2014/05/23

Tiki-taka öldü mü?


Hayatım Futbol 129. sayıda.

Franz Beckenbauer'in korkunç tiki-taka hikayelerinin arttığı şu günlerde, Uli Hoeness'in bilgeliğine belki de her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. “Bol farkla kazandığımız maçlar, veya hezimete uğradıklarımız... Bunların ardından asla güçlü çıkarımlar yapmamalıyız.” diyordu. Kontra ataktan attıkları gollerden memnun olmayan Guardiola'nın, bizleri uyarmaya çalıştığı mesele de biraz buydu aslında. Bol farklı galibiyetler yanıltıcı olabiliyordu. Bayern'in 'iyi uygulanamayan' tiki-taka'sı dahi en iyi takımların pek çoğu için fazlaydı, ama sistem henüz istenilen seviyeye çıkamamıştı. Karşılarında muazzam bir Real Madrid bulduklarındaysa, 'bir felsefenin ölümü!'nden bahsedenler çıkacaktı. Aslında olan biten fazlasıyla basitti, ve 5-0 kazandıkları maçlardan o kadar da farklı değildi. Guardiola, modifiye 2-3-5'e varasıya takımı sayısız mikrodeneye tabi tutmuş, fakat istediği mükemelliğe ulaşmayı başaramamıştı. “Real Madrid maçından sonra sistemime daha da inandım. Topla yeterince iyi oynayamıyoruz!” beyanı, birilerini iğneleme düşüncesiyle yapılmamıştı. Sorun apaçık şekilde felsefede değil, uygulamadaydı ve hatta biraz daha ileri giderek, Real Madrid hezimetinin Guardiola'nın elini güçlendirdiğini dahi söyleyebilirdik. Süddeutsche Zeitung, 'Bayern'in yeniden inşasının asıl şimdi başladığını' düşünüyordu.

*     *     *

Okuduklarınız sinir bozucu geliyor olabilir. Samimi bulmuyor, zorlama bir Guardiola savunması yaptığımızı düşünüyor olabilirsiniz. Biliyoruz, pek çoğunuz tiki-taka'yı sevmiyor. Belki korkak, belki küstah, belki de sadece sıkıcı buluyor. Haklı olabilirsiniz. Yine de tüm bunlar, tiki-taka'ya yöneltilen eleştirilerin şeklini doğru kılmıyor. Tiki-taka'nın tırnak içinde halka inememesinde, bazı basit teknik ilişkilerin anlaşılamaması ve salt sistem olarak değil ama bir felsefe olarak da değerlendirilememesinin önemli rol oynadığına inanıyoruz.

Guardiola'nın Real maçı sonrası söyledikleri arasından, “Topla çok kötü oynadık ve eğer kötü oynarsanız, kötü savunursunuz.” bölümü, iyi bir başlangıç noktası olabilir. “Topa sahip olursanız savunmanız gerekmez, çünkü yalnızca bir top vardır.” aforizması, başka bir şekilde dile getirilmekteydi. Top sirkülasyonunun en değerli savunma silahı olarak kullanıldığı bu oyun felsefesinde, savunma oyuncularının boylarının kısa olması veya saf birer savunma oyuncuları olmamaları üzerinden acımasız eleştiriler yapılabiliyor. En basitinden bu örnek dahi, savunma oyuncularının aslında savunma oyuncuları olmaması üzerinden sistem eleştirisi yapılmasının, aslında bazı basit teknik ilişkilerin anlaşılamamasından kaynaklandığını ve entelektüel yönü zayıf bir eleştiri şekli olduğunu göstermemize yardımcı olabilir. Böyle bir yanılgı, Liverpool'u çalıştırdığı dönemde uyguladığı alan savunması ciddi tepki toplayan Rafa Benitez'in durumundan pek de farklı değil. Eğer Benitez'e hak verirsek, belki tiki-taka'ya da sempatiyle yaklaşmayı başarabiliriz.

