2014/02/22

Mancini ve Mourinho üzerine


Hayatım Futbol 118. sayıda.

Roberto Mancini ve Jose Mourinho'nun futbola bakış açıları birbirinden epey farklılık gösteriyor. Ama bu farkı ortaya koymak için, alışıldık yolların çok da yeterli olmadığını düşünüyoruz. İki hocanın favori dizilimleri veya oyun tarzları yerine, ilgiyi antrenman metotlarına çekerek çok daha fazla şey anlatmak mümkün olabilir. Mourinho, antrenmanları 'fikirleri pratiğe dökmek için en iyi yol' olarak tanımlıyor. Biz de buradan başlayacağız.

Jose Mourinho

Chelsea dergisinin Ocak 2014 sayısında, Jose Mourinho'nun 'metodoloji'sini anlattığı bir bölüm yer alıyor. “Farklı düşünce biçimleri var. Bazıları taktik, bazıları fiziksel çalışmaya ağırlık veriyor.” diyor Mourinho. “Ama bunun yanında 'global' bir metottan söz edebilmeliyiz ve sanırım bunu dünyada ilk uygulayanlardan biri benim. Her çalışmada taktiksel, fiziksel, teknik ve psikolojik olmak üzere dört ayrı unsuru göz önünde bulunduruyoruz.”

Jose Mourinho'nun ele aldığı konular yalnızca futbola değil, herhangi bir iş sektörüne de kolaylıkla entegre edilebilir duruyor. Burada, futbolun geldiği profesyonellikten farklı bir durum var. Kuşkusuz en az Mourinho kadar profesyonel olan Pep Guardiola'nın, en azından bir bölümde tutkuyla futbol taktiklerinin geçmişinden bahsettiğini görebilirdiniz. Ama Jose Mourinho bunu tercih etmiyor. Onun futbolla ilişkisinde, oyuna 'duygusal' bir bağlılığın izlerini bulabilmeniz hiç kolay değil. Üst düzey futbolcular yaratırken izlediği yol, size bilhassa şaşırtıcı gelebilir.

Mourinho metotları üzerine çok daha fazlasını
içeren doyurucu ve keyifli bir yazı için
Blizzard dergisinin 8. sayısındaki
"Mourinho's Cult of Personality"
yazısına bakabilirsiniz.

Mourinho'nun ilgi duyduğu 'beyin merkezli
öğrenme' metotunun öncülerinden
Michel Bruyninckx üzerine doyurucu bir
yazı için de şurası. Bruyninckx, artık
Milan için çalışıyor.
Mourinho, oyuncuların zihnini manipüle etmekle işe başlıyor. Düşüncesi şu: Söylediklerimin aslında kendi fikirleri olduğuna inanırlarsa, o zaman bana tamamen bağlı olabilirler. Bu yöntem, 'yönlendirilmiş keşif' olarak adlandırılıyor. “Bu teoriyi pratikte uygulamak çok kolay değil. Özellikle de sizden, otoriteden gelen emirleri kolaylıkla kabul etmeyecek elit oyuncularınız varken. Antrenmanları belirli bir düzene göre inşa ediyorum ve zamanla, zamanla onlar da aynısını hissetmeye başlıyorlar. En sonunda, hepimiz aynı sonuca varıyoruz!” diye açıklıyor. Ibrahimovic, Drogba gibi oyuncularla kurduğu ilişkiye bakarsak, oldukça başarılı da olmuş.

Bu aşamadan sonra yapılan, bir nevi 'omurilik hafızası' deneyi. Bu tabir, bisiklet sürmek, örgü örmek gibi, bir kez öğrendikten sonra çoğunlukla düşünmeden, bilinçsizce yaptığımız hareketler için kullanılıyor. Mourinho'nun en temel fikri de bundan çok farklı değil. 'Tactical Periodization' adıyla bilinen analitik yaklaşımında, futbolu dört aşamaya bölen değerli bir bölüm yer alıyor. Oyun; savunma, savunmadan hücuma geçiş, hücum ve hücumdan savunmaya geçiş olmak üzere dörde bölünmüş. Oyuncuların maç içinde bu 'aşama'ları kendi başlarına fark etmeleri, daha doğru ifadeyle, 'hatırlama'ları isteniyor. Çünkü Mourinho bu senaryoları onlar için antrenmanlarda çoktan oluşturmuş bile! Bu antrenmanlar sıklaştıkça, maç içindeyken aniden antrenmandaki yerleşimler göz önüne gelip hatırlanabiliyor ve futbolcuların tepkisi çok daha çabuk gerçekleşiyor. Yani bir robot gibi oluyorlar. Ya da acaba öyle mi?

