2014/11/09

İspanyol uyruklu İngiliz: Roberto Martinez



'Geleceğin teknik direktörleri' adı altında bir seriye başlamaya karar verirken aklımızdan neler geçiyordu? Belli bir yaşın, belirlediğimiz parametreye göre 45 yaşın altında, ve henüz futbol sahnesinin en büyüklerinde kendini tam anlamıyla ispatlama fırsatı bulamamış; fakat ileriki yıllarda adını çokça işiteceğimizi düşündüğümüz teknik direktörleri belirlemeye çalışacaktık. Yine de bu listeyi oluştururken en büyük motivasyon kaynağımız, aslında başka bir noktaya dikkat çekmekti.

1996'da Arsenal'e Japonya'nın Nagoya Grampus takımından gelen ve “Arsene who?” (Arsene kim?) manşetleriyle karşılanan Arsene Wenger'in, Ada futbol kültürü üzerinde ne denli büyük bir etki yarattığı üzerine sayısız tartışma yapılmıştır. 6 dil konuşabilen, oyuncuların beslenme alışkanlıklarını yeniden belirleyen ve ekonomi üzerine master yapmış bir menajer Premier League için bir ilkti. Galip gelinen maçların ardından takım olarak topluca 'dağıtmanın' profesyonel futbolcular için kabul edilebilir bir davranış olmadığının benimsenmesinde ve Ada futbolunda içki kültürünün değişmesinde Wenger'in çok önemli bir rolü olacaktı. Kuşkusuz daha sonra Gerard Houllier, Jose Mourinho gibi değerli yabancı menajerler de Wenger'in açtığı kapıdan Adaya ayak basmıştı. 20. yüzyılın sonunda, Arsene Wenger daha önce gördüğümüz herkesten farklı duruyor ve futbolda yeni bir döneme işaret ediyordu.

Listedeki pek çok isimde, ve daha şimdiden çok başarılı olmaları gerekçesiyle bu listeye dahil edilemeyen Luis Enrique, Andre Villas-Boas gibilerinde, Wenger için sözü edilen bu özelliklerin var olduğunu göreceksiniz. Kazandıkları başarılar bir yana, teknik direktöre bakış açımızı değiştirebilecek niteliklere sahipler ve 'geleceğin' teknik direktörleri olarak anılmayı bu yüzden hak ediyorlar. 2010'da Burnley'e yaptığı iş teklifinde kullandığı Powerpoint sunumu kulübün yöneticilerince fazla 'teknik' bulunan ve işi bu sebeple alamayan 34 yaşındaki Andre Villas-Boas size de garip gelmiyor mu? Peki ya Luis Enrique'nin Barcelona antrenmanlarını bir kule üzerinden, adeta Football Manager kamerasından izler gibi 'tepeden' takip etmesine ne demeli?

Bu seride ilk yazılacak isim Roberto Martinez olacak. 1995'den bu yana Britanya'da yaşayan ve 'artık İngilizce düşünebilmek' için Manchester'da ikinci üniversitesini bitiren Katalan, futbolculuğu sırasında eş zamanlı olarak her hafta sonu televizyonda İspanya futbolu yorumculuğu yapıyordu. Son iki Dünya Kupası'nda Amerikan ESPN kanalı adına çalışan Martinez, yaptığı analizlerle Amerikalılara futbolu sevdirme konusunda en az Tim Howard kadar etkili bir isim olarak anılıyor. Gelin Roberto Martinez'i daha yakından tanıyalım.

*     *     *



Roberto'nun çok başarılı bir menajer olması beni şaşırtmıyor, çünkü o fazlasıyla titiz ve zeki biri. Aynı futbolculuğundaki gibi. Futbolcuyken hiçbir zaman sebepsiz yere koşmaz, sahada yaptığı her harekette bir anlam arardı. Oyuncularına da aynı profesyonel ve mükemmeliyetçi bakış açısını kazandırmak istiyor. Hiçbir zaman alkol ve sigara kullanmayan biri olarak, takımındakilerin de aynı özeni göstermesini bekliyor. Pozitif, yardımsever, arkadaşlarına destek olmaya her zaman hazır biri oldu. Onu tanıdığım için çok şanslıyım ve öyle söyleyebilirim ki, Roberto ailem dışında tanıdığım en önemli insan ve benim en büyük ilham kaynağım.”  
Jordi Cruyff

