'Geleceğin teknik direktörleri' adı
altında bir seriye başlamaya karar verirken aklımızdan neler
geçiyordu? Belli bir yaşın, belirlediğimiz parametreye göre 45
yaşın altında, ve henüz futbol sahnesinin en büyüklerinde
kendini tam anlamıyla ispatlama fırsatı bulamamış; fakat ileriki yıllarda adını çokça işiteceğimizi düşündüğümüz teknik
direktörleri belirlemeye çalışacaktık. Yine de bu listeyi
oluştururken en büyük motivasyon kaynağımız, aslında başka
bir noktaya dikkat çekmekti.
1996'da Arsenal'e Japonya'nın Nagoya
Grampus takımından gelen ve “Arsene who?” (Arsene kim?)
manşetleriyle karşılanan Arsene Wenger'in, Ada futbol kültürü
üzerinde ne denli büyük bir etki yarattığı üzerine sayısız
tartışma yapılmıştır. 6 dil konuşabilen, oyuncuların beslenme
alışkanlıklarını yeniden belirleyen ve ekonomi üzerine master
yapmış bir menajer Premier League için bir ilkti. Galip gelinen
maçların ardından takım olarak topluca 'dağıtmanın'
profesyonel futbolcular için kabul edilebilir bir davranış
olmadığının benimsenmesinde ve Ada futbolunda içki kültürünün
değişmesinde Wenger'in çok önemli bir rolü olacaktı. Kuşkusuz
daha sonra Gerard Houllier, Jose Mourinho gibi değerli yabancı
menajerler de Wenger'in açtığı kapıdan Adaya ayak basmıştı.
20. yüzyılın sonunda, Arsene Wenger daha önce gördüğümüz
herkesten farklı duruyor ve futbolda yeni bir döneme işaret
ediyordu.
Listedeki pek çok isimde, ve daha
şimdiden çok başarılı olmaları gerekçesiyle bu listeye dahil
edilemeyen Luis Enrique, Andre Villas-Boas gibilerinde, Wenger için
sözü edilen bu özelliklerin var olduğunu göreceksiniz.
Kazandıkları başarılar bir yana, teknik direktöre bakış
açımızı değiştirebilecek niteliklere sahipler ve 'geleceğin'
teknik direktörleri olarak anılmayı bu yüzden hak ediyorlar.
2010'da Burnley'e yaptığı iş teklifinde kullandığı Powerpoint
sunumu kulübün yöneticilerince fazla 'teknik' bulunan ve işi bu
sebeple alamayan 34 yaşındaki Andre Villas-Boas size de garip
gelmiyor mu? Peki ya Luis Enrique'nin Barcelona antrenmanlarını bir
kule üzerinden, adeta Football Manager kamerasından izler gibi
'tepeden' takip etmesine ne demeli?
Bu seride ilk yazılacak isim Roberto
Martinez olacak. 1995'den bu yana Britanya'da yaşayan ve 'artık
İngilizce düşünebilmek' için Manchester'da ikinci üniversitesini
bitiren Katalan, futbolculuğu sırasında eş zamanlı olarak her
hafta sonu televizyonda İspanya futbolu yorumculuğu yapıyordu. Son
iki Dünya Kupası'nda Amerikan ESPN kanalı adına çalışan
Martinez, yaptığı analizlerle Amerikalılara futbolu sevdirme
konusunda en az Tim Howard kadar etkili bir isim olarak anılıyor.
Gelin Roberto Martinez'i daha yakından tanıyalım.
* * *
“Roberto'nun çok başarılı bir menajer olması beni şaşırtmıyor, çünkü o fazlasıyla titiz ve zeki biri. Aynı futbolculuğundaki gibi. Futbolcuyken hiçbir zaman sebepsiz yere koşmaz, sahada yaptığı her harekette bir anlam arardı. Oyuncularına da aynı profesyonel ve mükemmeliyetçi bakış açısını kazandırmak istiyor. Hiçbir zaman alkol ve sigara kullanmayan biri olarak, takımındakilerin de aynı özeni göstermesini bekliyor. Pozitif, yardımsever, arkadaşlarına destek olmaya her zaman hazır biri oldu. Onu tanıdığım için çok şanslıyım ve öyle söyleyebilirim ki, Roberto ailem dışında tanıdığım en önemli insan ve benim en büyük ilham kaynağım.”