Mourinho, bu sonuca varmaya karşı çıkıyor. Bu öğrenim metoduyla robot gibi tahmin edilebilir değil, fakat kendi üzerindeki 'kontrol'ü arttırmayı başarmış futbolcular yaratmayı hedefliyor. Ne yapılması gerektiğini çok daha kolay kavrayabilen, daha hızlı karar veren, daha çok çözüm üretebilen oyuncular. Inter'de çalıştığı dönemde dört üniversite öğrencisinin tez konusu olan Mourinho metotları, bu denli 'beyin' üzerine odaklı oluşuyla okuyanları şaşırtıyor. “İnsanların ne yaptığım üzerine genel bir fikri var.” diyor Mourinho. “Ama çoğu zaman yetersiz.”

Roberto Mancini

Roberto Mancini ise karar alma sürecinde oyuncuların çok daha 'aktif' rol almasından yana ve her oyuncuyla bireysel olarak ilgilenmeye değer veriyor. “Capello gibi bazı hocalar oyuncularla arasına mesafe koymaktan hoşlanır, ben böyle değilim.” diyor. Mourinho'dan apayrı seyreden futbolculuk kariyeri ve bu esnada çalıştığı hocalar, Mancini'nin anlayışında en önemli iki belirleyici olmuş.

Roberto Mancini, İtalyan futbolunun gördüğü en yaratıcı futbolculardan biriydi ve sahada ne yapılması gerektiğini anlamak için bir başkasının sözüne çoğu zaman ihtiyaç duymamıştı. Sampdoria'yı şampiyonluğa taşıyan Vujadin Boškov'a göre, devre arasında taktiksel konuşmalara girişen Mancini'nin tespitleri çok nadiren yanlış çıkıyordu. Hatta bunun ötesine geçtiği de oldu. Kariyerinin ilerleyen döneminde Sven-Göran Eriksson'la çalışırken, hocaya orta sahada oynaması gerektiğini söylemiş ve UEFA Kupası'nı kazanacak kadronun en kilit isimlerinden biri artık forvet değil, orta saha oynayan Roberto Mancini olmuştu. Mancini, Eriksson için 'kardeşim kadar yakın' diyor. “Benim için bir öğretmendi. İtalya'ya geldiğinde 5-3-2 oynuyorduk. Sven, 4-3-3 veya 4-4-2 oynamayı tercih etti. Çok farklı taktiksel alternatifler gösterdi, bu önemliydi.”

Lazio günlerinden, Roberto Mancini ve Sven-Göran Eriksson.

Antalya kampındaki en şaşırtıcı gelişmelerden biri, futbolcularıyla özel olarak ilgilenen; savunma oyuncularına nerede duracağını, orta saha oyuncularına nerelere koşacağını birebir gösteren Mancini olmuştu. Bunu Türkiye'deki çalışma şartlarının yarattığı özel bir durum olarak düşünmeyin. İlk çalıştığı kulüp olan Fiorentina'da, 33 yaşındaki Marco Lanna da şaşkınlığını dile getirmekten kendini alamamamıştı. “Ondan çok etkilendim. Kariyerimde daha önce bu denli 'pedagojik' bir yaklaşım tercih eden biriyle çalışmamıştım” diyordu. "Hocalar tekniğinizi kusursuzlaştırıyor ama gerçekten bir şey öğretmiyorlar. Bence Mancini koçluğa atılırken ilk olarak bunu sorgulamıştı."

Roberto Mancini, sahada olup bitene dair oyuncularının algılarını geliştirmek, daha fazla düşünen ve futbol hakkında daha fazla fikri olan oyunculara sahip olmak istiyor. Bu şekilde, onun saha içinde uygulayacağı taktiksel değişimlere daha rahat cevap verebilir, ama bundan önemlisi, çok daha iyi futbolculara dönüşebilirler. 'Futbolu bir bilim olarak gördüğünü söyleyen' Toure'nin Mancini'yle çalışmaktan duyduğu memnuniyet kuşkusuz bu yüzden. Lakin bu yaklaşım, her oyuncuda aynı olumlu etkiyi yaratmıyor. Manchester City'nin 3-5-2 oynadığı dönemde taktikleri eleştiren İngiliz oyuncu Micah Richards'la girdiği diyalog, bu duruma yakın zamandan bir örnek.

Mantalite, Mancini'nin kullanmayı en sevdiği kelimelerden biri. Başarılı olmak için kulübün ve oyuncuların 'mantalitelerini değiştirebilmenin' öneminden sık sık bahsediyor. Daha fazlasını talep eden, kaybetmekten nefret eden bir takım kimliği oluşturmak onun için çok önemli. “Bazı kulüplerde, örneğin Chelsea'de buna ihtiyaç duymazsınız.” diyor Mancini. “Kazanma kültürü orada zaten var. Ama benim istediğim böyle bir şey değil. Meydan okumayı seviyorum. Futbolculuğumda Juventus'a veya Milan'a gitmek yerine Sampdoria'da kalıp Sampdoria'yla beraber büyümek istemiş, büyük kulübe gittiğim için büyük oyuncu olarak anılmak istememiştim.” Geçtiğimiz günlerde “İyi oyuncular, kazanmak istedikleri zaman kazanırlar.” dediğinde de aslında bunu anlatmak istiyordu. Ancak bu 'mantalite'yi yerleştirmek biraz zaman alacak.