Kornerlerde alan savunması uygulayan Liverpool'un yediği goller, hâliyle, alan savunmasının bilindik, göze batan sorunlarından ileri geliyordu. Ertesi gün, 'işte yine alan savunması!' diye haykıran futbolcu eskisi yorumcularla karşılaşmanız işten bile değildi. Benitez'in bu eleştirilere yanıtıysa, her zaman için çok net ve basit olmuştu: Liverpool'un, kornerlerden en az gol yiyen takım olduğu istatistiğini gösteriyordu. Kornerlerde alan savunması, kökten bir çözümdü ve bu yüzden en iyisiydi. Lakin en iyi şekilde uygulanamadığında komik durumlara düşürebiliyordu ve dolayısıyla çözüm, alan savunmasından vazgeçmek değil fakat alan savunmasını daha da idealize etmek olmalıydı. Barcelona ve savunma oyuncuları nezdinde yapılan eleştiriler de bundan farklı değil ve hatta doğası gereği tıpatıp aynıydı. Mascherano'nun en kritik anda vurdurduğu kafa topu, sistemin esasında savunma güvenliğini korkutucu boyutlara çıkardığı gerçeğini değiştirmiyordu ve çözüm, basitçe Mascherano yerine uzun boylu birini koymak olmayabilirdi.


Gerekli yaratıcı unsurlar eklenemediği takdirde defansif bir seyre dönüşen tiki-taka, tüm yolların 'kontrol' fikrine çıktığı, oyunun tüm dinamiklerinin topa sahip olma düşüncesi üzerinden tekrardan şekillendiği bir felsefe olarak tanımlanabilir. Tiki-taka'yı basitçe bir sistem olarak anlamak yerine, felsefi boyutları ve ilham kaynaklarıyla birlikte gördüğümüzde, belki sıkıcı değil ama 'soğuk' olduğu noktasındaki fikrimiz değişmeye başlayabilir.

Makine yakıştırmalarının aksine, amatör ruhun yüceltilmesini en tepeye koyan bir anlayıştan bahsediyor Guardiola. “Dünyanın neresinden olursa olun, futbolcu olmaya karar veren herkesin hikayesi aynıdır. Hayatlarının bir gününde, koca bir şehirde veya küçük bir kasabada, oynadıkları futboldan büyük bir zevk almışlardır. Barça'nın çok komplike bir sisteme sahip olduğu söylense de aslında sistemimiz bu kadar basit: topa sahip oluyoruz ve topu bizden kapmaya çalışmalarını istiyoruz.” Kusursuzluğa, kazanmaya yönelik oluşturulan tüm teknik detayların arkasında gizli olan bu: Guardiola, hiçbir baskı hissetmeden sadece futbol oynadığı için zevk alan, mekanlar üstü bir takım oluşturmak istiyor. Tiki-taka'yı açıklamaya uğraşırken, Total Futbol etkilenmelerine göz atabilir ve örneğin Ruud Krol'un işaret ettiği fiziksel rejenerasyon meselesi gibi, topa sahip olma oyununun getirdiği pek çok devrimsel düzeydeki yeniliğe atıfta bulunabiliriz. Fakat Guardiola'nın 'özel'liği, tüm bu felsefeyi yeni bir kusursuzlukta sunması dışında ,Victor Valdes'e söylediklerinde yatıyor.

Sürekli gerginsin, çünkü sadece başarılı olmayı diliyorsun. Eğer bu şekilde devam edersen, kariyerin sona erdiği vakit bu mükemmel işten hiçbir zevk almamış hâlde emekli olacaksın!”

Tiki-taka ölmüş değil. Muhtemelen, seneye çok daha hazır ve güçlü bir şekilde yeniden sahnede olacak. Hem sahi, ölmesini niye bu kadar çok istiyorsunuz?

Mancini kalsın!



Galatasaray'ın bu sezon gösterdiği performansın hayal kırıklığı olduğu ve geleceğe yönelik çok da umutlu çıkarımların yapılamadığı su götürmez bir gerçek. Ama bu bataklıkta Roberto Mancini'ye biçilen rol biraz haksız. Türk futbolunun ksenofobik yapısı ve Fatih Terim rejiminin son dönemlerinde ortaya çıkan derin sorunlara yeterince işaret edilememiş olması, bu durumun ortaya çıkmasındaki en önemli iki etken gibi gözüküyor.

