehlikeye gireceği itirazında bulundular. Lakin bu itirazlar reddedilecek, ve sözü geçen yerleşim alanında “üç kulübün de ayakta kalabilmesi için yeterli popülasyonun olduğu” ibaresine yer verilecekti. Norris, her şeye rağmen o sezonun sonunda küme düşmelerine engel olmayı başaramadı. Bir sonraki yıl, ligi son sırada bitiren Tottenham’a da ikinci lig yolu gözüküyordu. Fakat araya Dünya Savaşı girdiğinden, liglerin yeniden başlaması için dört sene beklemek gerekecekti.

"...Bu fazlasıyla hırslı, ve kimilerine gore diktatör ruhlu iş adamının, Arsenal’i Londra’nın en büyük kulübü yapmak üzere hülyaları olmasaydı, Arsenal bir Güney Londra kulübü olarak kalmaya devam edecek ve kim bilir, belki de bugünkü rekabetin ortaya çıkması hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti."
(Spurling, "Arsenal Futbol Kulübünün Alternatif Tarihi" adlı kitabın yazarı.)

Savaşın bitiminin ardından, iki ligin de ikişer takımla genişletilmesi kararı alındığı duyuruldu. İlk aşamada, alt ligden yükselen iki takımın yanı sıra, son iki sırayı alan Chelsea ve Tottenham’ın da yerlerini koruması gerektiği fikri paylaşılıyordu. Korkutucu, istediğini alan biri olarak bilinen Sir Norris’inse başka planları vardı: Arsenal’i bir üst lige taşımayı hedefliyordu. Üstün lobi faaliyetleri sonucunda, Chelsea’nin yerini koruması, ve fakat son belirlenecek takım için üye kulüpler arasında bir oylama yapılması gerektiği kararı ortaya çıktı. Arsenal’e 18, Tottenham’a ise 8 oy çıkıyor ve bu durumda, ikinci ligi altıncı sırada bitiren Arsenal, Tottenham’ın yerine birinci ligde oynamaya hak kazanıyordu. Tottenham, hemen o sene içinde bir üst lige yükselmeyi başaracak ve sonraki sezonda, tarihinde ikinci kez FA Cup’ı müzesine götürecekti. 20’ler, nefretin en canlı tutulduğu dönem olmalı. Şayet 30’ların ikinci yarısından itibaren, tarihinin en parlak dönemlerini yaşayan Arsenal’in aksine, Tottenham bir gerileme dönemine giriyor ve ancak 1950’lere girildiğinde tekrardan birinci lige yükselebiliyordu. Futbol tarihine geçen 1930 dönemi Arsenal takımının mimarıysa, eski bir Tottenham oyuncusu, Herbert Chapman olacaktı.

Muhteşem takımlar

20. yüzyıl, pek çok efsanevi Tottenham ve Arsenal takımlarına tanıklık etti: Arthur Rowe’nin push-and-run Spurs’ü, 60-61’de dubleyi gerçekleştiren, ve bundan 2 sene sonra da Avrupa Kupası kazanan ilk Britanya takımı olacak olan Super Spurs; 70’deki dublenin kahramanı Arsenal, ve yüzyılın sonunda, The Invincibles öncesi 97-98 takımı. Ama tüm bunlardan önce, en iyi bilinen ve anlatılan Herbert Chapman’in takımı ve WM dizilişi vardı.

Taktiksel anlayışların izini sürerken, dönemin çehresini değiştiren yenilikçi anlayışların kökenini tek bir isim üzerinde toplama düşüncesi, çoğu zaman yanıltıcı sonuçlara ve tek boyutlu, yanlış bir tarihsel algı şekline neden olabiliyor. WM’yi ‘keşfeden’in Herbert Chapman olduğu algısı, bu bakımdan bir kez daha gözden geçirilebilir. 1925’te değişen ofsayt kuralına yönelik hâlihazırda pek çok takımın kurgusal değişikliklere gittiği; orta sahalardan birinin savunma oyuncuları arasına daha fazla sokularak adeta üçüncü savunma oyuncusu gibi davrandığı, ve forvet oyuncularınına derinde oynamaya doğru meyillendiği, o yıllarda yazılmış bir Southampton Echo makalesinde detaylı bir şekilde anlatılmaktaydı. Chapman’ın esas hayranlık uyandıran yönü, bu yeni uygulamaları sistemleştirip modernize etmesinde, ve 2-3-5 dizilimindeki belirsiz, eskide kalmış rollerin yerine, 3-2-2-3 şeklinde formulize edilebilecek yeni dizilim içinde yepyeni oyuncu modelleri yaratmasında yatıyordu. Kısacası, yapılması gerekenin ne olduğunu anlama kısmını çoğu kişi çoktan başarmış; ama bunun ne şekilde yapılması gerektiğini en iyi kavrayan ve tarihe geçen Chapman olmuştu. Chapman, oyunun ilk modern taktisyenlerinden biriydi ve fizik kondisyonu sağlama konusunda getirdiği devrimsel yeniliklerle, çağdaşlarından birkaç adım önde gittiği şüphesizdi.

Efsane: Herbert Chapman

Hikayenin bundan sonraki kısmı bilindiktir. Gol adedinin günden güne düşmesinden rahatsız olan karar alıcılar, 1925 yılında ofsayt kuralında değişiklik yapmaya karar verirler. Artık son pası alan oyuncunun kaleci ve iki rakip oyuncu arkasında değil, kaleciye ilaveten yalnızca bir rakibin arkasında olması gerekmektedir. Bu durum ani hücumlar ve derinden koşular için daha iyi bir ortam oluşturması bir yana, yepyeni sorunlar, çözümler, oyun plânları ortaya çıkarır. 34 yaşındaki iç forvet oyuncusu Charlie Buchan’ın telkinleri ve nihayet 7-0’lık yıkıcı Newcastle United mağlubiyetinin ardından, Chapman’ın aklında WM’nin (bu ismin nereden geldiğini merak ediyorsanız, 3-2-2-3 dizilimini bir kağıda çizmeye çalışın) ilk taslakları gezinmeye başlamıştır. Upuzun boyuyla Herbie Roberts, WM vesilesiyle evrilen ilk savunma oyuncularından biri olur; Arsenal, top sürme ve bireysel yetenek üzerine kurulu diğer İngiliz takımlarının aksine kusursuz bir kontra atak oyunu oynamaya başlamıştır. Diğer yandan, çok güçlü bir savunma hattı yaratan Chapman, henüz bundan habersiz, belki de ‘sıkıcı’, ‘şanslı’ (top sürme oyunu yerine kontra-ataktan buldukları goller nedeniyle) Arsenal yakıştırmalarının doğmasına sebep olan kişi olacaktır. Arsenal, 30’ların başından II. Dünya Savaşı’na kadar olan süreçte tam 12 kupa kazanır.

Arsene Wenger öncesindeki, Hornby kitaplarında anlatılan o ‘negatif’, güçlü savunma geleneğiyle bilinen Arsenal’in aksine, Tottenham Hotspur ‘güzel’ futbol oynamayı en önemli unsurlar arasında sayan bir anlayışla perçinlenmekteydi. Bu geleneğin oluşmasındaki en önemli figürlerden biriyse, kuşkusuz ki, 1949-50 sezonunda ikinci ligi şampiyon tamamlayan Tottenham’ın alışılmadık, yenilikçi fikirlerle dolu çalıştırıcısı Arthur Rowe’ydi. Rowe, 1939’da orduya katılmadan önce bir sure Budapeşte’de bulunmuştu ve “push-and-run”anlayışının, bu dönemde şekillenmeye başladığı tahmin ediliyordu. “Push”, yani takım arkadaşına yerden kısa pas oynama, ve “run”, yani pası verdikten sonrası hiç durmadan koşuya devam edip tekrardan topa sahip olma, günümüzde “duvar pası” olarak bilinen basit oyun bilgisini merkez alan, ve bu esnada izleyenlere büyük keyif veren bir pas alışverişi sekansını takip ediyordu. 4 sene sonra, ‘yüzyılın maçı’ olarak çağrılan meşhur Macaristan hezimetinde, “push-and-run”ın Tuna nehri varyantıyla karşılaşan İngilizler neye uğradıklarını şaşırmış hâldeydiler. Ve her büyük çalıştırıcının takımında olduğu gibi, Rowe’nin takımında oynayan futbolcuların önemli bir kısmı, sonraki yıllarda futbol tarihine adını yazdıracak antrenörlere dönüştüler. Kadife ayaklı sağ bek Alf Ramsey, 1966’da İngiltere’ye ilk ve tek Dünya Şampiyonluğu’nu kazandırıyor; kariyerinin tamamını Tottenham’da geçiren Bill Nicholson’sa, bu oyun anlayışını devam ettirerek 60-61’de dubleyi gerçekleştiren takımı kusursuzca inşa ediyordu. 3 sezon içinde 1’i lig, 2’si FA Cup olmak üzere toplamda 6 kupa kazanan ve Rotterdam’daki finalde Atletico Madrid’i 5-1 mağlup eden ‘Super Spurs’, kusursuz golcü Jimmy Greaves ve kulüp tarihinin en iyi oyuncusu olarak anılan Danny Blanchflower’lı kadrosuyla, İngiltere’nin uzun bir süredir gördüğü en iyi kadrolardan birine sahipti.