Taktiksel tercihleri

Porto'da 4-3-1-2 ve Chelsea'de 4-3-3 dizilimiyle öne çıkan Mourinho, Inter'den bu yana istikrarlı olarak 4-2-3-1'i kullanıyor. Lakin son Chelsea takımında bu yapıda önemli bir değişim yaşanıyor. Inter'de Wesley Sneijder ve Real Madrid'de Mesut Özil'i 'serbest' rollerle görevlendiren ve bu oyuncuları bilinçli olarak takımın katı savunma kurgusundan ayrı bir yere koyan Mourinho, bu kez daha 'melez' bir oyuncu tipinin peşinde. Sihirbaz Mata'nın dışlanışı ve arkadaki ikiliyle kolaylıkla bütünleşebilen 'hibrid' roldeki Oscar'ın yükselişi bunun bir göstergesi. Mourinho'nun sürekli dile getirdiği üzere, 'Chelsea'de uzun süre kalmak' isteyişi, dolayısıyla daha kompleks bir yapı oluşturma çabası ve Mesut Özil'in izole kaldığı Real Madrid'in geçen sene yaşadığı hayal kırıklıkları, bu değişimdeki en önemli pay sahipleri gibi gözüküyorlar. Tüm bunların yanında asla değişmeyense, hepimizin bildiği üzere Mourinho takımlarının ölümcül kontra atakları ve gerideki sağlam duruşları oluyor.

Luca Caioli'nin yazdığı Roberto Mancini biyografisinde, Inter'de iki hocayla da çalışma fırsatı bulan Javier Zanetti'nin Mourinho ve Mancini'yi karşılaştırdığı bir bölüm yer alıyor. Zanetti'nin sözleri şu şekilde:

"Çok farklılar, kesinlikle. İkisinin de çok güçlü karakterleri var, ama futbolu bakış açıları birbirinden tamamen farklı. Mou için topa sahip olma ve savunma yapma oyuna dair temel detaylar ama taktikleri tamamen rakibin oyunu üzerine kuruluydu. Bundan öte, Portekizlinin takımıyla kurduğu bağ Mancini'den çok farklı."

-Mancini'yi tanımlamak isteseniz, ilk aklınıza gelen ne olur?
Zanetti:
Kesinlikle karizması ve futbola dair düşüncelerini karşısındakine aktarma gücü.

-Peki Mancini'nin futbola yaklaşımını nasıl tanımlarsınız? Öncelikle hücum mu? Öncelikle defansif mi? Ya da fazlasıyla defansif mi?..
Zanetti:
Hayır, böyle olduğunu düşünmüyorum. Mancini maçlara geride bekleme düşüncesiyle çıkmıyor. İyi bir savunma ve sürekli hücum tehdidi yaratabilmenini dengesini kurmak istiyor ve bunlardan daha önce de, sürekli topa sahip olmak.

-Arjantin'den size Mancini'yi hatırlatan bir isim söyleyin.
Zanetti:
Daniel Passarella. 1978'de Dünya Şampiyonu olduğumuzda takımın kaptanıydı. Passarella, Inter'de benden önce oynayan Arjantinli ve 1998 Dünya Kupası'nda milli takımdaki hocamızdı. Çok güçlü bir karizması vardır, aynı Mancini gibi.

3-5-2, Roberto Mancini'nin favori B plânları arasında kuşkusuz ön sıralarda yer alıyor. Çalıştırdığı kulüplerde bu yapıya bir şekilde yer açmaktan kendini alamıyor gibi. Fakat 3-5-2, A plânı olarak tercih ettiği bir dizilim değil ve 4-2-3-1, 4-4-1-1 gibi pek çok başka dizilim bu yapının önünde tercih edilebilir. Mancini için dizilimlerin kendisinden ziyade, dizilimler arası geçişler yapabilmek ve mümkün mertebe 'hibrid' bir oyuna evrilmek daha büyük bir önem taşıyor. Hücum kombinasyonları da bu fikre paralel seyrediyor. Oyuncuların akıcı şekilde yer değiştirmesi ve bu şekilde rakip bloklarının organize yerleşimini bozma düşüncesi, onun tarzının 'artistik' bileşenini oluşturuyor. İlk kulübü Bologna'nın o zamanki futbol direktörü Paolo Borrea'ya göre, Mancini'nin takımları aslında fazlasıyla Eriksson'unkilere benziyorlar. “Bütün orta sahalar birbirine yakın oynuyor, kısa pas yapıyorlar, topa sahip olmayı seviyorlar ve sonra bam! Aniden hücuma çıkıyorlar.”

2014/02/15

Moyes ne düşünüyor?


Hayatım Futbol 117. sayıda.