Bugün yapılan eleştirilerin çok büyük kısmının doğrudan Mancini'ye değil, erozyona uğrayan futbol şubesine yapılması gerekiyordu. Bu kış transfer dönemi de dahil olmak üzere, son 3 transfer döneminin tamamında özensiz ve ihaleyi teknik adama yıkan transfer politikalarının izlenmesi, 'kendi pozisyonunda oynatılamayan oyuncular ordusu' takımın ortaya çıkmasındaki gerçek suçlu idi. Top rakibe geçtiğinde tüm takımın topun arkasına geçmesini isteyen Mancini'ye mi, yoksa oyuncuları alışık olmadığı yerlerde oynayan Mancini'ye mi kızdığımızı çoğu zaman bilmiyoruz. Belki de böyle bir ayırdın olduğunun dahi farkında değiliz.

Henüz Fatih Terim baştayken de rakibe kolayca gol imkanı tanıyan ve maçları çevirmek için şekilden şekile girmek zorunda kalan sezon başındaki takımı ne çabuk unuttuk? Alışık olmadığı iç oyuncusu görevinde oynuyan Selçuk İnan, geçen sezonun ikinci yarısından beri bu çıkmaza hapsolmuş durumda. Sneijder'in solda kullanılması eleştiriliyorken, Terim rejiminde merkezde oynayan Sneijder'in mi yoksa şu yapıdaki Sneijder'in mi daha verimli olduğu niçin tartışmaya açılmıyor? Terim'in, Semih'in partneri olarak Dany'i, Mancini'nin ise Hakan Balta'yı tercih etmesi, takım kimyasının ne denli bozulduğundan başka bir şey anlatmıyor aslında bizlere. Mancini, Balta tercihini 'takımda topu en iyi oyuna sokan stoper' şeklinde açıklarken, Dany de tüm beceriksizliklerine karşın önde oynayan savunma değerli bir parça olabiliyor. Aslında iki futbolcunun kalitesi de yeterli değil ve farklı futbol mantalitelerine sahip iki hocanın farklı çözümleri olarak takımda yer bulmayı başarıyorlar.

Mancini'ye dair hoşnutsuzluğun artışı esas olarak ligin ikinci yarısına denk geliyor. Oldukça başarısız geçen bir transfer dönemi; hocanın yerli oyuncu piyasasına yabancılığı, yurt dışından istediği oyuncuların alınamaması ve transfer komitesinin göz boyayan niteliksiz transfer girişimleriyle felaket bir şekilde noktalandı ve daha kötüsü, bir algı yanılması yarattı. Alınan oyuncular, Mancini'nin takımdaki mevcut sorunları çözmesine yardımcı olacak özellikte değillerdi ve yarardan ziyade Mancini'ye yeni bir eleştiri kanalı işlevi gördüler. Bunların dışında bir diğer kırılma noktası, Bruma ve Aydın Yılmaz'ın beklenmeyen sakatlıkları oldu. Amrabat'ın da çoktan Malaga'ya kiralanmış olmasıyla, Galatasaray'ın opsiyonları büyük ölçüde 4-3-3 formasyonu içine sıkışmış kaldı ve bu yapının alan parselizasyonunda yarattığı pek çok sıkıntıyla karşılaşıldı. İvedilikle stoper transferi isteyen ve muhtemelen bu fikirle Dany'nin gidişine izin veren Mancini'nin son günde Burdisso transferiyle karşılaşması, bu transfer döneminin en iyi özeti olabilir. Hocanın yerli pazarında daha iyi şekilde yönlendirilmesi ve yabancı transferlerinin de kesinlikle daha düzgün planlanması gerekiyordu.