60'lara damgasını vuran Super Spurs, aslında bundan 10 sene önce Arthur Rowe tarafından şekillendirilmeye başlamıştı.

Modern dönem

Resme Arsene Wenger’in dahil oluşu ve Tottenham’ın birbirini tutmayan istikrarsız hamleleri sonucu, Premier Lig dönemine gelindiğinde Kuzey Londra rekabeti tüm bu anlatıları bir kenara attı ve yerini, ‘ne yaptığını bilen’ Arsenal’e karşı ‘asla potansiyelini gerçekleştiremeyen’, gerilerde kalmış Tottenham’ın aslında biraz da sonucu bilinen derbi karşılaşmalarına bıraktı. Arsenal, 1913’te Highbury’e geçişine benzer şekilde, çok büyük riskler alarak yeni bir stadyuma geçilmesi gerektiğini fark etti ve tüm sancılarına karşın, bu sıkıntılı dönemi geride bırakarak son 2 sezonda yaptığı transferlerle tekrardan en büyük kupalar için oynayacağının sinyalini veriyor. Diğer yandan, hemen hemen her sezona yeni bir hocayla başlama kültürünü benimseyen, fazlasıyla iyi ama her daim Arsenal’den bir gömlek aşağı olan Tottenham, ne belli bir istikrarı yakalayabilmiş, ne de yakın zamanda White Hart Lane’I terk edebilecek vaziyette gözüküyor. Real Madrid’den ayrılma planları yapan Angel di Maria’nın aklına gelen ilk gelen ‘olumsuz’ kulübün Tottenham olması, basit bir rastlantı olmasa gerek, öyle değil mi? “Kulübünüz için en iyisini yapmaya çalışırken Tottenham’la anıldığınızı duymak üzüntü veriyor!”

Referans kitap: The Battle of London (Rex Pardoe)

2014/09/15

Üçlü savunmanın büyüsü



Üçlü savunmayı işler bir oyun planına çevirmeyi başaran hocalar dahi, işe ilk başladıkları vakit bu fikirle yola çıkmış değillerdi. Antonio Conte'nin Juventus'taki ilk ayları, 4-2-4 diye bahsettiği bir dizilimin gölgesinde geçiyor; ertesi sezon aynı sistemi devam ettirerek FA Cup'ı kazanan -ama bu kez ligden düşmekten kurtulamayan- Wigan'a 14 lig maçında mucizevi bir şekilde 27 puan kazandıran üçlü savunma, ancak sezon ortasında, şubat ayında ilk kez görücüye çıkıyordu. Louis van Gaal'in Hollanda Milli Takımı için 3-4-1-2 tasarılarıysa, yeri dolduramayan orta saha oyuncusu Strootman'ın sakatlığı sonrası takım kaptanı van Persie'yle beraber izlemeye gittiği -o zamanlar üçlü savunma uygulayan- Feyenoord maçlarından birinde şekillenmeye başlamıştı. Bu satırları okuduğunuz sıralarda muhtemelen çevresindeki herhangi biriyle çoktan hararetli bir tartışmaya girmiş olacak Marcelo Bielsa'nın, veya bu sezon başı itibariyle Pep Guardiola'nın üçlü savunma tercihlerine bakacak olursak, üçlü savunmaya burun kırılmasındaki ana nedeni defansif bir şablon olması fikrinde aramak çok da doğru olamaz. Fakat yine de, en düşünceli hocaların dahi hayal gücünü zorlayan tüm imkanlarına karşın, üçlü savunmanın büyüsü çoğu zaman gerçeklikle uyuşmuyor ve üçlü savunma, popülaritesi her ne kadar artsa da, ancak belli özel durumlar neticesinde gelişen bir strateji olarak belirmeye devam ediyor. Peki ama neden böyle?

Yaptığı her işte çok iyi bir profesyonel olmayı başaran Gary Neville, İngiltere'nin son kez üçlü savunmayla oynadığı 2006'daki Hırvatistan hezimetini şöyle anlatır: “Maçtan birkaç gün önce, hocalar 3-5-2 oynama fikriyle geldiler. Terry Venables'ın taktiksel olarak değişkenliğe gitmeye meraklı olduğunu biliyordum, ama bu dizilimde rahat edememiştim. Benden ne istendiğini bir türlü tam olarak anlayamıyordum ve benim dışımda en azından birkaç oyuncunun daha aynı durumda olduğu açıktı.” Seneler sonra, İngiltere Milli Takımı forması giymiş bir başka sağ bek oyuncusu Micah Richards, Ajax'tan yedikleri golleri üçlü savunma oynamalarına bağlayacaktır. Tam da o sezonda birkaç maçlığına baklava desenli orta saha denemesi yapan Sir Alex Ferguson, 70 yaşındaki bir United taraftarının “Sahada kaybolmuş koyunlar gibi koşturuyorlar!” eleştirisiyle karşılaşır. Aslında ne Ferguson'ın o günkü takımı, ne de geçtiğimiz haftalarda Milton Keynes Dons'tan birbirinden amatör 4 gol yemeyi başarmış Manchester United takımının sorunu temelde farklıdır. Oyuncular, değişen takım geometrisini algılamakta güçlük çekmektedirler.

Takım geometrisi, oyuncular arasındaki uyumu açıklamaya yarayan takım kimyası kavramından farklı şeyleri anlatır. Hatırlarsanız, Cesare Prandelli'nin geçtiğimiz hafta Hürriyet gazetesine verdiği röportajda Mehmet Demirkol'un en çok dikkatini çeken ifade, Beşiktaş'ın yorumlandığı “Saha içinde fikir ve geometriye de sahipler.” bölümü olmuştu. Demirkol, futbol lügatımıza 'geometri' gibi yeni ifadelerin girme ihtimalini, oyunu algılayış biçimimizi zenginleştirebilecek bir gelişme olarak yorumluyordu.

Futbola dair birbirinden çok farklı fikirlere sahip olan Roy Hodgson ve Arrigo Sacchi, size dörtlü bloklar hâlinde oynamanın ne gibi olasılıklar doğurduğundan saatlerce bahsedebilir ve aslında içine oyuncuları dahil etmeden yapacakları tüm bu teorik sohbet, bizim takım geometrisi olarak andığımız konudan bahsetmektedir. Hodgson'a göre, sahayı enine en iyi şekilde kaplayan savunma duruşu dörtlü savunmadır ve eğer beklerinizden biri hücuma çıkacak olursa, geri kalan üç oyuncu kaymalar yaparak size hâlâ üç oyuncuyla savunma fırsatı verebilmektedir. Bunu üç oyuncuyla yapamayacağınızı söyler. Roberto Martinez, savunmada açık vermeden iki bek oyuncunuzu da aynı anda ve rakibe gerçekten zarar verecek hücum pozisyonlarında kullanabilmenin üçlü savunmayla mümkün olabildiğini anlatacaktır. Üçlü savunma kullandığınız takdirde, aynı anda 7-8 oyuncuyla hücum edebilme imkanınız doğar. Fakat Louis van Gaal'e 90'ların muhteşem Ajax takımını soracak olursanız, belki de ilk aklına gelen, üçlü savunmanın geriden oyun kurma hususunda yarattığı avantajlar olacaktır.

Üçlü savunmayla oynayan Wigan, bunu ne şekilde kendi avantajına çeviriyordu? Maç içinden bu karenin ve daha fazlasının açıklamasına şu adresten ulaşabilirsiniz: Breaking down Roberto Martinez's 3-4-3 formation

Burada esas dikkat çekilmesi gereken nokta, aynı dizilimin farklı şekillerde yorumlanmasından ziyade, dizilimlerin zorunlu olarak ortaya çıkardığı yeni oyuncu ilişkileridir. Üçlü savunmanın Wigan'da ve Ajax'ta farklı şekillerde yorumlanması, bek oyuncularının artık önlerinde yardımcı bir kanat oyuncusu olmadan oynayacağı gerçeğini değiştirmez. Dörtlüden üçlüye geçiş, 4-3-3'ten 4-4-2 dizilimine geçişten daha derin, temel bir değişimdir ve oyuncuların bildiği kuralların büyük kısmı baştan yazılır. Bunun nedeni, pas açılarındaki ve kontrol edilmesi gereken alanlardaki dramatik değişimdir ve kanatlardan orta açacağı bölgelere ulaşmak için önünde oynayan kanat oyuncusuyla yapacağı pas alışverişlerine ihtiyaç duyan Gary Neville'in içine düştüğü boşluk aslında buradan kaynaklanır. Oyuncular ne şekilde davranmaları gerektiğini bilemezler, tüm geometrik hafızaları uçup gitmiştir.
Ajax 1995 yılında Şampiyonlar Ligi şampiyonu olduğunda van Gaal'in yardımcılığını yapan Gerard van der Lem, takımın sırrını şöyle anlatır: 'Her zaman topun hızı, sahadaki boş alanlar ve zamanlama üzerine konuştuk. Nerede daha fazla alan var? Hangi oyuncu topu aldığında en fazla zamana sahip olabilir? İşte topu oraya oynamalıydık. Her oyuncu, tüm sahanın geometrisini algılayabilir olmalıydı.'