Roberto Martinez'in 2008 yılında yayınlanan otobiyografisinin önsözünü yazan Jordi Cruyff, en yakın dostunu bu şekilde tanımlıyor. Roberto Martinez, Jordi'nin düğününde sağdıç olmuş, ve daha sonra da Jordi'nin oğlunun vaftiz babası. 20'li yaşlarının hemen başında İspanya'dan koparak Adanın yolunu tutan bu iki genç, o vakitler pek de kozmopolit yerler olmayan İngiltere'nin kuzey vilayetlerinde tanışmış. Jordi, Manchester'a uyum sağlayamayarak 4 sene sonra İspanya'ya geri dönmüş. Martinez ise o günden bu yana hâlâ İngiltere'de, tam 19 senedir.

İngiltere Milli Takımından 'biz' diye bahseden 41 yaşındaki Roberto Martinez, hayatının yarısını İngiltere'de geçirmiş biri olarak, kendini yarı yarıya İspanyol ve yarı yarıya İngiliz olarak tanımlıyor. Martinez, futbolu öğrendiği İspanya'nın ve kariyerinin hemen hemen tamamını geçirdiği İngiltere'nin farklı futbol kültürlerini bir araya getirdiği, kendine özgü bir futbol anlayışı ortaya çıkarmış. 'Bobby', İngiliz futboluna dışarıdan bakabilen bir yabancı değil; bilakis, artık içlerinden biri. Fakat diğer yandan, dışarıdan birinin perspektifiyle bakabilme ayrıcalığına sahip. Bu, gerçekten eşsiz bir konum.

Roberto Martinez'i anlamaya çalışırken, İspanyol kökenlerinden gelen ön yargıya kapılıp da onu sadece topa sahip olma oyunun idealist bir temsilcisi olarak görmek, büyük bir yanılgı olacak. Geçtiğimiz ay FourFourTwo'ya verdiği röportajda, bir futbol kulübünü sanki sonsuza dek orada kalacakmışçasına yönetmelisiniz, diyordu Martinez. Onu en iyi anlatan cümle bu olsa gerek. Roberto Martinez, bir yandan saha içinde olan bitene dair çok iyi analizler ve çözümler sunabilen bir antrenörken, diğer yandan futbolu tüm boyutlarıyla anlamaya çalışan, çok yönlü bir futbol adamı.

1995 yılında Wigan Athletic'e transfer olan üç İspanyol oyuncudan yalnızca Roberto Martinez'in kalıcı olması bir rastlantı değil. Sert ve direkt oynanan İngiliz futboluna adapte olamayan diğer oyuncuların aksine, Martinez alışık olmadığı bu kültüre uyum sağlamanın yollarını aramış. Topa sahip olma oyunu eğitimi almış birinin perspektifinden bakarak, İngiliz futbolunda neyin işe yarayabileceğini bulmam gerekiyordu, diyor Katalan. Alt liglerde tüm İngiliz takımları 4-4-2 oynarken, onları düşük bütçeli Swansea ile alt edebilmeleri, ancak 4-3-3, 4-2-3-1 gibi farklı dizilimler üzerinden çözümler arayarak mümkün olmuş. Martinez, İngiliz futbol piramidinin gerçekliği içinde, bir İspanyol'a özgü çözümler yaratarak her gittiği kulüpte iz bırakmayı başarmış.

Roberto Martinez, hayatında izlediği en iyi futbol takımı olarak 1993 yılının Barcelona'sını anıyor. En yakın dostu Jordi Cruyff'un babası Johan Cruyff'un çalıştırdığı ünlü Barcelona takımı. Barcelona öyle bir takımdı ki, herkes onların ne yapacağını bilmesine rağmen yine de kimse onları alt edemezdi, diyor Martinez. Johan Cruyff, tüm Barcelona kulübünün 'felsefe'sini baştan aşağı değiştirirken, o sıralar Real Zaragoza alt yapısında oynayan 20 yaşındaki Roberto'yu da derinden etkilemiş.