Mancini'nin arayışları, sanki bu karışıklığın sonucu değil de esas nedeniymiş gibi sunuluyor. Bu arada, Mancini'nin kötü bir iş yaptığı noktasında birleşiyor, bu hocanın aurasını tartışmayı unutuyor ve takıma katabileceği değerler üzerinden değerlendirmeyi göz ardı ediyoruz. Esasında Fatih Terim'in Sneijder'le yakalayamadığı paralellik ve Mancini'nin sol kanatta dahi olsa, daha iyi bir oyun alanı yaratması üzerinden çok basit bir örneklemesini sunabiliriz bunun. Adı geçen Terim, Lucescu gibi hocaların tüm bu karışıklıklara karşın takıma şu ankinden daha çok puan toplatacağına ve 'daha az krizdeymiş gibi' göstereceği noktasında hemfikiriz. Lakin Mancini tam da bu noktada ayrılıyor. Daha lüks, daha eğitimli bir futbol vaat ediyor ve bunun yolları daha karışık. Eğer Mancini'nin iyi bir hoca olduğuna kendimizi inandırabilir ve 'aksiliklere rağmen Mancini' şeklinde bakabilirsek, Burak Yılmaz'ın daha iyi bir 'futbolcu' olmaya başlaması gibi detaylar ilgimizi çekmeye başlayabilir.

Bir sonraki transfer döneminin hata kaldırma lüksü yok. Ve Mancini'nin kendini biraz olsun sevdirebilmesi için, bu transfer dönemine ihtiyacı var.

Kaplanlar Wembley'de!


http://www.fourfourtwo.com.tr/2014/05/17/kaplanlar-wembleyde/

Hull City için çalkantılı ama unutulmayacak bir sezon geride kalıyor. Yoksa Hull Tigers mı demeliydik? Mısırlı sahibi tarafından adı Tigers olarak değiştirilmek istenen kulüp, 110 yıllık tarihindeki ilk FA Cup finaline çıkıyor. Birden çok 'ilk'e sahne olan bu sezonda, Liverpool'a karşı ilk galibiyetlerini aldılar; yeri gelince 6-0 kazandılar ve belki de hiçbir zaman düşme korkusu yaşamadılar. Tony Pulis tarafından 'yılın menajeri' olarak işaret edilen Steve Bruce, ödülü kazanmayı başaramamış olabilir; ama bu mütevazi kulübün tarihindeki en başarılı sezon ve en güçlü kadroyla karşı karşıya olduğumuza şüphe yok.

Hull Tigers

Hull City'nin hikayesi trajik, ama bir o kadar da bilindik. Premier Lig'de geçirdiği 2 sezonun ardından büyük borçlanmalarla küme düşen kulüp, Assem Allam'a satışının açıklandığı 18 Ekim 2010'da iflas etmekten yalnızca 4 gün uzaklıkta, kaderine terk edilmiş hâldeydi. Nasır rejiminden kaçarak 1968'te İngiltere'ye yerleşen Mısırlı bir iş adamı olan Allam, “42 senedir bu bölgede yaşıyorum, artık borcumu ödeme vakti geldi.” diyecekti. Çatlak ses duymaya tahammül edemeyen bu iyi niyetli ihtiyara gerçekten de çok şey borçlular. Bruce'a bakacak olursak, “O olmasaydı, bırakın Hull City'i, ortada herhangi bir kulüp olmayacaktı.”

4 senelik sürede kulübe aktardığı para 70 milyon pound'u aşan Allam, bundan sonraki aşamanın kulübü kendi kaynaklarıyla Premier Lig'de yarışabilir hâle getirmek olduğunu söylüyor. Hull Tigers meselesi de bu esnada hortlamış. “Kısa isimlerin etkisi çok daha çabuk görülür, bunu tüm pazarlama ders kitapları yazar.” derken, FA'de Hull City Tigers olarak kayıtlı olduklarını ve yaptığının kulübün adını değiştirmek değil, aslında 'kısaltmak' olduğu gibi ilginç bir savunma yapıyor. “Sizce hangisini kaldırsaydım? Hull ismini kaldıramam; ama City'i veya Tigers'ı kaldırabilirim. Ne yani, kaplanı, gücün sembolünü mü kaldırmamı önerirdiniz?”