"David Moyes'un tekdüze taktikleri fazlasıyla can sıkmaya başladı. Acaba ne kadar zaman daha aynı şeyleri denemeye devam edecek?"

United'ın sezon başında gösterdiği performans için çok kutuplu bir analize girişmemiz zorunluydu. Görevi Alex Ferguson'dan devralmanın dünyanın en zor devir teslimi olduğunu söyleyerek söze başlayabilirdik. İster istemez, konu oradan kadroya gelecekti. Manchester United, geçen yıl şampiyon olduğunda dahi ligin en güçlü kadrosuna sahip olan takımı değildi. Glazer ailesi, senelerdir hasıraltı edilen tüm meselelerin baş sorumlusuydu ve kulübün kaçınılmaz gerilemesi için belki de en başta onları suçlamak gerekiyordu. Moyes'ın yetersizliği, nispeten alt sıralara itilmişti. Fakat artık öyle değil. Manchester United'daki sorunların David Moyes'a ait olan kısmı son haftalarda öylesine ayyuka çıkmış durumda ki, şu anda başka türlü bir yazı yazabilmek mümkün olmuyor.

Görünen o ki, Moyes'un A planı orta açmak üzerine kurulu. B planıysa, daha fazla orta!

Bu pazar oynanan Fulham maçı, ne kadar ileri gidebileceklerini görmek açısından ilginç bir deneyimdi. Manchester United, maçı tam 81 ortayla tamamladı! 5 büyük Avrupa Ligi baz alındığında, son 5 senedir bir maçta bu kadar fazla orta açan bir takım çıkmamıştı. Daha ilginci, United'ın attığı 2 golün de bu şekilde gelmemesi ve Fulham'ın açtığı 4 ortada 2 gol bulması oldu. Bir şeyler ters gidiyor, bu kesin.

Artık Fergie time yok, Moyesie time var! United son dakikalarda attığı gollerle 3 puan kazanan takımdan, son dakikalarda yediği gollerle 1 puana razı olan takıma terfi etti.

Şanssızlık olabilir mi?

David Moyes, takımın sonuca gitmeyi başaramadığı maçları istikrarlı şekilde 'şanssızlık' olarak yorumluyor. United, bu sene sahiden de kalesinde olağanüstü goller görüyor ama baş suçlu gerçekten bu olabilir mi?

Şanssızlık söyleminden daha tatmin edici bazı gerçekler olduğu aşikar. Bu kadar üst üste tekrar ettikten sonra, şans faktörünün kendisinin de sorgulanması gerekiyor. Manchester United, mucizevi gollerden daha fazlasını, kendi savunma kurgusundaki ciddi beceriksizliği neticesinde yiyor. Açıkçası, geçen sene de bu anlamda farklı değildiler. Bir ara Reading'den ilk yarıda 3 gol yedikleri dahi olmuştu. Ama aynı maçın ilk yarı skoru, United lehine 4-3'tü. Manchester United'ın gerideki kırılganlığı ve orta sahadaki kalite eksikliği, yazının başında değinmeye çalıştığımız geçmişten gelen problemler, bunu bir kenara koymak gerek. Fakat artık yediklerinden daha fazlasını atamıyorlar ve gol bulmak için başvurdukları yollara bakılırsa, ilk olarak 'şans'ı suçlamakta çok da haklı değiller.

Şans biraz da sizin elinizde. Bu faktörü tamamen göz ardı edemeyebilirsiniz ama kesinlikle kontrol edebilir ve minimize edebilirsiniz. Bu nedenle ki, üst düzey, proaktif oyun anlayışını takip eden takımlar sorunları öncelikle kendilerinde arıyorlar. Tüm bunları idare edebilecek kadar kontrol sahibi olmaları gerektiğini düşünüyorlar. United'ın tek boyutlu hücum plânıysa, takımın mevcut potansiyelini yansıtmada yetersiz kalıyor, ve kalacak da. Oyunu daha geniş boyutlarıyla kontrol altına almayı başaramadığınızda, şanssızlık elbet daha rahatsız edici hâle geliyor.

Ters giden ne?

Fulham maç programından.
Manchester United artık Old Trafford'da kazanamıyor. Ama bundan daha can sıkıcı bir durum daha var: sebebi hakkında Moyes'un da yaratıcı bir fikri bulunmuyor.

Bu kez Old Trafford'da değil, ama yine öyle maçlardan biri. United aslında o kadar da berbat oynamıyor. Lakin hücumda çok vasatlar ve Charlie Adam'ın kendisinin dahi hayal etmediği bir gol atacağı tutuyor. Maçı 2-1 kazanan Stoke City. Maç sonunda mikrofonlar David Moyes'a yöneltiliyor.

“Kazanmak için ne yapmamız gerektiğini bilmiyorum.” diyor Moyes. “Bence iyi oynadık.” Aslında oynamamışlardı. Pek çok pozisyon yaratıp bunları değerlendirememelerinden bahsediyor. “En azından 8-9 kez çizgiye indiğimizi tahmin ediyorum.” Galiba ters giden kısım burası.