Bu açıdan, üçlü savunma uzun bir pratik ve aslında bir oyunu yeniden öğrenme süreci gerektirir. Özellikle de İngiltere gibi konuya fazlasıyla çekimser yaklaşan futbol iklimlerinde görülen büyük iniş çıkışlar bu yabancılıktan doğar. Üçlü savunma geleneğine yatkın ve fazlasıyla taktiksel bir futbol atmosferine sahip İtalya bir yana, üçlü savunma pratiğinin günümüz futbolundan büyük ölçüde çekilmiş olması ve oyuncuların bu yapıya yabancılığı, herhangi bir hocanın ilk planda üçlü savunma fikriyle işe başlamasını da büyük oranda imkansız kılar. Juventus, Wigan ve Hollanda'da olan budur: üçlü savunma Guardiola veya Bielsa'da olduğu şekilde idealist bir uygulama olarak değil, fakat ileriki dönemlerde bir zorunluluğun sonucu olarak ortaya çıkar. Savunma kurgusuna yönelik kaygıları olan üç takım, aynı oyuncu kadrosu fakat farklı bir geometriyle bu sorunların üstesinden gelebileceğinin farkına varmıştır. Geçişin bu denli sorunsuz oluşuysa elbette özel durumlara; Juventus'un bir İtalyan takımı olma rahatlığına, Martinez'in önceki senelerde tohumlarını attığı evrensel futbol anlayışına ve tüm sezon üçlü savunma oynayan Feyenoord'a bağlı olarak gerçekleşir.

Şu hâlde, Manchester United kariyerine berbat bir başlangıç yapan Louis van Gaal de üçlü savunma oynama konusundaki tercihini bu şekilde, doğrudan idealist bir uygulamadan ziyade bir zorunluluk olarak dile getiriyor. Ama ekliyor: zamana ihtiyacı var ve işe yaramadığı takdirde kararından vazgeçebilir. Fakat United'ı üçlü savunma oynamaya iten nedenlerin, yukarıda saydığımız takımlardan biraz daha farklı olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Nasıl mı?

Hücum üçlüsü

Louis van Gaal'in Manchester United'da niçin böylesine yeni bir dizilim kullanmak istediği üzerine verdiği cevapların büyük çoğunluğu, gerideki değil ilerideki bir üçlüden bahsediyordu. 4-3-3 oynamaları hâlinde elindeki üç forvet oyuncusundan ancak birini kullanabileceğine, kadronun belli pozisyonlarda, örneğin 10 numarada, çok şişkin fakat diğer pozisyonlarda yetersiz oluşuna ve nihayetinde, yeterli kalitede kanat oyuncularına sahip olmadığına işaret etmişti. Hem de pek çok kez. Mata – Rooney – van Persie üçlüsünü, yani elindeki en değerli ve gerçekten dünya çapındaki üç değerli hücum oyuncusunu verimli şekilde kullanabilmenin merkezi bir kombinasyonla mümkün olduğunu söylüyordu. İşte biraz farklı olan burası. Daha önce bahsettiğimiz takımların tamamı için, üçlü savunmanın çıkış noktası geri üçlünün yeniden düzenlenmesiyle başlayan bir denge arayışı olmuştu.

United'da ise böyle değil ve savunmada yapılan beceriksizlikleri, en az oyuncuların sisteme yabancılığı kadar, hücumda 1-2 şeklinde dizilmenin sadece üçlü savunmayla mı tamamlanabileceği noktasında aramamız gerekebilir. Hele ki Blind, Di Maria gibi yeni orta saha transferlerini düşünürsek. Baklava dilimi şeklinde dizilecek bir orta sahada Blind, Herrera, Di Maria ve Mata'nın tamamı kariyeri boyunca en verimli oldukları görevlerde yer alabiliyorken, kuşkusuz bu da ilerleyen günlerde bir opsiyon olarak öne çıkabilir. Diğer yandan, Louis van Gaal Hollanda Milli Takımı'nda niçin üçlü savunma uygulamaları gerektiğini dile getirirken de Sneijder – Robben – Van Persie'den oluşan dokunulmaz üçlüden söz ediyor ve dolayısıyla da çıkış noktasını ön alanda yoğunlaştırıyor, fakat dörtlü savunma oynadıkları vakit tarumar oldukları Fransa maçını eklemeyi ihmal etmiyordu. Wigan üçlüye geçerek dikine hücumlarını korkutucu boyuta taşımış, Guus Hiddink'le dörtlü savunmaya döndüğü ilk maçta 10 dakikada iki gol yiyip bir de kırmızı gören Hollanda, üçlüye dönerek sorunlarının büyük kısmını üzerini örtmeyi başarmıştı. United'da bu denli önemli bir çıkış noktası yok, bunu unutmamamız gerek.
"Antrenörler olarak çok fazla bilgi aktarmak zorundayız. Bana kalırsa, gerçekten çok fazla. Bunu ilk kez bir havaalanına gitmişsin gibi düşün. Eğer Manchester'a gideceksem, hangi terminale gitmeliyim? Uçağım nereden kalkacak? Nereye park etmeliyim? Ne kadar sıra bekleyeceğim? Sen bunu biliyorsun Gary [Neville]. Bu şehri tanıyorsun. Bana tüm bu bilgileri aktarmak zorundasın. Oyuncularla da bu şekilde. Şu anda İngiltere'de arabayı diğer tarafta sürmek zorundayım ve bu çok farklı. Yolu daha dikkatli gözlemeliyim. Şu anda oyuncularımın içinde bulunduğu süreç bu, ve kabul et ki kolay değil.” - Louis van Gaal

Manchester United'ın son yaptığı sükseli transferler, her ne kadar takımın yeni CEO'su Ed Woodward'un küçük çaplı bir Los Galacticos inşa etme hülyalarına bağlansa da bu oyuncuların ortak bir yönü olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Tam da Woodward'un aklındakine uyan son gün transferi Falcao bir kenara, hepsi de birçok farklı pozisyonu oynayabilen çok iyi takım oyuncularıydı. Hollanda Milli Takımıyla kurduğumuz paralelliklere son kez başvuracak olursak, turnuvanın sonuna doğru sağ bek olarak beliren Kuyt'ı veya İspanya'ya karşı 5-1'lik galibiyet getiren 3-5-2'ye rağmen ertesi maçta Avustralya'ya karşı 4-3-3 başlamış olmalarını da bir kenara not etmemiz gerekiyor. Louis van Gaal, Barcelona'daki ilk iki senesinde tam 8 Hollandalı oyuncu transfer etmişti ve United'da gerçekleştireceği büyük çaplı değişim bu denli kalın çizgilerle çizilemeyecek de olsa, belki de bundan çok da farklı olmayacak. Tek pozisyonu oynayabilen oyuncularla dolu 'şişkin' kadro, bir an evvel yenileriyle değiştirilecek ve bu arada, eğer ki sisteme oynamaya elverişlilerse, yaşı kaç olursa olsun altyapıdan gelen oyuncular da kendilerini bir anda A takımda bulabilecekler. Takımın 'aklı'nı yukarıya taşıyan, büyük çaplı ve uzun vadeli bir değişim.

Tüm bunlar kulağa fazla iddialı geliyor olabilir. Ama modern çağı şekillendiren iki takımı, Ajax ve Barcelona efsanelerini yaratmış birinden daha aşağı bir ustalık eseri beklemek kabul edin ki haksızlık olacak.

2014/08/16

Premier League yeni sezon rehberi



Dünya çapında en çok takip edilen, en zengin ve rekabeti en yüksek lig Premier League, nihayet bu hafta sonu tekrardan izleyiciyle buluşacak! İngiliz kulüplerinin Avrupa'daki tökezlemeleri bir yana dursun; Premier League'in marka değeri, maddi gücü ve bununla beraber acımasız yarışma ortamı, günden güne değerini artırmaya devam ediyor. Bir düşünsenize, ligi sonuncu bitiren takımın Şampiyonlar Ligi finalisti Atletico Madrid'e denk bir yayın geliri aldığı; ve en iyi ihtimalle üç başlı seyreden diğer büyük liglerin aksine, dört ve hatta beş takımın şampiyonluk hedefiyle sezona girebildiği başka hangi lig var?