No to Hull Tigers! (üzerine tıklayın)

Bu kararında ısrarlı olunca, kulübün tarihine hakaret edildiğini söyleyen taraftarlarca 'Ölene kadar City!' adlı bir kampanya tertip edilecek ve buna karşılık daha beter bir uzlaşmaz tavır sergilediğinde, iki taraf arası atışmalar başlayacaktı. “İstedikleri zaman ölebilirler!” diyen Allam, kulüpten ayrılmakla tehdit ediyor; aynı grubun cevabıysa “Biz Hull City'iz, ne zaman istersek o zaman öleceğiz!” oluyordu. Hareketli günler geride kaldıktan sonra, bunun bir anti-Allam protestosu olmadığı ve çoğunluğun onay vermesi durumunda isim değişimine karşı çıkılmayacağı açıklanacaktı.

Olayların en kısa ve belki de doğru özetini yapansa, tarafsızlığını ilan eden Bruce'tu. “İsim değişikliği konusunda iki tarafın argümanlarını da anlayabiliyorum. Ama bundan daha önemli bir şey var ki, o da harika işler başardığımız.”

“Neden olmasın ki?”

Steve Bruce'u Hull City'nin başına geçmeye ikna eden, basit bir “Neden olmasın ki?” dürtüsü olmuş. Şöyle açıklıyor: “Çevremdeki herkes aynı şeyi söylüyordu: Hull'a gidemezsin! Championship büyük bir basamak inme, hem orada nasıl başarılı olacaksın? Halbuki Championship gerçek bir rekabet alanıydı, Premier Lig'in aksine, orada her şey mümkündü. Bir an 'neden olmasın ki?' diye düşündüm. Anlaşamadığım üç-dört başka Premier Lig kulübü olmuştu; 10 aydır işsizdim. Neden olmasın?”

Hull City'nin diğer kulüplerden farkı neydi? O sıcaklığı, 'dürtü'yü Hull'da hissetmesinin sebebi neydi? Assem Allam'la yaptığı ilk iş görüşmesini anlatıyordu. “Bana inanılmaz düşük bir maaş önerdi, gerçekten akıl almazdı. Kendimi tutamayarak gülmeye başladım ve ona bu parayı 1984'te kazandığımı söyledim! İyi bir diyalog kurmuştuk ve bu hiç değişmedi.”

Assem Allam.

“Ama bir şey daha söylemişti. 'Steve, benim bir menajere, ama gerçekten bu işten anlayan birine ihtiyacım var. Senin yaptıklarına kesinlikle karışmayacağım.' Sözünü sahiden de tuttu. Beni bir kez olsun 'Niçin 4-4-2 oynadın?' gibi şeylerle aramadı. 'İyi iş başardın.' demek için dahi aramıyordu! 2-3 haftada bir düzenli olarak çay içmeye gidiyoruz ve biliyorum ki, bir problem olduğunda onu rahatlıkla arayabilirim. Bana hiç karışmıyor ve istediğim şekilde yönetmeme izin veriyor.”

Hull City'nin başarısının perde arkasında yatan, bu benzersiz başkan-yönetici ilişkisi. Yine çay toplantılarında birinde olacak, bir forvet almaları gerektiği Bruce tarafından başkana iletilmişti. Bugün Hull City'nin ligde kalmasında en önemli virajlardan biri olarak, toplamda 14 milyon pound harcadıkları Shane Long ve Nikica Jelavic ara transferleri gösteriliyor.

Nasıl bir takım? 

3-5-2 ve 4-4-2 arasında geçişler yapan esnek bir takım Hull City. Kendi oyunlarını kabul ettirmeye çalıştıklarındaysa dinamik, önde basmaya çalışan bir oyun tercih ediyorlar. Southampton menajeri Pochettino'nun, 'Hull City'i kendine en yakın takımlardan biri olarak hissetmesi' boşuna olmamalı. Jelavic-Long ikilisinin tam da bu oyun yapısına uygun, enerjik oyuncular olmasıysa yeni bir pencere açıyor; keza Bruce'un, bir önceki işi Sunderland'den veya Birmingham City'den tam da böyle bir aşamada kovulduğu akla geliyor. Kulüpleri stabilize ediyor, iyi transferler yapıyor ve limitlerinin üzerine çıkarıyordu; ama tablonun üst yarısına geçirecek stile ulaşamıyorlardı. Bu 'limit', eski kafalı, albenisiz bir Kuzeyli olarak zihinlerde yer etmesinde, “İnternetten pek hoşlanmıyorum!” gibi açıklamaları kadar önemliydi şüphesiz. Halbuki enkaz halindeki bir kulübü düzlüğe çıkarmak istiyorsanız, Bruce ilk aklınıza gelmesi gereken kişilerden biriydi, ve Allam haklıydı, bu işten iyi anlıyordu.

Aaron Ramsey'nin önderliğindeki Arsenal'i yenmeleri gerçekten pek kolay değil. Ramsey varken, Arsenal başka bir takım. O presi yarıp geçiyor; kapalı oynuyorsanız, türlü türlü yeni setlerle karşınıza çıkıyorlar. Eğer bir şansları olacaksa, Tom Huddlestone'un kusursuz Hollywood paslarına her zamankinden daha çok ihtiyaçları var. Gününde bir Huddlestone, bu ne yazık ki çok sık olmuyor, en az Ramsey kadar belirleyici olabilir.

2014/05/16

Martinez diyorsa bir bildiği var!



Roberto Martinez'i nasıl bilirsiniz? Blaugrana fabrikasından çıkan dâhilerden biri olarak mı? O hâlde yanılıyorsunuz. Yolu bir şekilde Barcelona'dan geçenlerin çığır açıcı işler başardığı günümüz futbolunda, alışık olmadığımız, sıradışı bir Katalan Martinez. Kariyerine Barcelona'da değil, babasının antrenör olduğu Balaguer'de başlamış ve 22 yaşında, o zamanın dördüncü kademe takımı Wigan Athletic'e transfer olmuştu. Cruyff'un '93 model Barcelona'sını en büyük ilham kaynağı olarak açıklarken, bir yanlış anlaşılma olmaması açısından itinayla ekliyordu: 
“Hayır, Barcelona taraftarı değildim. Babamın takımını tutuyordum.”
1995'ten bu yana kariyerini Britanya'da sürdüren ve beş yıl önce İskoç bir bayanla evlenen 'Bobby', kendini bir İspanyol'dan daha çok İngiliz gibi hissettiğini söylemişti. İngiltere futbolunun gelişimine yönelik yapılan tartışmalara 'biz' diye başlayan cevaplarla katılırken, her seferinde de, İngilizlerin çizdiği karamsar tabloya karşı bir tutum sergiliyordu. Euro 2012 vesilesiyle yapılan röportajların birinde, “İngiliz oyuncuların İspanyollar kadar teknik olamayacağı algısından nefret ediyorum.” diyecekti. “Son beş senede başardıklarımıza (Wigan'ı kast ediyor olmalı) bakılırsa, İngiliz futbolcu da teknik olabilir!”

Dışarıdan birinin perspektifinden, İngiliz futbolunun sorunları ona daha farklı görünüyordu. Martinez'e göre en büyük sorun, geri kalmış olduğu söylenen altyapı yöntemleri değil; 18-21 yaş aralığındaki oyunculara, olgunlaşma ortamının sunulamamasıydı.
“Gelişmemiz gereken dönem, 18'den 21 yaşa kadar olan dönem olmalı; çünkü 18 yaşına kadar, en az dünyanın geri kalanı kadar iyiyiz. 18'den sonrası, sadece çok az oyuncunun başarabildiği bir atlama. Yetenek tek başına yeterli değil. Atlamayı sadece 'daha iyi profesyonel' olmayı başarabilenler yapıyor.” 
Ertesi sene Everton'ın başına geçtiğinde, yine aynı fikir üzerinde duracak ve bu kez, Gerard Deulofeu ile Luke Garbutt'u karşılaştıracaktı. Aynı yaştaki iki oyuncudan Deulofeu, Championship seviyesindeki bir ligde Barcelona B takımında oynarken; Garbutt, Cheltenham'a kiralık yollanmış ve o da çok kısa sürmüştü. İngilizler, oyuncuların pişirilmesi kısmında sınıfta kalıyordu.

FA başkanı Greg Dyke'nin bu hafta içinde açıkladığı 'B takımları' projesi, ülke genelinde büyük tepki aldı. Roberto Martinez ise yine karşıt saflardaydı. Bunu 'çok, çok heyecan verici!' bulmuştu. Öyle ya, neresinden bakarsanız 2 senedir gayet sesli bir biçimde dile getirdiği proje tam da buydu!

Dyke'nin bahsettikleri, sahiden de İngiliz futbol piramidinin benzersiz yapısına yönelik ciddi bir tehdit oluşturuyor. Ama bir de şöyle düşünün: Martinez diyorsa bir bildiği var!

2014/05/09

Mucizeler mümkün!

Tick all the boxes!

Gus Poyet'nin başa gelişiyle toparlanma emareleri gösteren Sunderland, daha sonra bunu sonuca da yansıtmayı başarmış ve hatta ocak ayının tamamında yalnızca bir beraberlik alıp diğer tüm maçlarını kazanmıştı. Evet, hâlâ ligin dibindeydiler ama eksik maçlarını tamamladıklarında, orta sıralara tırmanmaları bekleniyordu. Sunderland, iyi futbol oynamaya başlamıştı. Bir alt ligde Brighton'a oynattığı pas futboluyla beğeni toplayan Poyet, 4-1-4-1 formasyonu içinde Ki Sung-Yueng'i önemli bir 'kontrol' oyuncusuna, Adam Johnson'ı hırpalayıcı bir kanada ve Fabio Borini'yi golcü bir kanat-forvete dönüştürüyordu. Fakat ne olduysa, Manchester City'e kaybettikleri Lig Kupası finalinden sonra olacaktı. Bir daha kazanamadılar. 5-1 kaybettikleri Tottenham maçıyla mağlubiyet serileri 4 maça uzarken, Poyet maç sonunda malumu ilam edecekti: “Sıralama bazen yalan söylemez. Artık ligde kalmak için bir 'mucize'ye ihtiyacımız var!”

Sonraki hafta, Everton kalesine 20 küsür şut gönderdikleri maç bir kez daha hüsranla sonuçlanacaktı. Poyet, artık işin içinden çıkamadığını dile getiriyordu. “Bu kulüpte bir şeyler ters gidiyor ve bunun ne olduğunu bir an önce bulmam gerekiyor. Her hafta, sorunun ne olduğunu bulduğumu düşünüyorum; ama hayır, belli ki hâlâ bulmayı başarmış değilim. Düşünüyorum da, Steve Bruce'un ikinci yılı niçin tepetaklak gitmişti? Martin O'Neill'da, Di Canio'da ters giden neydi? Şu anda ters giden ne?” Sunderland'in son 12 aydaki üçüncü menajeriydi. Kulüp bir türlü düzlüğe çıkamıyordu.

Mucize adam Wickham

Mucize çağrısına cevap, bundan 1 önceye kadar Leeds United'da kiralık oynayan Connor Wickham'dan gelecekti. Hem de ne cevap! Premier Lig'de Nisan Ayının En İyi Oyuncusu seçilen Wickham, 3 maça 5 gol sığdırırıyor ve Sunderland, rakip ayırt etmeksizin her önüne geleni bozguna uğratıyordu. Mannone'nin 88'de acemice yediği gol olmasa, Manchester City de ellerinden kurtulamayacaktı. Jose Mourinho, (Chelsea) kariyerinde iç sahadaki ilk lig mağlubiyetini Sunderland'den tattı. Cardiff City'i 4-0'la darmaduman ettiler. Ve son olarak, 1968'den bu yana ilk kez, Old Trafford'dan 3 puanla döndüler.