Jordi Cruyff
Roberto Martinez'in 2008 yılında
yayınlanan otobiyografisinin önsözünü yazan Jordi Cruyff, en
yakın dostunu bu şekilde tanımlıyor. Roberto Martinez, Jordi'nin
düğününde sağdıç olmuş, ve daha sonra da Jordi'nin oğlunun
vaftiz babası. 20'li yaşlarının hemen başında İspanya'dan
koparak Adanın yolunu tutan bu iki genç, o vakitler pek de
kozmopolit yerler olmayan İngiltere'nin kuzey vilayetlerinde
tanışmış. Jordi, Manchester'a uyum sağlayamayarak 4 sene sonra
İspanya'ya geri dönmüş. Martinez ise o günden bu yana hâlâ
İngiltere'de, tam 19 senedir.
İngiltere Milli Takımından 'biz'
diye bahseden 41 yaşındaki Roberto Martinez, hayatının yarısını
İngiltere'de geçirmiş biri olarak, kendini yarı yarıya İspanyol
ve yarı yarıya İngiliz olarak tanımlıyor. Martinez, futbolu
öğrendiği İspanya'nın ve kariyerinin hemen hemen tamamını
geçirdiği İngiltere'nin farklı futbol kültürlerini bir araya
getirdiği, kendine özgü bir futbol anlayışı ortaya çıkarmış.
'Bobby', İngiliz futboluna dışarıdan bakabilen bir yabancı
değil; bilakis, artık içlerinden biri. Fakat diğer yandan,
dışarıdan birinin perspektifiyle bakabilme ayrıcalığına sahip.
Bu, gerçekten eşsiz bir konum.
Roberto Martinez'i anlamaya çalışırken,
İspanyol kökenlerinden gelen ön yargıya kapılıp da onu sadece
topa sahip olma oyunun idealist bir temsilcisi olarak görmek, büyük
bir yanılgı olacak. Geçtiğimiz ay FourFourTwo'ya verdiği
röportajda, bir futbol kulübünü sanki sonsuza dek orada
kalacakmışçasına yönetmelisiniz, diyordu Martinez. Onu en iyi
anlatan cümle bu olsa gerek. Roberto Martinez, bir yandan saha
içinde olan bitene dair çok iyi analizler ve çözümler sunabilen
bir antrenörken, diğer yandan futbolu tüm boyutlarıyla anlamaya
çalışan, çok yönlü bir futbol adamı.
1995 yılında Wigan Athletic'e
transfer olan üç İspanyol oyuncudan yalnızca Roberto Martinez'in
kalıcı olması bir rastlantı değil. Sert ve direkt oynanan
İngiliz futboluna adapte olamayan diğer oyuncuların aksine,
Martinez alışık olmadığı bu kültüre uyum sağlamanın
yollarını aramış. Topa sahip olma oyunu eğitimi almış birinin
perspektifinden bakarak, İngiliz futbolunda neyin işe
yarayabileceğini bulmam gerekiyordu, diyor Katalan. Alt liglerde tüm
İngiliz takımları 4-4-2 oynarken, onları düşük bütçeli
Swansea ile alt edebilmeleri, ancak 4-3-3, 4-2-3-1 gibi farklı
dizilimler üzerinden çözümler arayarak mümkün olmuş. Martinez,
İngiliz futbol piramidinin gerçekliği içinde, bir İspanyol'a
özgü çözümler yaratarak her gittiği kulüpte iz bırakmayı
başarmış.
Roberto Martinez, hayatında izlediği
en iyi futbol takımı olarak 1993 yılının Barcelona'sını
anıyor. En yakın dostu Jordi Cruyff'un babası Johan Cruyff'un
çalıştırdığı ünlü Barcelona takımı. Barcelona öyle bir
takımdı ki, herkes onların ne yapacağını bilmesine rağmen yine
de kimse onları alt edemezdi, diyor Martinez. Johan Cruyff, tüm
Barcelona kulübünün 'felsefe'sini baştan aşağı değiştirirken,
o sıralar Real Zaragoza alt yapısında oynayan 20 yaşındaki
Roberto'yu da derinden etkilemiş.