Premier League takımlarının son yıllarda Avrupa kupalarında yaşadığı ciddi gerileme, çoğu zaman, yoğun fikstür ve buna karşın kış arası verilmemesi gibi faktörler; ligin bir başka kulvarda eş zamanlı başarıyı zor hâle getiren zorlayıcı atmosferi üzerinden değerlendiriliyor. Lakin esas mesele bu olmayabilir. Keza 5 sene öncesine kadar Şampiyonlar Ligi yarı finallerine üç takımla giren İngilizler, tam da Benitez, Mourinho, Queiroz gibi değerli futbol teknikerlerinin adayı birer birer terk edişiyle ivmesini yitirmeye başlamıştı. Bir süredir, başta Liverpool olmak üzere, büyük kulüpler nezdinde 'futbol aklı'nın parlak bir şekilde geri döndüğüne tanıklık ediyoruz ve daha da ciddileşen maddi güçleriyle, tekrar en tepelere oynayacakları günler çok uzakta olmayabilir.

FourFourTwo bu sayısında, 'diğerlerinden ayrı' yedi elit takımın hocalarını, ve en ortada da van Gaal'i, kapak yaparak sezonu açıyor ve kimilerine göre, Premier League tarihindeki en çekişmeli sezonla karşı karşıya olabiliriz. Agüero'nun 90+3'te attığı golle şampiyonun belirlendiği sezondan farklı bir çekişme, farklı bir deneyim bu; çünkü gerçekten uzun bir süredir, bu denli heyecan verici hocayı bir arada görmüş değildik. Adrenalini asla düşmeyen, fakat kalitesi bir parça eksik kalmaya yüz tutan Premier League, önümüzdeki sezonlarda bu konuda da fazlasıyla vaatkar olacak gibi duruyor.

Top 7 ve diğerleri

Manchester City, Manchester United, Chelsea, Arsenal, Tottenham, Liverpool ve Everton'ın oluşturduğu 7 kişilik ayrıcalıklı grup, çok ciddi bir sürpriz olmadığı takdirde, takvimin çok büyük bölümünde ilk 7 sırayı kimseye kaptırmayacak. Saha içi organizasyonları ve ekonomik güçleriyle diğer takımlardan en az bir gömlek üstün duruyorlar; ve geçtiğimiz 5 sezonda, bu monopolü bozma başarısına erişen yalnızca iki takım, 09/10'da Aston Villa ve 11/12'de Newcastle United vardı. Diğerleri için tablo 8. sıradan başlıyor.

Daha önce Blackburn ve Fulham ile ligin üst yarısına çıkan Mark Hughes'un yeniden şekillendirdiği Stoke City, ve her şeye rağmen Newcastle United, ligin geri kalanı arasında bir parça öne çıkan iki takım olarak düşünülebilir. Onları peşi sıra, kaotik bir sürecin ardından özüne dönme arayışındaki Swansea, yaptığı tüm satışlara karşın altyapısında hâlâ bir o kadar oyuncu olan, artık Eredivisie destekli Southampton ve senelerdir sağlıklı bir birinci tercih forvet oyuncusuna sahip olamadan sezonu açan West Ham takip ediyor; ve bilhassa da, seneler önce şimdinin Everton hocası Martinez'de yaptığı gibi, kulüp içinden oyuncu Garry Monk'u takımın başına getiren Swansea merakla bekleniyor. Sunderland'le Hull City'i bir kenara ayırırsak, kalan takımlar, lige yeni yükselenler ve adanın uyuyan devi Midlands bölgesinin takımları West Brom'la Aston Villa için, zorlu bir ligde kalma mücadelesi olacak. Her şeye rağmen, bu 13 takımın arasındaki puan farkları şaşırtıcı derecede düşük düzeyde seyredebiliyor ve örneğin iki hafta üst üste kazanan takımın, dört sıra birden atladığına tanık olabiliyorsunuz.


Chelsea
-Bu yaz nasıl geçti?
Chelsea için, aynı daha sonra Manchester City için söyleyeceğimiz gibi, hemen hemen kusursuz geçen bir yaz transfer dönemi oldu. Önceki sezon her fırsatta 'yeniden yapılandıklarını' ifade eden Mourinho; sol bek, orta saha ve forvet olmak üzere takımın açık bir şekilde görülen tüm eksiklerini tatmin edici transferlerle giderdi ve diğer yandan, Lukaku, David Luiz gibi takımda düşünmediği oyunculardan önemli kârlar elde etti. 1 senelik süratli ve başarılı bir değiş tokuş sürecinin ardından, Chelsea tekrardan büyük ölçüde 'Mourinho takımı' hâline geldi.

-Önümüzdeki sezondan neler bekliyoruz?
Mourinho'nun meşhur 'ikinci sezonları'nın emrettiği üzere, şampiyonluk. Lig Kupası'nda Sunderland'e elenmelerinin ardından, o bildiğimiz, istemediği takdirde rakiplerine yenilmeyen Chelsea'ye dönüş yaptılar fakat gerek o tarihten önce ve gerekse de sonrasında, aşamadıkları bir problem vardı. Chelsea, orta sıra takımlarına karşı oynadığı maçlarda çok kritik puanlar ve belki de şampiyonluğu kaybetti. Bu yaz yapılan transferlerle iki adet saf bek oyuncusuna, orta sahada daha önce sahip olmadıkları bir derin oyun kurucu rolüne ve 'bitirici' bir forvete sahip oldular. Mourinho geçtiğimiz Mayıs ayında, isim de vererek Diego Costa gibi bir 'bitirici'ye ihtiyaçları olduğunu söylüyordu. Zayıf rakiplere karşı yeni silahları, üstüne koydukları kademeli pres anlayışı ve Courtois'nın gelişiyle ancak daha da güçlenen savunmalarıyla, Chelsea bu sezon her kupanın adayı.

-Hangi oyuncu öne çıkabilir?
Hazırlık kampında gösterdikleriyle Cesc Fabregas fazlasıyla heyecan verici duruyor ve ne Hazard, ne de Diego Costa, bu sezon en çok bahsedeceğimiz oyuncu sahiden de Fabregas olabilir. Barcelona ve İspanya milli takımında topa sahip olma oyunu içinde değersizleşen Fabregas, Chelsea'de Matic'in yanında yer aldığı iki kale arasında gidip gelen, derin oyun kurucu ve geç ceza sahası koşucusu rolüyle Arsenal günlerindeki etkinliğine kavuşabilir. “Orta sahamıza yeni bir boyut kazandırmak istiyoruz ve Fabregas bunun için aradığımız tipte, benim '7 numara' şeklinde tanımladığım bir oyuncu. 6 numara değil, ama 8 de değil; ikisinin arası ve bazen ikisi de. İşte aradığımız bu.” diyor Mourinho.


Manchester City
-Bu yaz nasıl geçti?
Manchester City'nin transfer hedeflerini, hem geçtiğimiz yaz hem de bu yaz herkesler biliyordu; lakin bu seferkiler bir önceki sezona kıyasla çok daha geç bir zamanda sonuca ulaştılar. Joe Hart'a değerli bir rakip veya Hart'ın 'yerine' bir kaleci, yeni bir savunmacı ve orta saha ihtiyacı geçen sezonun açık bir şekilde gösterdiği ihtiyaçlar arasındaydı ve hâlihazırda Fernando, Mangala ve Caballero'nun isimleri de uzun bir süredir gündemi işgal ediyordu. Özellikle de Kompany'nin yokluğunda City savunması bambaşka bir dengesiz hâl alıyor; Mangala'nın gelişi, en az Nastasic'in dönüşü kadar önemli olacak.

-Önümüzdeki sezondan neler bekliyoruz?
Manchester City, 4-4-2 dizilimini korkutucu derecede iyi kullanıyor. Geçen sezonun büyük kısmını sakat geçiren hücum oyuncularının sağlıklı kalması ve yeni transferlerin istenilen şekilde adapte olması durumunda, agresifliklerini sezonun daha büyük kısmına ve daha kusursuzca yayma imkanı bulacaklar. Kanatlarda oynayan oyuncuların akıllıca merkeze kıvrılışlarıyla Latin usülü bir 4-2-2-2'ye dönüyorlar ama bunu bir İngiliz takımının gerçekleştirebileceği direktlik ve hızla yapıyorlar. City, gole en hızlı yoldan ve bazen de en basit şekilde, örneğin ortalarla gitmeyi, çok kolaymış gibi gösteriyor ve denebilir ki, tüm Avrupa'da bu işi onlardan daha iyi yapanı yok. Çok iyi bir sezon geçirecekleri muhakkak, ama ne kadar ileri gidebileceklerini biraz da Yaya Toure'nin büyük maçlardaki pozisyon disiplini belirleyecek.