The Independent gazetesinin 2009 yılında “Roberto Martinez: Yeni Arsene Wenger mi?” başlığıyla sunduğu röportajda, Martinez için bir futbol 'felsefe'sine sahip olmanın ne anlama geldiğinin anlatıldığı değerli bir bölüm yer alır. “İnançlarıma kuvvetle bağlıyım, sonuç kesinlikle belli bir oynama biçimiyle gelmeli.” diye başlar. “Önemli olan, performansınızın yüksek olması ve futbol kulübünü ne şekilde geliştirdiğinizdir. 10 maçlık bir periyotta, istikrarlı olarak kazanmaya devam etmek için kısa vadeli çözümler yaratmak zorundasınız. Ama bir maç için baktığınızda, oynama biçiminiz de en az maçın sonucu kadar önemlidir.” der Martinez.

Roberto Martinez'in, gelecekte Barcelona'yı çalıştırmasına kesin gözüyle bakılan teknik direktörlerden biri olarak anıldığına tanık olabilirsiniz. Fakat yazının bu kısmına kadar hâlâ dersinizi almadıysanız, bir kez daha tekrar edelim: Roberto Martinez, ilk aklınıza gelen, sanki kesin gibi gözüken kalıplara çoğu zaman uydurulamıyor. Hayatında gördüğü en iyi takımın Barcelona olduğunu söyleyen Katalan Martinez, bir Barcelona taraftarı değil. Aslında küçüklüğünde en gıpta ettiği oyuncu da bir Real Madrid efsanesi olan Emilio Butragueno. Küçük Roberto, Barcelona taraftarı olan tüm arkadaşlarının aksine, babasının takımı Balaguer'i tutuyordu. Aynı adı taşıyan babası Roberto Martinez Sr, onun hayattaki en büyük ilham kaynağı olmuştu.

İlk yarı: İspanya

Roberto Martinez, futbolla yaşayan ve futbolla nefes alan bir ailenin içine doğdum, diye anlatıyor. İşine bağlı, çok iyi bir profesyonel olan babasının tüm hayatı, futbol kariyerine göre şekillenmiş. 43 yaşına kadar çeşitli kulüplerde futbol oynayan baba Martinez, sıkı bir egzersiz ve diyet programına bağlı olarak yaşamış. Martinez, Pazar günleri babasını izlemeye gittiği futbol maçlarını çocukluğuna dair ilk hatıralar olarak tanımlıyor.

Babasının hiçbir oyunu, hatta kart oyunlarını bile kaybetmek istemeyen rekabetçi yapısının kendisi için çok iyi bir öğrenme süreci olduğunu söylüyor Martinez. Babasını, kaybetmekten nefret eden ama kazanan rakibine saygı göstermeyi unutmayan pozitif bir insan olarak tanımlıyor. İçki ve sigara kullanmayan, 34 yaşında teknik direktörlük teklifi aldığı vakit, babası gibi 40'larına kadar futbol oynamak istediği için büyük bir ikilimde kalan biri Roberto Martinez. Pozitif karakterinin oluşması ve profesyonel kariyerinin şekillenmesinde, büyüdüğü sıcak aile ortamının etkisi çok büyük.

Martinez, babasının işi nedeniyle sürekli şehir değiştirmek zorunda kalan annesi Amor'u sevgiyle anarken, annesi ve Motherwell'de futbol oynadığı sırada tanıştığı İskoç eşi Beth arasındaki benzerliklerden bahsediyor. Martinez, üzerine kalemle çizimler yapabildiği 60 inçlik televizyonunda, kaybettikleri maçların görüntülerini tekrar tekrar izliyor. “Bir çözüm bulana kadar kendime gelemiyorum. Düşünmek ve çözümler oluşturabilmek için zamana ve alana ihtiyacım var.” diyor Martinez. Evle işi bu denli birbirine karıştırmasına karşın, eşi Beth'in onu anlayışla karşılamasından dolayı çok mutlu olduğunu söylüyor. Şehrin tüm erkekleri haftasonunda eşlerini dansa götürürken, maçları sebebiyle Amor'a bu zamanı ayıramayan Roberto Sr'un hissettiği gibi. Mutlu bir evlilik yapan Roberto Jr.'un evi ve tüm hayatı, aynı babası gibi futbol kariyerine göre şekilleniyor.


Solda: Barcelona genç takımından Jordi Cruyff ve Zaragoza’dan Roberto Martinez aynı karede. Henüz birbirlerini o kadar da iyi tanımıyorlar! | Sağda: Roberto Martinez, elinde 1982 Dünya Kupası topu ‘Tango’ ile.

9 yaşındaki Roberto, cumartesi günlerinde okul takımı için beş kişilik maçlarda ve ertesi günde, babasının teknik direktörlük yaptığı Balaguer'in genç takımında 11'e 11 maçlarda oynuyordu. Roberto, teknik direktör olan babasıyla futbol tartışmaya da bu yaşlarda başlamış. İspanya'da aldığı eğitimi hatırlayan Martinez, İngiliz futbolunun alt yaş kategorilerinde yaptığı hatalara değiniyor. Çok küçük bir alanda dörder kişiyle oynadıkları 'futbol sala', tekniğini geliştirmesi ve futbolu serbestçe, kendi deneyimleriyle tanıması açısından çok önemli olmuş. Martinez, İngiltere'de 11'e 11 futbola çok küçük yaşta başlandığını söylüyor.

16 yaşına geldiğinde, Balaguer'e iki saat uzaklıktaki Zaragoza şehrinin takımı Real Zaragoza'ya transfer olan Martinez, böylece İspanya'nın büyük kulüplerinden birine sıçrama yapmayı başarmış. Genç takımlarda geçen beş senenin ardından, ligde yalnızca 1 kez oynayarak 21 yaşında Balaguer'e geri dönmüş. Martinez, şöhreti yakaladığını sanıp kendini kaybeden diğer genç sporcular gibi olmayacağı hususunda ailesine bir söz verdiğini söylüyor. Bu esnada, annesinin dileğini de gerçekleştirerek Zaragoza Üniversitesi'nde Fizyoterapi bölümünü bitirmiş. Martinez, futbol kariyerinin beklenmedik bir şekilde sona erme ihtimaline karşı, başka bir alanda da eğitim alması gerektiğini düşünüyordu.

Balaguer'de bir sene daha oynadıktan sonra, Dave Whelan'ın peşine takılıp 22 yaşındayken İngiltere dördüncü kademe takımlarından Wigan Athletic'e transfer oldu. İspanyol oyuncuların İngiltere'ye transferi, hele ki İngiltere alt liglerine transferi, o tarihlerde görülmemiş bir şeydi. İngiltere'nin kuzeybatısında, kış vakti dükkanlar akşam beşte tamamen kapanmış oluyordu. Sabah antrenmanı sonrası 'siesta'sını ihmal etmeyen Roberto, kuşkusuz bu denli büyük bir kültür farkıyla karşılaşacağının farkında değildi.

İkinci yarı: İngiltere

1995 yılında Wigan Athletic'i satın alan iş adamı Dave Whelan, 20'li yaşlarının başındaki üç İspanyol genci Wigan gibi bir yere getirmek için neler yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. “Sakatlık tazminatı olarak aldığı parayla açtığı ilk spor dükkanından, tüm Avrupa'da bilinen bir spor mağazası ağı oluşturmuş. Elini değdirdiğini altına çeviren biri gibi gözüküyordu. ” diyor Martinez. Whelan, eski bir futbolcuydu. 1960 FA Cup finalinde ayağını kırması sebebiyle bir miktar tazminat almış, futbola daha fazla devam edemediği için bu parayla iş hayatına atılmıştı. 'Üç Amigo' olarak anılacak Martinez ve arkadaşlarına, beş sene içinde Premier League çıkmayı vaat etti. 10 senede oldu, ama bunu sahiden başardılar.

1995'in Temmuz ayında Wigan'a geldik. Bizimle ilgilenen herkes çok olumluydu, kendimizi özel hissettiriyorlardı. Hatta Blackpool'a bir gezi dahi düzenledik ve şans o ki, gezimiz güneşli bir güne denk getirilmişti! O kadar mutluyduk ki, ailelerimizi arayıp İngiltere'nin İspanya'dan o kadar farklı olmadığını dahi söyledik!” diye anlatıyor Martinez. İşin aslının böyle olmadığı anlaşılınca, onla beraber transfer edilen diğer iki İspanyol oyuncudan Jesus Seba bir, Isidro Diaz da iki senenin sonunda ülkelerine geri döndüler. Martinez ise ilk sezonunda taraftarlar tarafından yılın oyuncusu seçilmişti.