The Independent gazetesinin 2009
yılında “Roberto Martinez: Yeni Arsene Wenger mi?” başlığıyla
sunduğu röportajda, Martinez için bir futbol 'felsefe'sine sahip
olmanın ne anlama geldiğinin anlatıldığı değerli bir bölüm
yer alır. “İnançlarıma kuvvetle bağlıyım, sonuç kesinlikle
belli bir oynama biçimiyle gelmeli.” diye başlar. “Önemli
olan, performansınızın yüksek olması ve futbol kulübünü ne
şekilde geliştirdiğinizdir. 10 maçlık bir periyotta, istikrarlı
olarak kazanmaya devam etmek için kısa vadeli çözümler yaratmak
zorundasınız. Ama bir maç için baktığınızda, oynama biçiminiz
de en az maçın sonucu kadar önemlidir.” der Martinez.
Roberto Martinez'in, gelecekte
Barcelona'yı çalıştırmasına kesin gözüyle bakılan teknik
direktörlerden biri olarak anıldığına tanık olabilirsiniz.
Fakat yazının bu kısmına kadar hâlâ dersinizi almadıysanız,
bir kez daha tekrar edelim: Roberto Martinez, ilk aklınıza gelen,
sanki kesin gibi gözüken kalıplara çoğu zaman uydurulamıyor.
Hayatında gördüğü en iyi takımın Barcelona olduğunu söyleyen
Katalan Martinez, bir Barcelona taraftarı değil. Aslında
küçüklüğünde en gıpta ettiği oyuncu da bir Real Madrid
efsanesi olan Emilio Butragueno. Küçük Roberto, Barcelona
taraftarı olan tüm arkadaşlarının aksine, babasının takımı
Balaguer'i tutuyordu. Aynı adı taşıyan babası Roberto Martinez
Sr, onun hayattaki en büyük ilham kaynağı olmuştu.
İlk yarı: İspanya
Roberto Martinez, futbolla
yaşayan ve futbolla nefes alan bir ailenin içine doğdum, diye
anlatıyor. İşine bağlı, çok iyi bir profesyonel olan babasının
tüm hayatı, futbol kariyerine göre şekillenmiş. 43 yaşına
kadar çeşitli kulüplerde futbol oynayan baba Martinez, sıkı bir
egzersiz ve diyet programına bağlı olarak yaşamış. Martinez,
Pazar günleri babasını izlemeye gittiği futbol maçlarını
çocukluğuna dair ilk hatıralar olarak tanımlıyor.
Babasının hiçbir oyunu,
hatta kart oyunlarını bile kaybetmek istemeyen rekabetçi yapısının
kendisi için çok iyi bir öğrenme süreci olduğunu söylüyor
Martinez. Babasını, kaybetmekten nefret eden ama kazanan rakibine
saygı göstermeyi unutmayan pozitif bir insan olarak tanımlıyor.
İçki ve sigara kullanmayan, 34 yaşında teknik direktörlük
teklifi aldığı vakit, babası gibi 40'larına kadar futbol oynamak
istediği için büyük bir ikilimde kalan biri Roberto Martinez.
Pozitif karakterinin oluşması ve profesyonel kariyerinin
şekillenmesinde, büyüdüğü sıcak aile ortamının etkisi çok
büyük.
Martinez, babasının işi
nedeniyle sürekli şehir değiştirmek zorunda kalan annesi Amor'u
sevgiyle anarken, annesi ve Motherwell'de futbol oynadığı sırada
tanıştığı İskoç eşi Beth arasındaki benzerliklerden
bahsediyor. Martinez, üzerine kalemle çizimler yapabildiği 60
inçlik televizyonunda, kaybettikleri maçların görüntülerini
tekrar tekrar izliyor. “Bir çözüm bulana kadar kendime
gelemiyorum. Düşünmek ve çözümler oluşturabilmek için zamana
ve alana ihtiyacım var.” diyor Martinez. Evle işi bu denli
birbirine karıştırmasına karşın, eşi Beth'in onu anlayışla
karşılamasından dolayı çok mutlu olduğunu söylüyor. Şehrin
tüm erkekleri haftasonunda eşlerini dansa götürürken, maçları
sebebiyle Amor'a bu zamanı ayıramayan Roberto Sr'un hissettiği
gibi. Mutlu bir evlilik yapan Roberto Jr.'un evi ve tüm hayatı,
aynı babası gibi futbol kariyerine göre şekilleniyor.