-Hangi oyuncu öne çıkabilir?
Bu kısmı tahmin etmek biraz zor, ama olağan şüpheliler Yaya Toure, Agüero, Silva gibilerin dışında birini söylemek gerekirse, bu oyuncu Stevan Jovetic olabilir. Sakatlıklarla geçen ilk yılında hanesine koca bir sıfır yazılmıştı, fakat özellikle de sezonun ilk bölümünde fazlasıyla şans yakalaması bekleniyor. Jojo'nun Negredo'nun yaptığı gibi parlak bir başlangıç yapması gerek, kendini kanıtlaması için çok önemli bir sezon.


Arsenal
-Bu yaz nasıl geçti?
Arsenal'in satıcı kulüp değil, alıcı kulüp rolünü oynadığı ve çok önemli paralar harcayarak yıldız transferi gerçekleştirdiği bir başka yaz. Arsenal, bundan böyle gerçekten gözüne kestirdiği bir oyuncuyu, gerekirse piyasasının üstünde bir meblağ ödemeyi de göze alarak kadrosuna katabilecek güçte. İşte karşınızda, Calum Chambers. Arsenal'in The Invincibles'den bu yana en derin kadroya sahip olduğundan bahsediliyor ama hâlâ bir stopere ve eğer Wenger de uygun görürse, bir defansif orta sahaya ihtiyaçları var. Yine de bu yazın en başarılı işi, Almanya milli takımının fitness koçu Shad Forsythe ve ekibinin transfer edilmesi olabilir.

-Önümüzdeki sezondan neler bekliyoruz?
Arsenal geçen sezonun sonunda FA Cup'ı kazandığında, kupasız geçen kemer sıkma döneminin sona erdiğini müjdeliyordu. Bu yıl, hiç değilse, ligi rahat bir şekilde üçüncü sırada bitirecek konuma ulaşmalı ve Şampiyonlar Ligi'nde son 16'dan bir yukarısına geçebilmeliler. Keza önceki sezonlarda Arsenal'i yarı yolda bırakmış olan meselelerin hemen hemen hepsi, artık geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiş gözüküyor. Pek çok kulvarı aynı anda götürebilecek nitelikte geniş bir kadroları var; geleneksel sakatlık sorunlarını elden geçirecek yeni bir ekiple çalışıyorlar ve lider karakterli birden fazla oyuncuya, en başta da Aaron Ramsey'e sahipler. Fakat bu sezon içinde en fazla öne çıkacak olan konu, 'esneklik' olacak gibi duruyor. Arsenal, maçtan maça farklı dizilim ve stratejilere, örneğin Community Shield maçında olduğu gibi üç orta sahalı düzene, veya Alexis Sanchez'i en uca yerleştirdiği bir başkasına kolayca geçebilecek bir kadro yapısına sahip.

-Hangi oyuncu öne çıkabilir?
Geçtiğimiz sezon kaldığı yerden devam etmeye hazırlanan Aaron Ramsey'nin, başka bir boyuta, 5 yıl öncesinin Cesc Fabregas'ı seviyesine çıkacağı bir sezon bizi bekliyor olabilir. Arsenal'ı tepetaklak eden sezon ortasındaki sakatlığı nedeniyle yalnızca 1700 dakika süre aldığı sezonu 10 gol ve 9 asistle bitirmişti; sağlıklı kalması hâlinde, sözünü ettiği Lampard ve Gerrard ölçeğindeki orta saha golcüsü istatistiklerine ulaşması aslında o kadar da zor gözükmüyor. Arsene Wenger, bu yazın en güzel hikayelerinden birinde, Ramsey'nin geçen sezon gerçekleştirdiği sıradışı çıkışı şöyle anlatıyordu: “Bir gün Aaron'ı karşıma aldım ve ona şöyle dedim: 'İnsanların senden hoşlanmadıklarına inanmıyorum. Ama şu an için, oyun tarzını beğenmiyorlar.' Daha basit şekilde oynaması gerekiyordu. Ve sonra, bambaşka bir oyuncu olarak geri döndü. O konuşmayı yaptığımız gün, bunu başarabileceğini biliyordum.”


Manchester United
-Bu yaz nasıl geçti?
Manchester United'da Sir Alex Ferguson sonrası hayat asıl şimdi başladı: Louis van Gaal'e merhaba deyin! Karakteri, medyayla ilişkisi ve dehası üzerine her gün yeni bir yazıya denk gelebildiğimiz şu günlerde, van Gaal şüphesiz ki ligin yeni en popüler ismi oldu. Adeta karşısındakini hazır ola geçiren kendinden emin ses tonu ve keskin üslubuyla, basın toplantılarında hiçbir soru işaretine yer bırakmıyor ve bu arada, United'ın içinde bulunduğu durumun net bir profilini ortaya koyuyor. Parlak hazırlık maçı performanslarına karşın, en azından iki veya üç yüksek bedelli transfere çok net biçimde ihtiyaç duyan Manchester United'ın fazla ağır davrandığını düşünebilirsiniz; ama emin olun, bu sefer geçen yazki gibi olmayacak. Ne yaptıklarını biliyorlar. van Gaal, kadronun hâlihazırda şişkin ve dengesiz olduğuna vurgu yaparken, transferde acele etmeyeceğini belirtiyordu: “Ferguson'ın yerine geçmek daha kolay olacaktı. Parçalanmış bir takım devralıyorum!”

-Önümüzdeki sezondan neler bekliyoruz?
Avrupa'da yer almamanın ne büyük bir avantaj sağladığını önceki sezon Liverpool ile tecrübe etmişken, her türlü olumsuzluğa karşın, van Gaal destekli United'ın kendini ilk dört sıra içine atamaması büyük bir hayal kırıklığı olacak. Hazırlık kampının büyük kısmında 3-5-2 dizilimini kullandılar ve öyle gözüküyor ki, van Gaal'in ifade ettiği şekliyle 'özel kanat oyuncuları olmayan' Manchester United'ın mevcut kadrosu için, şimdilik en doğru strateji bu. Aynı Hollanda Milli Takımı'nda olduğu gibi, ikili gruplar hâlinde oynadıklarında defoları ortaya çıkan fakat üçlü savunmada dengeli bir 'ünite' oluşturabilme ihtimalleri doğan Smalling, Jones ve Evans; ayrıca da yeniden serbest merkez rolüne kavuşan Mata için, 3-5-2 sahiden umut verici duruyor.

-Hangi oyuncu öne çıkabilir?
“Antrenmanlarda futbolcuların bacaklarını değil, beyinlerini çalıştırıyorum.” diyen van Gaal, Roma karşısında 2-0 öne geçiren golde Rooney'nin Mata'ya orta sahadan asistini örnek gösteriyordu. “Bu pas inanılmazdı! Bunu beyniyle yaptı ve Mata da beynini kullanarak tam o anda doğru yere koşuyordu.” Özellikle son yıllarda, İngiliz oyunculara has bir şekilde taktik zekasının yetersizliği, uzun paslarını akılsızca göndermesi ve potansiyelini harcadığı eleştirileriyle hedef tahtasına oturtulan Wayne Rooney'nin, hak ettiği saygıya ulaşması için van Gaal çok ama çok değerli bir fırsat. Wazza, geçtiğimiz günlerde takım kaptanlığına getirildi ve belki de, Rafa Benitez'in yönlendirmeleriyle dünya çapında başka bir üne kavuşan Steven Gerrard gibi, kariyerinde yeni bir sayfa açmaya hazırlanıyor.


Liverpool
-Bu yaz nasıl geçti?
Liverpool'daki ilk sezonu sırasında Brendan Rodgers, karşılaştığı bir yığın zorluktan bahsederken, “Menajerliğin problemi şurada: uçağı aynı anda yapmanız ve uçurmanız gerekiyor!” demişti. O günlerde bahsettiği altı transfer döneminin sonuna geldik ve kabul etmeliyiz ki, fazlasıyla iyi bir iş başarmış durumda, fazlasıyla. Liverpool sürekli yeni bir 'challenge'la karşımıza çıkıyor; sürekli birilerini yanıltmak zorundalar ve bu kez yapmaları gereken, Luis Suarez'siz ama daha fazla alternatifli kadrolarıyla, bir yandan Avrupa'da yer alıp diğer yandan bir sezon daha kendilerini ilk dört sıra içine atabilmek olacak. Liverpool bu yaz transfer döneminin tüm Avrupa'da en hareketli kulüplerinden biri ve bütün gerekli pozisyonlar için umut verici, potansiyeli yüksek transferler gerçekleştirdiler. Bu transferlerin belki de tamamının ortak özelliğiyse, birden fazla pozisyonda oynayabilen, oyun bilgisi yüksek oyuncular olmalarıydı. Rodgers böylesini uygun görüyor.