Çizgiye inmek mi? Eğer hücumdaki verim parametresi buysa, evet, muhtemelen iyi bir maçtı. Keza United'ın başka şekilde geliştirdiği bir tehlikeli akın olmadı.

Biraz sayıların yardımı

Bakın, orta-gol oyununu kesinlikle küçümsemiyoruz. Şehrin mavi yakası, Manchester City, şu anda ligin en iyi orta-gol oyunu oynayan takımı. Bu işi gerçekten dünya çapında yapıyorlar. United'ın yaptığı ise verimsizce ve yalnızca bu şekilde gol bulmaya çalışmak. İşte eleştirdiğimiz bu.

United'ın bir ay önce Old Trafford'da Tottenham'a kaybettiği maçın ardından bir analiz yapılmış. İstatistikler şu an tam olarak güncel değil ama yine de yol gösterici. Aynı bizim şu an Fulham maçının ardından söylediğimiz gibi, Tottenham maçı da o an için United'ın bir maçta açtığı en fazla ortaya tanık olmuş. United kaybediyordu, rakibi baskı altına almak istemişti ve tercihi daha fazla orta açmak oldu. 47 orta. O sırada 20. lig maçını tamamlayan Manchester United'ın, 533 toplam ortayla ligde birinci sırada yer aldığı yazıyor. Bu arada bu ortaların yalnızca 90 tanesi isabetli olmuş. Ayrıca kanat oyuncularından skor katkısı alınamamasına da bir paragraf açılmış. Tek boyutlu oyunun bir başka sonucu.

Resmi büyüterek notları okuyabilirsiniz. eplindex'den.

Bir istatistik de henüz geçen haftadan. Manchester United, 2013/14 sezonunda en düşük oranda merkezden akın geliştiren Premier Lig ekibi. Yalnızca %24. Önceki senelerde bu alanda 5., 11., 6. ve 8. olan takım şu anda 20. sırada bulunuyor.

Esas soru: Moyes ne yapmak istiyor?

David Moyes'un derinliğini kaybettiği konusunda artık hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Ama Moyes da elbet uzun topçu Pulis'in orta takıntılı hâli değil ve bir Stoke City yaratmaya çalışmıyor. Bu oyun plânının ne ifade ettiğini ve en iyi ihtimalle nelerin ortaya çıkabileceğini tartışmak için hocanın Everton'ın günlerine gitmek faydalı olacak.

Fazlasıyla titiz ve aşama aşama giden bir hoca olarak, Moyes'un 'hücum' oynayan ilk ciddi takımı geçen sene belirmişti. Bunun öncesinde de ligi sürekli ilk 6 sıra içinde bitiren ve bir ara Şampiyonlar Ligi ön elemesi dahi oynayan Everton, fazlasıyla 'reaktif', yani rakibe göre kendini belirleyen bir takım olarak biliniyordu. Daha fazlasına doğru ilerlemeye başlayan geçen yılki Everton'ın sorunlarıysa, bu seneki Manchester United'la büyük oranda paralellik gösteriyordu. Çok daha olgun bir takım olarak, fazlasıyla tempolu ve hatta keyif veren bir takımdılar ama maçı koparacak golü atamadıkları için berabere biten maçlar sezonun karakteri hâline gelmişti. Kanatlardan en fazla akın eden takım Everton'dı; sol bek Baines de ligin en çok orta açan oyuncusu. Ama bu takımın yapısında gerçekten ilgi çekici bazı ögeler de vardı.

Everton az önce attığı golü kutluyor. Golü hazırlayan ekip: olağan şüpheliler.

David Moyes, dar alanlar içinde rakipten fazla sayıda oyuncu bulundurarak kombinasyonlar oluşturmak, bu şekilde rakibe üstün gelmek istiyor. Örneğin, sol koridordaki Baines – Pienaar – Fellaini uyumu muazzamdı ve muhtemelen bu seneki Manchester City ile boy ölçüşecek düzeydeydi. Forvet arkası oyuncu olarak başlayan Fellaini, rakibi bozan bir etmen olarak sıklıkla kanatlara açılıp üçüncü oyuncu ve sırtı dönük top tutan kişi oluyor; sol ayağını raket gibi kullanan Baines, durumun uygunluğuna göre ceza sahasındaki koca adama orta açıyor veya yanına yaklaşan Pienaar'la al-ver yapıp merkeze doğru sürüyor; oyun kurucu Pienaar, oyunu ilk aşamada dengeye getiren isim oluyordu. Everton, oyunun büyük kısmında kanatlarda 3'e 2 veya 4'e 3 gibi üstünlükle kuruyordu. Kenarları çoklayanlar arasında merkez orta saha başlayan Leon Osman, hatta stoper Phil Jagielka gibi isimler de vardı. Everton bu şekilde fazlalaşarak rakibin hattının arkasına geçmeyi başarıyordu. Gibson'ın da takıma katılmasıyla, orta sahada aniden topu kanatlara açacak yeni bir isim eklendi ve Everton her şeyi başka bir hızda yapmaya başladı. Hâlâ büyük ölçüde 'son pas'larını ortalar üzerinden gerçekleştiren takıma 'boyut' katan yapı buydu, ne kadar yeterli olabileceği veya Moyes'un ne kadar ileri götürmek isteyebileceğiyse şu ana kadar tam anlamıyla test edilememiş durumda. Belki bir sezon daha izlemek gerekebilirdi.