Solda: Barcelona genç takımından Jordi Cruyff ve Zaragoza’dan Roberto Martinez aynı karede. Henüz birbirlerini o kadar da iyi tanımıyorlar! | Sağda: Roberto Martinez, elinde 1982 Dünya Kupası topu ‘Tango’ ile.
9 yaşındaki Roberto,
cumartesi günlerinde okul takımı için beş kişilik maçlarda ve
ertesi günde, babasının teknik direktörlük yaptığı
Balaguer'in genç takımında 11'e 11 maçlarda oynuyordu. Roberto,
teknik direktör olan babasıyla futbol tartışmaya da bu yaşlarda
başlamış. İspanya'da aldığı eğitimi hatırlayan Martinez,
İngiliz futbolunun alt yaş kategorilerinde yaptığı hatalara
değiniyor. Çok küçük bir alanda dörder kişiyle oynadıkları
'futbol sala', tekniğini geliştirmesi ve futbolu serbestçe, kendi
deneyimleriyle tanıması açısından çok önemli olmuş. Martinez,
İngiltere'de 11'e 11 futbola çok küçük yaşta başlandığını
söylüyor.
16 yaşına geldiğinde,
Balaguer'e iki saat uzaklıktaki Zaragoza şehrinin takımı Real
Zaragoza'ya transfer olan Martinez, böylece İspanya'nın büyük
kulüplerinden birine sıçrama yapmayı başarmış. Genç
takımlarda geçen beş senenin ardından, ligde yalnızca 1 kez
oynayarak 21 yaşında Balaguer'e geri dönmüş. Martinez, şöhreti
yakaladığını sanıp kendini kaybeden diğer genç sporcular gibi
olmayacağı hususunda ailesine bir söz verdiğini söylüyor. Bu
esnada, annesinin dileğini de gerçekleştirerek Zaragoza
Üniversitesi'nde Fizyoterapi bölümünü bitirmiş. Martinez,
futbol kariyerinin beklenmedik bir şekilde sona erme ihtimaline
karşı, başka bir alanda da eğitim alması gerektiğini
düşünüyordu.
Balaguer'de bir sene daha
oynadıktan sonra, Dave Whelan'ın peşine takılıp 22 yaşındayken
İngiltere dördüncü kademe takımlarından Wigan Athletic'e
transfer oldu. İspanyol oyuncuların İngiltere'ye transferi, hele
ki İngiltere alt liglerine transferi, o tarihlerde görülmemiş bir
şeydi. İngiltere'nin kuzeybatısında, kış vakti dükkanlar akşam
beşte tamamen kapanmış oluyordu. Sabah antrenmanı sonrası
'siesta'sını ihmal etmeyen Roberto, kuşkusuz bu denli büyük bir
kültür farkıyla karşılaşacağının farkında değildi.
İkinci yarı: İngiltere
1995 yılında Wigan
Athletic'i satın alan iş adamı Dave Whelan, 20'li yaşlarının
başındaki üç İspanyol genci Wigan gibi bir yere getirmek için
neler yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. “Sakatlık
tazminatı olarak aldığı parayla açtığı ilk spor dükkanından,
tüm Avrupa'da bilinen bir spor mağazası ağı oluşturmuş. Elini
değdirdiğini altına çeviren biri gibi gözüküyordu. ” diyor
Martinez. Whelan, eski bir futbolcuydu. 1960 FA Cup finalinde ayağını
kırması sebebiyle bir miktar tazminat almış, futbola daha fazla
devam edemediği için bu parayla iş hayatına atılmıştı. 'Üç
Amigo' olarak anılacak Martinez ve arkadaşlarına, beş sene içinde
Premier League çıkmayı vaat etti. 10 senede oldu, ama bunu sahiden
başardılar.
“1995'in Temmuz ayında
Wigan'a geldik. Bizimle ilgilenen herkes çok olumluydu, kendimizi
özel hissettiriyorlardı. Hatta Blackpool'a bir gezi dahi düzenledik
ve şans o ki, gezimiz güneşli bir güne denk getirilmişti! O
kadar mutluyduk ki, ailelerimizi arayıp İngiltere'nin İspanya'dan
o kadar farklı olmadığını dahi söyledik!” diye anlatıyor
Martinez. İşin aslının böyle olmadığı anlaşılınca, onla
beraber transfer edilen diğer iki İspanyol oyuncudan Jesus Seba
bir, Isidro Diaz da iki senenin sonunda ülkelerine geri döndüler.