-Önümüzdeki sezondan neler bekliyoruz?
Liverpool, Suarez'in ayrılmasıyla gol yükünü paylaştıracağı yeni oyuncular, yeni roller bulacak ve bilhassa Daniel Sturridge için çok önemli bir sezon olacak. Pek dile getirilmese de, Suarez'in varlığı bir yandan takımın geri kalanını ona göre 'ayarlama' ihtiyacı hissettiriyordu; aynı Steven Gerrard'ın durumunda olduğu gibi. Bu oyuncular tam olarak Rodgers'ın kafasındaki 'takım oyuncuları' değillerdi; lakin reddedilemeyecek düzeyde katkı yapan, hatta en büyük katkıyı yapan ve bu nedenle uygun bir rol bulunması gereken 'bireysel'ler olarak öne çıkıyorlardı. Büyük bir hayranlıkla izlediğimiz geçtiğimiz sezon içinde, 3-5-2'den baklava 4-4-2'ye veya 4-3-3'e maçtan maça ve dönemden döneme çok iyi geçişler yapan Liverpool'un, rakiplerine göre en önemli avantajı yine bu özelliği olacak; fakat bu sefer daha da güçlü bir şekilde, daha iyi bir 'kollektif'le. Liverpool'un 'yeni Tottenham' olmaması için tüm bu transferleri doğru bir şekilde, doğru zamanlarda harmanlaması gerekiyor; Rodgers'a yine büyük iş düşecek.

-Hangi oyuncu öne çıkabilir?
Pek çok insan hâlâ, “Eğer Jordan Henderson 90. dakikada o kırmızı kartı görmemiş olsaydı, Liverpool son haftalarda şampiyonluğu elinden kaçırmayacaktı!” diye düşünüyor. Henderson, asla bitmeyen enerjisi ve Rodgers'ın mentörlüğünde geliştirdiği oyun bilgisiyle, Liverpool'un her maçında, ki buna hazırlık maçları da dahil, 90 dakika oynuyor ve sanki onun oynamadığı zamanlarda doğru gitmeyen bir şeyler olduğunu hissediyorsunuz; sanki bir şeyler eksik. Suarez'in yokluğuna adapte olacak Liverpool'da, bu sezon yeni bir rol alacak: ceza sahasına geç koşularını biraz daha sık yapan, daha fazla hücumu düşünen bir Henderson. “O çok güçlü ve harika bir takım oyuncusu; asla bencil oynamıyor. Bu sene ceza sahasına daha fazla girmesini istiyoruz.” diyor Rodgers. Henderson'ın hazırlık kampındaki gol istatistikleri de hiç fena gözükmüyor. 10 golü aşacağı bir sezona hazırlıklı olun.


Tottenham
-Bu yaz nasıl geçti?
İstikrarsız hamlelerine alıştığımız Tottenham için, beklenmedik ölçüde başarılı ve tedbirli bir yaz transfer dönemi oldu. Kyle Walker'ın geçmeyen sakatlığı ve Ben Davies'in tam olarak hazır olmaması sebebiyle, sezona taraftarın bir türlü sindiremediği bek ikilisi Rose ve Naughton'la başlayacak gibi duruyorlar; lakin gerek bu bölgeye yapılan transferler gerekse de hazırlık maçı performanslarıyla, Tottenham doğru yolda ilerleyen bir takım görüntüsü sergiliyor. Pochettino'nun niçin 'aranan' adam olduğunu sanırım en iyi açıklayansa, bir Spurs blogger'ına ait şu cümle olmuştu: “Poch'un çalışma tarzı, Villas-Boas'ın boğucu organizasyonuyla Sherwood'un sınır tanımayan özgürlüğü arasında, mükemmel bir noktada duruyor.”

-Önümüzdeki sezondan neler bekliyoruz?
Tottenham'dan bu seneki beklentimiz ilk planda başarı; o kutsal, ulaşılmaz dördüncü sıra hedefi olmamalı. Marcelo Bielsea'dan etkilenmişliği olan bir hoca olarak bilinen Pochettino'nun, hazırlık kampında ortaya koyduğu, aslında 4-3-3'ü andıran, organize fakat diğer yandan yaratıcı oyuncularına özgürlük tanıyan 4-2-3-1 dizilimi, önceki sezon Southampton'ı yakından takip edenler için yabancı gelmeyecek. Tottenham, oyunu kendi yarı sahasında kurarken kılı kırk yarıyor ve bu esnada beklerini öne atarken, kanat oyuncularından biri de üçüncü orta saha gibi merkeze yaklaşıyor. Beklerin öne çıkmasıyla merkeze doğru hareketlenen ve çoğu zaman birbirine çok yakın konuşlanan üç hücum oyuncusu, üçüncü bölgede bir anda gerçekleşen hücumlarla skora gitme yolu arıyorlar. Kısacası Spurs'ün yeni bir kimliğe kavuşma yılı olacak. Böylece sezon sonunda gerekli kadro temizliğini de yapmaya başlayabilirler.

-Hangi oyuncu öne çıkabilir?
Bu yıl tüm gözler Tottenham tarihinin en pahalı transferi Erik Lamela'nın üzerinde olacak, kuşkusuz. Gıyabında “Aranıyor!” ilanları çıkarılan, baştan sona kaosla geçmiş önceki sezonda; sakatlıklar, ülkeye adapte olamama gibi sorunlar yaşamış ve ilk 11'de başladığı maçlar bir elin parmaklarını geçmemişti. Pochettino'nun kısa vadedeki en önemli etkisinin, vatandaşı Lamela'yı takıma kazandırmak olacağına inanılıyor. “10 numara mı olacak, yoksa kanatta mı oynayacak? Bunu duruma göre değiştireceğiz. Benim felsefem iyi bir organizasyon içinde oyunculara serbestlik tanımak; sadece Erik için değil, herkes için.” diyor Pochettino.


Everton
-Bu yaz nasıl geçti?
Bu yazın ana maddesi olan Romelu Lukaku'nun ipuçlarını, aslında geçtiğimiz Mart ayında vermeye başlamıştı Roberto Martinez. “Bir transfer döneminde 10, diğerinde 6 milyon pound harcıyoruz; aslında burada para yok değil. Hakkımı yaza saklamak, maaşları düşürmek ve genişçe bir hareket alanı yaratmak istiyorum.” Bonuslarıyla beraber 28 milyon pound'u bulan Lukaku transferi, Martinez tarafından hedeflerinin büyüklüğünü ortaya koyan 'gerçek bir bildiri' olarak tanımlanıyor. Hocanın ESPN'de Dünya Kupası yorumculuğu yaptığı süreçte övgülerini eksik etmediği, 'Messi'yi kitleyen adam' Muhamed Besic, yazın bir diğer önemli transfer hamlesi. Everton'daki optimist hava aynı Martinez'in ilk geldiği günkü gibi taze, ve bir an için yazının merkezine kendimizi koymamız gerekirse, eğer en büyük başarıların peşinden koşmuyor ve geniş kitle kulüplerinden hoşlanmıyorsanız, Everton Premier League'in tartışmasız en harika takımı. Martinez de öyle.

-Önümüzdeki sezondan neler bekliyoruz?
Everton'ın bu sezon ligdeki hedefi, geçtiğimiz sene başladığı 'topa sahip olma' oyununu daha da mükemelleştirmek ve en iyi ihtimalle Tottenham'ın üzerinde bitirmek olmalı. Martinez'in açıklamalarına bakılacak olursa, tamamen lige yoğunlaşıp ilk dört sırayı zorlamak yerine Avrupa Ligi'ne gerekli önemi vermeyi, ve belki de, bu kupayı kazanmayı istiyorlar. Düşük gelirleri ve uzun yolculukları nedeniyle İngiliz takımlarının mütamediyen reddettiği Avrupa Ligi'ne farklı, alışılmadık bir yaklaşım bu. Ama Wigan'ın başındayken, küme düşme hattındayken bile FA Cup'ı göz ardı etmemiş ve en sonunda Manchester City'i finalde yenerek mucizevi bir başarıya imza atmışlardı. Çünkü futbol bir kupalar oyunu, ve bunlara ihtiyacınız var. 'Futbol kulüpleri inşa etmekten büyük zevk aldığını' söyleyen ve takım çalıştırmaya asla yalnızca saha içi odaklı bakmayan Martinez için, Everton rejiminin bir başka heyecanla beklenen yılı.

-Hangi oyuncu öne çıkabilir?

Belki bazıları tercihini Ross Barkley'den yana kullanacak; ama bu başlığın kahramanı Romelu Lukaku olmalı, başka kim olacaktı ki? İmza sonrasında, “Rom, potansiyeliyle dünya futbolundaki en iyi 9 numara tercihi. İlerleyen yıllarda çok özel bir oyuncuya evrildiğini göreceksiniz ama çalışmaya ve standardını korumaya devam etmesi gerekiyor.” diyordu Martinez. Sürekli ilk 11'de oynamak isteyen Lukaku için, harika bir ilişki kurduğu ve derin saygı duyduğu Martinez'in takımına geri dönmek fazlasıyla kolaydı. “Roberto Martinez transferimdeki esas sebep, o harika bir hoca.” Lukaku'nun istikrarlı olarak 20 golün üzerine çıkan bir oyuncu olma zamanı sizce de gelmedi mi?

*          *          *

Tahmin
1 - Chelsea
2 - Manchester City
3 - Arsenal 
4 - Manchester United
5 - Liverpool
6 - Everton
7 - Tottenham
8 - Stoke City
9 - Newcastle United
10 - Swansea City
11 - West Ham United
12 - Sunderland
13 - Southampton
14 - Hull City
15 - Aston Villa
16 - Queens Park Rangers
17 - Leicester City
18 - West Bromwich Albion
19 - Crystal Palace
20 - Burnley

2014/08/08

Ramsey yeni Gerrard olmaktan nasıl kurtuldu?



Geride bıraktığı büyüleyici sezonun ardından, David Beckham'ı andıran yeni imajıyla daha da iddialı bir şekilde karşımıza çıkan Aaron Ramsey, 'soyunma odasında sesi yüksek çıkan' oyunculardan biri hâline gelişini, nasıl olup da bu kadar iyi bir şekilde dönmeyi başardığını ve gelecek sezon için hedeflerini anlatıyordu. 
“Başarılı takımlar, her zaman için gol sayısı yüksek orta sahalara sahip olmuştur. Gerrard ve Lampard gibi oyuncular bunu senelerdir başarıyor. Benim amacım da onlardan biri olmak.”

Aaron Ramsey, bundan sadece bir sene önceye kadar, aynı şu anda Wilshere için söylenebileceği gibi, kariyeri düşüşe geçmek üzere olan ve beklenen olgunlaşmayı hâlâ gösteremediği için fazlasıyla tartışılan bir oyuncuydu. Çoğu zaman, gereksizce ve takımın ritmini bozacak şekilde dikine oynamaya çalışıyor, uzun paslar deniyordu. 17 yaşında, Arsenal'e henüz imza attığı dönemde söylediği şekliyle, 'Steven Gerrard'ın oyun tarzını her zaman için beğenmiş ve onu model almış' bir oyuncudan başka ne beklenebilirdi ki? Ama bu şekilde, kendini Arsenal taraftarına kabul ettirmesi mümkün değildi.

Direkt oynamaktan vazgeçmeyen, fakat basit tercihler yapmayı da öğrenen, taktiksel kavrayışı yüksek bir orta saha gol makinesine dönüşümünün nasıl başladığını en yalın hâliyle anlatan kişi, Amerika'daki hazırlık kampı sırasında Arsene Wenger olacaktı.
Bir gün Aaron'ı karşıma aldım ve ona şöyle dedim: 'İnsanların senden hoşlanmadıklarına inanmıyorum. Ama şu an için, oyun tarzını beğenmiyorlar.' Daha basit şekilde oynaması gerekiyordu. Ve sonra, bambaşka bir oyuncu olarak geri döndü. O konuşmayı yaptığımız gün, bunu başarabileceğini biliyordum.”

Steven Gerrard, başta Şampiyonlar Ligi kupası ve birden fazla sayıdaki yılın oyuncusu ödülleri olmak üzere, yakaladığı tüm başarılara karşın, taktik disiplini sıklıkla tartışılmış ve hangi pozisyonda oynaması gerektiği konusunda bir türlü mutabakata varılamamış bir oyuncu olmuştu. Öyle ki, “Gerrard'sız Liverpool daha mı iyi?” fikrini işleyen, hem de saygın yazarlar tarafından yazılmış pek çok yazıya hâlâ denk gelebilir, ve aynı konseptin Wayne Rooney, Jack Wilshere gibi pek çok başka İngiliz oyuncu için de geçerli olduğunu görebilirdiniz. Gerrard, çok yönlü oldukları ölçüsünde oyunu tutkuyla oynayan, ve bu yüzden her daim en büyükler arasında gösterilen, diğer yandan taktiksel yetkinlikleri ve ne kadar 'takım oyuncusu' oldukları hususunda derin şüpheler uyandıran 'İngiliz sendrom'lu oyuncuların başında geliyordu.

Wenger'in telkini ve belki de, Wenger'in 20 seneyi bulacak önderliğinde farklı bir hüviyete bürünen Arsenal taraftarının tepkisiyle, Aaron Ramsey böyle bir kariyer seyrine girmekten kıl payı kurtulmuş oldu. Onun rol modeli hâlâ Steven Gerrard olabilir. Fakat başkalarının gözünde, Kıta Avrupa'sının trend orta sahalarıyla, örneğin sakatlık öncesindeki İlkay Gündoğan kalıbında oyuncularla karşılaştırılacak.

Bu gibi durumlarda, Arsene Wenger'in ne denli önemli bir futbol adamı olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz. 

2014/07/19

Muzip, dindar ve golcü: Demba Ba

Demba Ba, kariyerine Patrick Vieira tarzı bir orta saha olarak başlamış; fakat daha sonra top kazanma işinin ona uygun olmadığında karar kılınmış. Uzun bacakları ve fuleli adımlarını gördüğünüz vakit, Vieira'nın hiç de kötü bir benzetme olmadığına siz de hak vereceksiniz.
(Patrick Vieira template, işte bunlar hep Jean-Marc Bosman'ın mirası...)

Premier League’in en yüzü gülen adamı Demba Ba, muzipliğini artık Türkiye’de yapacak olmasının yanı sıra gollerini de Beşiktaş için atacak.

Dünyada en fazla izlenen ligin, en göz önündeki oyuncularından biri olarak Beşiktaş'a transfer oluyor Demba Ba. Öyle ki, Premier Lig'e ayak bastığı Şubat 2011'den bu yana yalnızca altı oyuncudan daha az gol atmayı (43) başarmış; imzaladığı zorlayıcı kontratlar ve can sıkıcı menajerleri nedeniyle, istisnasız her transfer döneminde adı en fazla zikredilen oyuncular arasında yer almış birinden bahsediyoruz. Üstelik bu gol rekorunu yakalarken, ligden düşen West Ham'da, tablonun ancak orta-üst sıralarına oynayabilen Newcastle'da oynuyor; ve son olarak Chelsea'de ikinci tercih olarak görülüyordu. Tahmin ediyoruz ki, daha önce rast gelmediğiniz yeni bir şeyler söylememiz çok kolay olmayacak. Demba Ba'nın oyun tarzı, sakatlık problemleri ve dini yönü hakkında hemen herkes bir şeyler biliyor. Yine de, bunların biraz daha üzerine gidip belli noktaları keskinleştirmemiz gerekebilir.

Sakatlık meselesi

Demba Ba'nın sol dizindeki sakatlığın tam olarak ne olduğunu, ve 2009'daki ikinci operasyonda neyin ters gittiğini bilemiyoruz. Elimizde doktor raporları yok, bunlar paylaşılmıyor. Kesin olan şu ki, Demba Ba kariyerinin hemen başında çok ciddi bir sakatlık geçirdi ve bundan 3 yıl sonraki ikinci operasyonu sırasında dizinde yeni bir travma meydana geldi. İyileşmesi sonrası yeni bir kulüp arıyor ve Stoke City'le imza aşamasına gelmişken kulübün sağlık testlerinden geçemedi, ve bu olay, yani Ba'nın dizine şüpheyle yaklaşılması, İngiltere'de imzaladığı tüm kontratların -daha sonra bahsedeceğimiz meşhur sözleşme fesih bedelleriyle beraber- ana maddesi oldu. “Ba'nın kronik sakatlığı mı var?” kaygısının oluşturulmasında, şüphesiz ki, Demba Ba'nın 'bir saatli bomba' olduğunu söyleyen Tony Pulis'in büyük payı vardı. West Ham ile 'maç başı üzerinden' anlaştığı konuşuluyordu ve daha sonra Newcastle menajeri Pardew de 'çok kötü görünen bir MRI taraması'ndan bahsedecekti. Bunlar bir yana, en fiziksel ve tempolu ligde, üç buçuk sezonda toplam 6000 dakikanın ve sezon başına yaklaşık 20 maçın üzerine çıktı. Hâlâ, sakatlığının eskiden şüphe uyandıran ve fakat artık geride kalmış bir mesele mi olduğunu, yoksa ileride nüksetmesi muhtemel derin bir sorun mu teşkil ettiğini bilmiyoruz. Bunu ancak doktorlar biliyor. Lakin yaşananları art arda sıralayıp bir anlam çıkarmayı denersek, sakatlık haberlerinin esas olarak Premier Lig'e ilk geldiği vakitler yediği veto üzerinden serpilip geliştiğini söylemek yerinde olacak. Keza Demba Ba uzun süredir yeni bir ciddi sakatlık yaşamış değil, fakat şüpheler de bitmek bilmiyor. Belki Pulis o sözü söylemeseydi...