Everton'ın geçen sene attığı gollerden biri. Sol koridora 'overload' sonucu Pienaar ceza sahası dışında iyi bir pozisyon alıyor. Avantajı kaybolmadan vurup Everton'ı öne geçirecek. Başka bir durumda, aynı bu karedeki bölgede duvar olan Fellaini'nin verdiği pasta topla buluşan Pienaar'ı ve onun ara pasında savunma arkasına kaçan Baines'e tanık olabilirdik.

Bu anlayışın Manchester United'a yansımalarını özellikle son Chelsea maçında görebilmek mümkün oldu. Welbeck'in arkasında başlayan Januzaj maç boyu sürekli sola deplase oldu, sürekli bloklar arasına girdi çıktı ve bu şekilde yakalayabildiği birebirlerde çok etkili paslar çıkarmayı başardı. Bu kez de savunma ve orta sahadaki zayıflıklar onları yarıyolda bıraktı.

Taktiksel çıkmazları bir yana, Moyes hâlâ United'ın aradığı uzun vadeli, bu 'işi' çok yönlü götürebilecek nitelikte bir isim olabilir. Fakat saha içindeki çıkmazlar şu anda gerçekten ciddi bir sorun teşkil ediyor.

2014/02/08

Tarihin gördüğü en kötü Milan


Hayatım Futbol 116. sayıda.

Fikstürün ilk yarısı tamamlandığında 22 puanla 11. sırada bulunan Milan, bundan daha kötü olmayı başarabildiğinde Barbara Berlusconi'nin doğmasına henüz 2 sene vardı. 1981-82 sezonuydu ve o sıralar 16 takımla oynanan Serie A'nın 15 haftası sonunda 15 puan toplayabilen Rossoneri, sondan üçüncü sırada yer alıyordu. Sezonun ikinci kısmında ne Baresi'nin dönüşü, ne hocanın ne de başkanın değişmesi fayda edecekti. Düşecek takımı fotofinişin belirleyeceği son haftada, Napoli kalecisi Castelli 85. dakikada çok garip bir gole izin veriyor ve bu da kümede kalan takımın Genoa olacağı anlamına geliyordu. O sezonun tamamına 21 gol sığdırabilmiş Milan'ın son yarım saatte bulduğu 3 gol ve 2-0'dan çevirdiği maçın artık bir önemi yoktu. Maç bitiminde coşkuyla sahaya inen taraftar, Napoli'den gelen geç gol haberiyle büyük bir yıkıma uğrayacaktı. Milan küme düşmüştü.

80'lerde Serie A

80'lerin sonu ve özellikle de 90'lar, İtalyan Ligi'nin altın çağıydı. Platini, Maradona, van Basten gibi dünyanın en iyi oyuncuları Serie A'da top koşturuyor; bir zamanlar ayakkabıcı çırağı olan Arrigo Sacchi'nin dönüştürdüğü Milan, alan savunması ve presli oyunu başka bir formda sunarak dünya çapında futbolun hüviyetini değiştiriyordu.

80'lerin ilk bölümü, bu yükselişe ön ayak olan gelişmelerle başlamıştı. Serie A, 1980-81 sezonunda kulüplere bir adet yabancı oyuncu oynatabilme hakkı tanıyacağını duyuruyordu. Bu sayı ilerleyen yıllarda kademeli olarak arttırılacaktı. Ülkenin en köklü kulüplerinden Milan içinse, 80'lerin ilk yarısı felaket demekti. 1980'de patlak veren Totonero skandalında küme düşürülen takım, geri döndüğü ertesi senede (1981-82) tekrardan bir alt ligin yolunu tutacak ve görkemli tarihindeki en karanlık günleri yaşayacaktı. Ama bu kaotik dönemin çok önemli bir sonucu olmuştu. 1986 yılına gelindiğinde, serbest düşüşteki kulübü medya devi Silvio Berlusconi satın alıyordu.

Yabancı oyuncu sayısının 2'ye yükseltildiği 1982-83 sezonunda Liam Brady'i Sampdoria'ya yollayan Juventus, Michel Platini ve Zbigniew Boniek'i transfer etti. Harikalar yaratacak bu iki yeteneğin alternatifi ise Bologna'nın bebek yüzlü forveti Roberto Mancini'ydi. Küme düşen Bologna'da 9 gol atan 18 yaşındaki Mancio, gol krallığını 3. sırada bitirmişti. O yaz ailesiyle tatilini geçirdiği yeri ziyaret eden kulüplerin ardı arkası kesilmiyordu. Mancinileri en çok ikna eden proje Sampdoria'nınki oldu. Sampdoria'ya 'evet' dedikten sonra Juventus'un teklifini öğrenen genç Roberto için büyük bir yıkım olmuş olsa gerek. Kendisi sıkı bir Juventus taraftarıydı ve Torino'ya transferi, çok istediği 10 numara pozisyonunda oynatılacağı anlamına gelebilirdi. 

İtalyan pasaportu olmayan yalnız bir oyuncunun oynatılabildiği durumda, takımların yabancı tercihlerine ayrıca özel anlamlar yüklemek mümkündü. Kuralın devreye girdiği 1980-81 sezonunda, şampiyon Juventus'un sükseli transferi Arsenal'den Liam Brady olmuştu. İrlanda'dan çıkan en iyi sol ayak, Bergkamp öncesi Arsenal'in sanatçı kontenjanını dolduran isimdi ve İtalya'da da epey bir iz bırakmayı başaracaktı. Napoli, efsane Ajax kadrosunun savunma oyuncularından Ruud Krol'ü transfer ediyordu. Krol, sene sonunda Guerin Sportivo dergisi tarafından yılın oyuncusu seçilecekti. Roma'nın yıldızıysa Radamel Falcao'nun isim babası olan Brezilyalı oyun kurucu 'gerçek' Falcao'ydu. En iyi takımlar, en göz alıcı yetenekleri kapmaya başlamıştı.

Çamaşır makinesi Joe

O seneyi Serie B'de geçiren Milan'ın, hemen ertesi sene geri döndüğünde tekrardan ligin en önemli takımları arasında yer alacağı düşünülmüştü. Takımın önemli oyuncularından Walter Novellino, birkaç iyi takviyeyle şampiyon olabileceklerinden bahsediyor; görüşülen yabancı oyuncular arasında Cruijff, Zico, Ceulemans gibi isimler yer alıyordu. En sonunda anlaştıkları isimse.. Joe Jordan olacaktı. Pek de büyük kulüplerin yaptığı göz alıcı transferlere benzemeyen; ön yargı ve küçümsemeyle bakılan uzun topçu İngiliz liginden alınan, en önemli niteliği fizik gücü olan bir İskoç forvet. Onu, 2011'de Gattuso'nun boğazladığı Tottenham antrenörü olarak da hatırlayabilirsiniz. Jordan, Milan'ın tepetaklak gidecek sezonunun ilk alameti olacaktı.

Joe 'Jaws' Jordan, İskoçya Milli Takımı formasıyla (solda). 2011'deki Şampiyonlar Ligi eşleşmesinde yanlış kişiye çatıyor. Gattuso, Jordan'ın 'seni İtalyan piç!' dediğini iddia etmişti.

Gol bulabilmek sahiden ciddi bir sorun olmuştu. Jordan'ın 8. haftada atacağı gole kadar, Milan 630 dakika boyunca sadece 1 gol kaydedebiliyor ve o golü de Napoli'den Ferrario kendi kalesine atıyordu. Sene sonunda Milan'dan daha az gol atan tek takım, ligi son sırada bitiren Como'ydu. Olmayan iki ön dişi ve sahadaki korkutucu görüntüsü nedeniyle 'Jaws' lakabı takılan Joe Jordan da Akdeniz sularında maharetlerini sergileyemiyor ve ligi 2 golle tamamlıyordu. Gazetelerin maç sonu verdiği puanlara bakılırsa, o sezonun en kötü performans gösteren yabancı oyuncusu oydu.

Kötü başlangıç, kötü son

Joe Jordan talihsiz bir tercih olabilirdi. Ama Milan'ın sezonunu gerçekten derinden etkileyen, Franco Baresi'nin sakatlığı olmuştu. 21 yaşındaki Baresi, daha o günlerde takımın en kilit isimlerinden biriydi ve Ekim ayı başında sakatlıktan sonra geri dönmesi 4 ayı bulacaktı. Kariyerinin bitebileceği dahi söylenmişti. Sezonun ikinci yarısında tekrar oynamaya başladığında, ciddi anlamda kilo kaybettiğini fark etmemek mümkün değildi.

Gelmiş geçmiş en iyi savunma oyuncularından biri. Franco Baresi.

Baresi'nin sakatlandığı 4. haftadaki Juventus maçına gelirken, sezonu iki 0-0'lık beraberlik ve 1-0'lık Napoli galibiyetiyle açan Milan 4 puanda bulunuyordu. İtalya Milli Takımı hocası Enzo Bearzot, sezonu şampiyon Juventus'un hemen arkasında bitirecek Fiorentina'yla berabere kalan Milan'ın oynadığı oyundan memnundu. Üst sıralarda bitirecekleri tahmininde bulunuyordu. Fakat Juventus mağlubiyeti ve Baresi'nin sakatlığıyla başlayan süreçte, Milan'ın tekrar kazanması için 10 hafta geçmesi gerekecekti.