6 sene Wigan Athletic'te ve 3 sene Swansea City'de olmak üzere 12 sene boyunca İngiltere'nin alt liglerinde oynayan Roberto Martinez, bu esnada İngiliz futbol piramidini çok iyi bir şekilde gözlemleme imkanı buldu. Diğer yandan, İngiltere futbol kültürüne bu denli iyi adapte olabilen bu iyi eğitimli ve kibar İspanyol, İngilizlerin de dikkatinden kaçmıyordu. Walsall ve Chester City'de oynarken Sky Sports'un Pazar öğleden sonra programı 'İspanya Futbolu'nda yorumcu olarak yer almaya başladı. Oynadığı tüm kulüplerde iz bırakmıştı. Swansea City, henüz 33 yaşında bir futbolcu olarak kariyerine devam ettiği sırada, onu menajer olarak takımın başına getirmek isteyecekti.



Martinez bir keresinde, sanki Swansea City'de başardıklarını özetlercesine, sizi takip edecekler için iyi temeller oluşturmalısınız, demişti. Onun gelişiyle yepyeni bir 'felsefe' edinen Galler kulübü, Martinez'i takiben Paulo Sousa, Brendan Rodgers, Michael Laudrup gibi topa sahip olma oyununu tercih eden menajerlerle çalışarak çok başarılı sezonları geride bıraktı. Dave Whelan'ın hatalı tercihleri sonucu, Wigan her ne kadar Martinez'in ayrılığı sonrası aynı istikrarı sürdüremese de, Martinez yine de kendisinden sonra geleceklere mükemmel bir miras bırakmayı başardı. Whelan'ın en büyük uktesini gerçekleştirdi, FA Cup'ı kazandılar.

Geçtiğimiz sezon Everton'ın başına geçen Martinez, başkan Bill Kenwright'a Şampiyonlar Ligi'ne katılma sözü verdiğini söylüyordu. Wigan'ın başına geçtiğinde, Avrupa Kupalarına katılacaklarını söylediği gibi. Roberto Martinez'in sözleri ilk dinleyişte kulağa inandırıcı gelmese de, oyuncularına aşıladığı güven ve tüm takım üzerinde yarattığı pozitif hava, sanki her şeyi mümkün olabilir kılıyor.

Martinez, Everton'la ilk sezonunda 72 puan toplayarak kulübün Premier League puan rekorunu kırdı. Sezon sonunda, haklı olarak, bıraktığı sağlam temeller için David Moyes'a teşekkür ediyordu. Kulüpteki oyuncuların hemen hemen tamamıysa, adeta ağız birliği etmişçesine, Moyes ile Martinez arasındaki temel bir farkı öne çıkarmıştı: Moyes, rakibi durdurmak üzerine planlar yapıyor; Martinez ise kendi oyun planlarını rakibe empoze etmek istiyordu. Martinez'in en büyük hayranlarından Tim Howard, “Antrenmanlarda rakibi değil, kendimizi düşünüyoruz. Fark bu.” şeklinde açıklıyor. “Moyes varken, tüm hafta rakibin neler yapacağı ve bizi nasıl tehlikeye atacağı üzerine çalışırdık. Martinez aklı bu şekilde çalışmıyor, o harika bir zekaya sahip. O rakip takımlarda tehlike değil, güçsüzlük arıyor. Tüm hafta rakibin güçsüz yönleri üzerine çalışıyoruz.” Howard, 35 yaşında futbola dair hâlâ yeni şeyler öğrendiğine inanamadığını söylüyordu.

Jenerasyonunda dünyanın en iyilerinden Romelu Lukaku, Roberto Martinez'le çalışmaya devam edebilmek için Everton'ı ısrarla tercih etti. Sanki dünyanın dört bir yanından futbolcuların Pep Guardiola'yla çalışmak istemesi gibi değil mi? Martinez, önümüzdeki senelerde yeni başarılar elde etmeye devam edecek ve biz de bu satırlarda onu yeni övgülerle karşılayacağız.