Hayır, Demba Ba'ya ait değil.
Sportif aktivite kaynaklı tibia kırıklarında, futbol %80,1 ile açık ara en tepede bulunuyor. Hatta tibia kırığı vakalarının tümünde de %24,7 gibi bir paya sahip.
(http://www.msdlatinamerica.com/ebooks/RockwoodGreensFracturesinAdults/sid1337350.html) 
  (Court-Brown CM, McBirnie J. The epidemiology of tibial fractures. J Bone Joint Surg 1995;77B:417–421. )

Peki nasıl sakatlanmıştı? 21 yaşındayken Belçika'da, Mouscron'da oynuyordu ve ilk üç maçının tamamında gol attıktan sonra dördüncüsünde, yaptığı ters hareketle bacağındaki iki kemiği birden kırmayı başardı. 2006'da yapılan ilk operasyonda doktorlar tibia kemiğine bir çivi yerleştirdiler ve 8 ay sonra tekrardan futbol oynayabilir hâldeydi. Daha sonra, iyileşen kemikten çiviyi çıkarmak üzere 2009'da yapılan ikinci operasyonda, ters bir durum ortaya çıktı. Ba'nın internet sitesinde, “Çivinin çıkarılması sırasında muhtemelen bazı parçaların dizin hassas noktalarına temas ettiği ve nükseden ağrının bu sebepten olabileceği..” yazıyor. Sonrasını biliyorsunuz.

9 numara Demba Ba

Demba Ba bir 9 numara mı? Veya öyleyse bile, Beşiktaş'ın 9 numara laneti hakkında ne düşünüyor olabilir? Henüz Papiss Cisse'nin transferi gerçekleşmemiş ve Demba Ba, Newcastle hücumlarının tartışmasız odak noktası olarak neler yapabileceğini yeni yeni göstermeye başlamışken, Kasım 2011'de bir röportajda tam da bu meselelerden bahsediliyordu. Ba'nın kariyerindeki en parlak sezonu olacak 2011-12'nin henüz başında Pardew'un söyledikleri, Beşiktaş'ta kullanılabileceği rol üzerinden de önemli detaylar sunuyor.
Onu West Ham'da oynadığından farklı bir şekilde kullanıyorum. Bir bağlantı oyuncusu, köprü gibi ve bu şekilde ilerleme kat etmeyi başardığımızı düşünüyorum. Teknik açıdan çok iyi ve biz de oyuna daha fazla katılmasını olanaklı kılıyoruz. Pres altındayken topu ileride tutacak birine ihtiyaç duyuyoruz ve Demba bunu fazlasıyla iyi yapıyor. Nasıl zaman kazanması gerektiğini, topu nasıl bizde tutması gerektiğini, nasıl faul alması gerektiğini çok iyi biliyor.

Onun saf bir 9 numara olduğunu düşünmüyorum. Daha ziyade bir 10 numara gibi görüyorum ve bana kalırsa bu rolde çok başarılı oluyor. Dürüst olmak gerekirse, eğer ona 9 numarayı verseydik -19 numara giyiyordu- üzerindeki tüm o gol atma baskısıyla bugünkü başlangıcı yapabilir miydi, bilemiyorum. 9 numarayı vermemek, sezon başında bilinçli olarak yapılmış bir tercihti.”

Demba Ba, geçen seneki hücumlarında Hugo Almeida'yı gerek geriden koşucular için bir soluklanma noktası, gerekse de doğrudan bir gol silahı olarak kullanan Beşiktaş için fazlasıyla yerinde, bu işlerin ikisini de hemen hemen iki gömlek daha iyi yapabilen bir hücum oyuncusu transferi. Demba Ba, ceza sahası içinde aklınıza gelmeyecek bir vuruş yapabilir, veya bir anda akrobatik bir dokunuşla beklenmedik bir gol çıkarabilir. Ama yalnızca bu değil, başta Oğuzhan Özyakup olmak üzere, Beşiktaş'ın geriden gelen ceza sahası hücumcuları için de Almeida'dan çok daha alternatifli oyunlar sunabilir. Umarım basitçe bir 9 numara olarak düşünülmüyordur.

Profesyonel futbolcu

Demba Ba'nın iyi bir profesyonel olduğunu söyleyen pek çok farklı kişiye; Jose Mourinho'ya, Alan Pardew'a ve daha başkalarına da rast geleceksiniz. Yalnız, bu işin bir de başka boyutu var. Bazıları için, ki sayıları hiç de az değil, Demba Ba football mercenary şeklinde çağrılan konargöçer futbolculardan bir tanesi ve evet, bu anlamda iyi bir profesyonel, fazlasıyla iyi.

Şunu kesin olarak belirtmemiz gerekiyor: Demba Ba'nın bu imajında, doğrudan kendisi sorumlu değil. Futbolu yalnızca ekmek teknesi olarak gördüğünü umarsızca söyleyen, ve daha geçtiğimiz günlerde saha içinde Kamerun milli takımdan arkadaşıyla kavga eden Assou-Ekotto gibi biri değil, kesinlikle. “Gençken, eğer futbolcu olamazsam bile yine de futbol oynamaya devam edeceğim, diyordum. Her zaman için yapmak istediğim şey buydu.” Demba Ba'nın saha içi ve dışı hareketlerinde bu doğallığı, bilakis sempatik tavırları görebilirsiniz. Lakin konu bu değil. Demba Ba'nın transfer işleriyle kalabalık bir menajer ekibi ilgileniyor ve açıkçası, tek derdi futbol oynamak olan Demba, buna karşın sanki futbol oynadığı kulüp önemsizmişçesine bir tavır içine giriyor. Newcastle'a transferinde örneğin, “Niçin Newcastle Demba?” diye sorulduğu vakit, “Bu işi menajerlerime bıraktım ve en iyi teklifin Newcastle'dan geldiğini söyledikleri için buraya imza attım.” diyordu. West Ham'la yaptığı kontratta kulübün küme düşmesi hâlinde serbest kalma maddesi vardı; daha önce Hoffenheim'dan da sorunsuz ayrılmamıştı ve Newcastle'la yaptığı kontrata da 7 milyon pound'a serbest kalma maddesi ekletmişti. Haftalık maaşını 80 bin pound'a çıkaran yeni bir kontrat yapmak üzere menajerleri bu maddeyi gündeme getiriyor, ve sonrasında Chelsea'ye transferi de bu madde sayesinde gerçekleşiyordu. Her şey bittiğinde, Pardew futbolcusunun çevresindeki yanlış yönlendiricilere ateş püskürüyordu. Beşiktaş'ın yakın tarihte menajerlerle yaşadığı sıkıntılar düşünüldüğünde, Demba Ba'yla yaşanacak olası bir anlaşmazlıkta oyuncunun bu geçmişini bir kenara not düşmek gerekecek.

Diğer yandan, Demba Ba denince artık ilk akla gelen Müslüman futbolcu algısı. Şu anda Ba'ya olan ilgi, bu tip durumlardaki pireyi deve yapma hâlimiz gibi gözüküyor; lakin mesele bundan biraz daha fazlası. Aslında motivasyonunuzun ne olduğunun çok önemi yok: Gareth Bale için profesyonel bir oyuncu olarak yaşamak o kadar da zor değildi; çünkü zaten hiçbir zaman içkiden hoşlanmadığını söylüyordu. Ba ise bu gücü dini inançlarından alıyordu, hem de çok güçlü bir şekilde. “Benim enerjim inancımdan geliyor. Herkesin bir enerji kaynağı var; ailesi, çocukları ve bazıları için inançları. Ben onlardan biriyim. Her zaman böyleydim.” Newcastle'da sayısı sekizi bulan Müslüman futbolculara atıfta bulunarak, “Yaşam şekilleri profesyonel hayatlarına fazlasıyla yardımcı oluyor.” saptaması yapan Pardew, işi maç günlerinde kullanılmak üzere dua odaları yapma fikrine kadar götürüyordu.


Tüm bunlar bir yana, benim için Demba Ba demek büyük, hem de çok büyük gülen bir adam demek. Dwight Yorke'dan sonra Premier Lig'in gördüğü en büyük gülüşlü futbolcu dendiğini hatırlıyorum. Ve şurup! İngiltere'nin en çekilmez spor insanlarından biri olan Geoff Shreeves'in müdahil olduğu röportajı bile eğlenceli hâle getirebilmişti. Shreeves, “Haydi bana kimsenin bilmediği bir sırrını söyle..” diye üstelediğinde, bir süre düşündükten sonra “Şurup!” cevabını yapıştırmıştı. “Şurup! Şurubun ne olduğunu biliyor musun? -Elbette.”

“Çilekli şurup. Su içerken içine şurup damlatıyorum, hem de her gün! 10 yıldır böyleyim, şurupsuz yapamıyorum!”