Connor Wickham.

Steve Bruce'un 3 sene önce 12 milyon pound'a transfer ettiği Wickham, Sunderland kariyerinde yalnızca 1 gol atabilmiş ve bir türlü beklentileri karşılayamamış bir futbolcuydu. Fakat 21 yaşına henüz basan bu genç için, Poyet'nin başka planları vardı. Onu Leeds'ten geri çağırdığı vakit, “Bir çözüm arayışındayız ve bu çözümün Wickham olabileceğini düşünüyoruz.” diyecekti. “Bizi ayağa kaldıracak, takıma yeni bir 'hava' getirecek birine ihtiyacımız var. Eğer böyle bir 'etki' yapmayı başarabilirse, çok büyük bir iş başarmış olacak.”

Kuşkusuz Poyet dahi bu kadarını beklemiyordur.

Devir mucize devri değil!

Geçen sezonu 17. sırada bitiren Sunderland, bu sene de bir şekilde, 'mucize'lerin yardımıyla, ligde kalmayı başarmış gözüküyor. Peki ama Poyet'nin sorusuna geri dönersek, kulüp niçin bir türlü yolunu bulamıyor? Diyelim ki, Steve Bruce ezeli rakip Newcastle'ın taraftarı olduğu bilinen bir hocaydı ve kendini kabul ettirmesi hiçbir zaman kolay olmayacaktı. O hâlde, çocukluktan Sunderland taraftarı olduğu bilinen O'Neill'a ne demeli? Açık ki, Poyet'in de işaret ettiği üzere kulübün sorunları bunlardan daha derin.

Temelde yatan sorun, Sunderland'in senelerdir stabil bir yönetim modeli kuramamış olmasından kaynaklanıyor. Kulübü satın aldığı günden bu yana elini taşın altına koymaktan çekinmeyen Amerikalı başkan Ellis Short da, başarısız Bruce ve O'Neill denemelerinden sonra artık 'Kıta Avrupalı' bir yönetim modeline geçilmesi gerektiği fikrini paylaşıyor. Bu anlayışla başa getirilen Paolo Di Canio ve onla paralel çalışan futbol direktörü Roberto de Fanti gerçekten felaket seçimler olmuşlardı. Poyet'se böyle değil. Bu karmaşa içinde devraldığı takımı çok geçmeden felsefesine uygun bir yapıya dönüştürmesi ve en sonunda dipten çıkarması, onu bu sezonun en önemli performans gösteren menajerleri arasına yükseltiyor.

Manchester United maçından bir sekans (üzerine tıklayın).
Sunderland, Gus Poyet'nin başa gelişiyle ne oynadığını bilen ve keyif veren bir takıma dönüştü.  

Önümüzdeki sezon, onu çok daha zor bir görev bekleyecek. Artık 'sorunun ne olduğunu' tam olarak anlayabilmesi ve doğru temeller üzerinde yükselen bir Sunderland inşa etmesi gerekiyor. Kendinden önce gelenlerin hataları üzerinde durmak, gerçekten de iyi bir başlangıç olabilir. Danny Welbeck, Danny Rose gibi kiralık oyuncuların üzerinde yükselen ve bunların ertesi sene geri dönmesiyle ciddi bir 'kimlik kaybı' yaşayan Bruce rejimi örneğin... Borini ve Ki'yi kaybedecek Poyet'nin, bu soruna doğru bir şekilde yaklaşabilmesi son derece önemli olacak. Esasında buradan, Sunderland'in kadro yapısının önemli bir dinamiğine de geçiş yapabilir. Oyuncuların büyük kısmı kendini ispatlama gereği duymayan, orta-kalitedeki Premier Lig oyuncularından oluşuyor, ve bunun değişmesi gerekiyor. Martin O'Neill'ın acı deneyimlerinin hatırlattığı üzere, çok iyi bir yarım sezon, iyi bir ikinci sezon planlayıcısı olacağınıza garanti değil. Poyet ilk testi geçti ama asıl meydan okuması bundan sonra başlayacak.