Yeni başkan, yeni hoca

Krizdeki kulüp, sezon ortasında seçime gidiyordu. Yeni bir başkan seçildiğinde, sezon başı getirilen Gigi Radice de görevinde fazla kalamayacaktı. 16. haftadaki Udinese mağlubiyeti sonrası, Italo Galbiati Milan'ın yeni hocası oldu. Ama işler ancak daha da kötüye gitti.

Como'ya 2-0 kaybeden Milan, sonraki iki iç saha maçını tarafsız sahada oynamak zorunda kalacaktı. Milanlı bir taraftarın attığı taş, o sene Dünya Şampiyonu olacak İtalya Milli Takımı üyelerinden Fulvio Collovati'ye isabet ediyor ve olaylar maç sonuna taşınıyordu. Milan, yeni hoca geldiğinden bu yana sadece 1 galibiyet alabilmişti.

Cezanın bitmesinin ardından Genoa'yı deplasmanda 2-1 yenecekler, ertesi hafta bir daha kazanacak ve 30. haftaya, son 5 maçını kaybetmemiş bir takım olarak gireceklerdi. Ama yeterli değildi. Milan'ın ligde kalabilmesi için Cesena'yı yenmesi yetmiyordu. Bologna'nın kazanamaması ve Genoa ya da Cagliari'nin de kaybetmesi gerekliydi.

Ne yaptın sen Castellini!

Söz konusu İtalya ise, son haftada ne beklemeniz gerektiğinden asla emin olamazsınız. 16 Mayıs 1982'de yaşananlar da en kısa şekilde pasticciaccio brutto, yani 'karışık' olarak tanımlanmış. Şüpheli bir karışıklık.

Kazanana 2 puan verilen sistemde, Cagliari'nin 24, Genoa'nın 23, Milan ve Bologna'nın 22 puanı bulunuyordu. Lider Juventus'la aynı puandaki Fiorentina deplasmanına gidecek Cagliari, puan avantajına rağmen işi en zor olan takımdı. Genoa, dördüncü sıradaki Napoli deplasmanındaydı. Milan'la Bologna ise Cesena ve Ascoli gibi daha zayıf rakiplere karşı oynuyordu. Milan, son 5 maçında namağlup olarak geliyordu ve bundan 4 gün önce bir de Avrupa Kupası kazanmıştı. 1992'de kaldırılan Mitropa Cup, o tarihlerde ikinci kademe liglerde şampiyon olan Avrupa kulüpleri arasında oynanıyordu ve Çek takımı Vitkovice'yi mağlup eden Milan, o sezonun şampiyonu olmuştu.

Yine de işler pek de beklendiği gibi gitmedi. İlk yarıyı 1-0 geride kapattıktan sonra, 63'te bir gol daha yediler. Umutlar tükenmek üzereydi. Radyodan diğer maçları takip etmeye çalışanlar için, Genoa'nın Napoli karşısında 2-1 geride olması artık önemsiz bir detaydı. Derken, dört dakika sonra Joe Jordan'ın gol atacağı tuttu. Hemen onu takiben bir gol de Romano'dan geldiğinde, işler bir anda bambaşka bir hâl almıştı. Cagliari maçında gol yoktu ve Bologna 1-0 gerideydi. Momentumu arkasına alan Milan, bir anda bu takımlar arasında en avantajlı konuma yükselmişti. Roberto Antonelli, 82'de skoru Milan lehine 3-2'ye getirdiğinde artık stad yıkılıyordu. Üç kişiden kurtulan Antonelli, sol çaprazda hemen hemen imkansız bir açıdan şutu çıkarıyor ve top, gol olması için gereken tek noktaya doğru süzülüyordu. Bu gol hâlâ Milan tarihinin en iyi golleri arasında anılıyor. Fakat tam da bu sıralarda, Napoli'de çok garip bir olay yaşanmaktaydı.

Ligin en iyi kalecilerinden Luciano Castellini, kendi yarı sahasında topla oynarken beceriksizce bir hareket yapıyor ve Genoa'ya çok ucuz bir korner kazandırıyordu. Kazanılan kornerde hemen kale dibinde boşta kalan Mario Faccenda, skoru 2-2'ye getirecekti. Maçın geri kalanı, tribünlere gönderilen her vuruşun coşkuyla karşılandığı bir havada geçiyor ve Cagliari'yle beraber ligde kalmayı başaran son takım Genoa oluyordu. Kadrosunda Franco Baresi, Mauro Tassotti, Alberigo Evani gibi kulübün unutulmaz isimleri arasında yer alacak yetenekleri bulunduran Milan, küme düşmüştü.