Martinez ise ilk sezonunda taraftarlar tarafından yılın oyuncusu
seçilmişti.
6 sene Wigan Athletic'te
ve 3 sene Swansea City'de olmak üzere 12 sene boyunca İngiltere'nin
alt liglerinde oynayan Roberto Martinez, bu esnada İngiliz futbol
piramidini çok iyi bir şekilde gözlemleme imkanı buldu. Diğer
yandan, İngiltere futbol kültürüne bu denli iyi adapte olabilen
bu iyi eğitimli ve kibar İspanyol, İngilizlerin de dikkatinden
kaçmıyordu. Walsall ve Chester City'de oynarken Sky Sports'un Pazar
öğleden sonra programı 'İspanya Futbolu'nda yorumcu olarak yer
almaya başladı. Oynadığı tüm kulüplerde iz bırakmıştı.
Swansea City, henüz 33 yaşında bir futbolcu olarak kariyerine
devam ettiği sırada, onu menajer olarak takımın başına getirmek
isteyecekti.
Martinez bir keresinde,
sanki Swansea City'de başardıklarını özetlercesine, sizi takip
edecekler için iyi temeller oluşturmalısınız, demişti. Onun
gelişiyle yepyeni bir 'felsefe' edinen Galler kulübü, Martinez'i
takiben Paulo Sousa, Brendan Rodgers, Michael Laudrup gibi topa sahip
olma oyununu tercih eden menajerlerle çalışarak çok başarılı
sezonları geride bıraktı. Dave Whelan'ın hatalı tercihleri
sonucu, Wigan her ne kadar Martinez'in ayrılığı sonrası aynı
istikrarı sürdüremese de, Martinez yine de kendisinden sonra
geleceklere mükemmel bir miras bırakmayı başardı. Whelan'ın en
büyük uktesini gerçekleştirdi, FA Cup'ı kazandılar.
Geçtiğimiz sezon
Everton'ın başına geçen Martinez, başkan Bill Kenwright'a
Şampiyonlar Ligi'ne katılma sözü verdiğini söylüyordu.
Wigan'ın başına geçtiğinde, Avrupa Kupalarına katılacaklarını
söylediği gibi. Roberto Martinez'in sözleri ilk dinleyişte kulağa
inandırıcı gelmese de, oyuncularına aşıladığı güven ve tüm
takım üzerinde yarattığı pozitif hava, sanki her şeyi mümkün
olabilir kılıyor.
Martinez, Everton'la ilk
sezonunda 72 puan toplayarak kulübün Premier League puan rekorunu
kırdı. Sezon sonunda, haklı olarak, bıraktığı sağlam temeller
için David Moyes'a teşekkür ediyordu. Kulüpteki oyuncuların
hemen hemen tamamıysa, adeta ağız birliği etmişçesine, Moyes
ile Martinez arasındaki temel bir farkı öne çıkarmıştı:
Moyes, rakibi durdurmak üzerine planlar yapıyor; Martinez ise kendi
oyun planlarını rakibe empoze etmek istiyordu. Martinez'in en büyük
hayranlarından Tim Howard, “Antrenmanlarda rakibi değil,
kendimizi düşünüyoruz. Fark bu.” şeklinde açıklıyor. “Moyes
varken, tüm hafta rakibin neler yapacağı ve bizi nasıl tehlikeye
atacağı üzerine çalışırdık. Martinez aklı bu şekilde
çalışmıyor, o harika bir zekaya sahip. O rakip takımlarda
tehlike değil, güçsüzlük arıyor. Tüm hafta rakibin güçsüz
yönleri üzerine çalışıyoruz.” Howard, 35 yaşında futbola
dair hâlâ yeni şeyler öğrendiğine inanamadığını söylüyordu.
Jenerasyonunda dünyanın en
iyilerinden Romelu Lukaku, Roberto Martinez'le çalışmaya devam
edebilmek için Everton'ı ısrarla tercih etti. Sanki dünyanın
dört bir yanından futbolcuların Pep Guardiola'yla çalışmak
istemesi gibi değil mi? Martinez, önümüzdeki senelerde yeni
başarılar elde etmeye devam edecek ve biz de bu satırlarda onu
yeni övgülerle karşılayacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder