Premier Lig en zengin ve en çok izlenen futbol ligi olarak konumunu sağlamlaştırırken niçin Avrupa’da başarıdan uzaklaşıyor? Biraz tarih, biraz İngiltere, biraz futbol… |
- Bölüm – Tarih cep kitabı
“Öyle
görünüyor ki, dünyanın yarısını fethettik. Neler
getireceğinin, ne yaptığımızın farkında olmadan...”
Sir
John Seeley’nin “The Expansion of England” adlı meşhur
denemesi bu bölümle hatırlanır. 1883’de yazılan bu küçük
kitapçık, duruluğu ve bahsettiği konu dolayısıyla öylesine
ilgi çeker ki, o
yıl içinde 10 baskısı yapılır. Tarihi bilimin eleğinden
geçirme işi, kuşkusuz bu eserde çağdaşlarına göre daha iyi
anlaşılmıştır.
Bilimin
zihinlerdeki kanaatkâr yeri o vakitlerde günümüzdekinden çok
daha yüksekti. Her şeyin bilinerek en sonunda en iyiye ulaşılacağı
fikri –bir sonraki yüzyıl bu fikri paramparça edecekti- 19.
yüzyılın ruhunu oluşturuyordu. Böylece bilim artık salt
‘bilmek’ten çıkmış, insanların hayatını kolaylaştırmaktan
ziyade hüviyetlerini değiştirir bir hal almaya başlamıştı. Her
şeyin, daha önce yapılmamış, aklın öncülüğündeki yeni
düzenlemelerle daha iyiye gideceği düşünülüyordu.
Bu,
özellikle İngiltere’de böyleydi. Mutluluk, düzen ve zenginlikle
aynı anda anılan 19. yüzyılın süper gücü Viktorya
İngiltere’si, bu ‘sürekli daha iyiye gidiş’ ve sözüm ona
‘öfori’ halinin en tepede yer alan örneğiydi. Fakat
19.yüzyılın son dönemlerinin dikkatli gözlemcileri İngiltere’nin
liberal doktrininin tıkandığını ve ülkenin duraklama sürecine
girdiğini seziyorlardı. Artık bilimin tarih yazımına el atma
sırası gelmişti: tarihi ne şekilde ele almalıydı?
Ahlaklı, mutlu, tedrici, zengin Viktoryen İngiltere. Belki bunların tamamı halkın tamamı için değildi, ama böyle bilinir. |
Seeley’nin
ses getiren eseri bu soruya cevap arıyordu. Ona göre tarih, bu
yüzyılda ortaya çıkan kuru kuruya bilgilerin sıralanması
gerektiği şeklindeki inanca –tarihin bu şekilde bilimsel,
objektif, saygın bir bilim olacağı düşünülüyordu- sığınmaktan
vazgeçip ‘geleceğe yönelik çıkarımlar’ yapmalıydı.
Denemesi, yeni yazım tekniğinden bahsediyor ve İngiltere
imparatorluğunun gelişimini bu şekilde ele alıyordu.
“…
Bunu yaparken, ki bu durum –dünyayı fethetmeyi kast ediyor-
18. yüzyılda vuku bulmuştu, hayal gücümüzün veya düşünce
yapımızın etkilenmesine izin vermedik. Bizim tarihçilerimizin
yanlış yaptığı nokta, İngiltere’nin 18. yüzyıl tarihini
İngiltere’de incelemek olmuştur. Bizim 18. yüzyıl tarihimiz
Amerika ve Asya’dadır.”
Liberal
İngiltere dünyanın tartışmasız en büyük gücü haline
gelirken elde ettiği gücün ne anlamlara geleceğini idrak
edemiyor, esasında ilgi duymuyordu. Dış etkilere, kendini
değiştirmeye kapalıydı ve aslında bu hemen hemen her zaman
böyleydi. “Kendimizi Avrupa’nın bir parçası değil, komşusu
saymalıyız” diyen Bolingbroke’dan bu yana o kadar da
değişmemişlerdi. Onların yaptıklarıyla tüm dünya değişip
farklı hallere bürünürken, onlar etrafında olan biteni
içselleştirebilmede başarısız oluyorlardı. Neticesinde
Tocqueville’in öngörüsü gerçekleşmiş oldu ve bir sonraki
yüzyıl Rusya ile Amerika’nın süper güç oluşlarına tanıklık
etti.
Premier
Lig’in bugün geldiği şirket hâlini ve ancak yabancı hocalarla
değişmeye açık yapısını irdelerken İngiliz ruhunun bu iki
özelliğini ayrıca bir kenara not etmek gerekiyor: kendilerini
irdelemek ve değişmek hususunda ilgisiz olabiliyorlar. Ve fazla
liberalce savurganlık ileriye dönük düşüncesizliklere yol
açabiliyor.
- Bölüm – Futbol, nihayet
Ouriel Daskal'a ait iki Wenger yazısı fazla sıkmadan Wenger meselesine biraz daha genişlik kazandırabilir. 1) Profesyonellerin ihtiyacı Wenger gibi bir mi? 2)'Winston Bogarde' takımı
“Hâlâ
İngiltere’nin en güçlü olduğunu söyleyebilirim, çünkü
İngiltere’de eğer bir oyuncuyu isterseniz, alıyorsunuz. Böyle
bir senaryo geçerli olduğu sürece her zaman Avrupa’nın en
güçlüsü olursunuz. Peki Avrupa’nın en iyisi miyiz? İşte bu
başka bir soru.”
Çelişki
bu noktada başlıyor. Premier Lig o kadar ekonomi üzerine
yoğunlaşmış halde ki, artık başarı kriterleri saha içinden
saha dışına kayıyor. Kenny Dalglish’in isteneni veremediği
ikinci sezonundaki “…ama harika bir forma anlaşması yaptık”
beyanı ve Wenger’in ekonomik yönden güçlü Arsenal’i bu
açıdan değerli örnekler. Lakin bunlar, futbol dışı aktörlerin
futbol içi aktörlerin üzerine çıkacak ölçüde abartılmasının
örnekleri olabilir. Artık belli bir alım gücüne ulaşamayan
kulüplerin şampiyonluklar hayal etmesinin dahi yasak olduğu,
şampiyonluk hedefi koymanın yabancılar tarafından satın
alınmakla şartlandığı bir dönemde, ekonomik gücün uzun
vadedeki gelişimi için futbol içi unsurlardan fedakârlıklar
yapılabiliyor. Ama bunun bir ortası var ve zaman zaman saha içi
yetersizliklerin mazareti, bu uzun vadeli planlar olabiliyor. Pek
tabii Wenger’le benzer şeyleri yapmak isteyen, gençlerden feyz
alıp başarılı bir ekonomik model hedefleyen Dortmund bugün
Şampiyonlar Ligi için gizli favori olarak görülüyor. Bunun için
Arsenal’den daha fazla harcamadılar ama Arsenal’den daha iyi bir
futbol içi yapılanmaya gittiler. Bu durum çarpıcı, çünkü
Arsenal tartışmasız olarak adada bu işlere en fazla kafa yoran
kulüp.
O
hâlde ilk sorunumuzu ortaya koymuş oluyoruz: bir futbol kulübünü
daha iyi, kazanan, stil sahibi hâle getirebilme noktasında, yani
oyun dışı değil futbol içi stratejilerde, Premier Lig geride
kalıyor. Arsenal ve Liverpool’u paranın hükmettiği,
şaklabanlaştırdığı kulüpler olarak görmek epey yanlış olur.
Onlar futbolun gittiği şirketleşmede kendi yerlerini bulmayı ve
doğru şekilde demlenmeyi bekliyorlar ama bunu Alman kulüpleri
ölçüsünde kusursuz uygulayamadıkları için beklentilerin
altında kalıyorlar. Fakat çok değil, 5 sene önceye kadar İngiliz
futbolu teknik açıdan bu anlamda geride değildi.
Dalglish döneminde futbol direktörlüğü görevinde bulunan Damien Comolli'nin aklındakinin 'Moneyball' olduğu söylenir. Örneğin Andy Carroll'a verilen 35 milyon pound şöyle açıklanıyor: ".. diğer şeylerle beraber, eğer bir takım maç başına 40'tan fazla hava topunu kazanabilir, 30'tan fazla orta yapabilir ve üçüncü bölgede 12 kez topu tekrardan kazanabilirse, kazanması hemen hemen kaçınılmaz olacaktır." Pek... Pek şey değil. Daha fazlasını okumak için şuraya bakabilirsiniz. |
1992’de
bir grup İngiliz takımının Premier Lig’i kurması ve
gelirlerini arttırması bugüne gelindiğinde 5 milyar pound’luk
bir televizyon geliri anlaşmasına dayandı. Gelecek sene herhangi
bir Premier Lig kulübü sadece bu ligde bulunduğu için en az 60
milyon pound’u cebine koyacak. Daha önceleri de hızlı oyun stili
ve kendine has eşsiz kültürüyle İngiltere ligi ayrı bir yerde
bulunuyordu; lakin bu ligin kurulmasıyla belki de işin nereye
gideceğinin ‘farkında olmadan’ bambaşka bir uluslararası
izleyici kitlesine ve güce ulaştılar. Ligin bu anlamda ekonomik
gücü artıyor ve örneğin kulüplerin borsaya girişi gibi
uygulamalarla bu fikirler destekleniyorken, ithal edilen yabancı
hocalar da kaynakları kullanarak İngiliz futbolunu
değiştiriyorlardı. Değişmek için yabancılara muhtaçtılar,
keza içten gelen bir talep bulunmuyordu.
İlk
gelen Wenger, 1-0’lık galibiyetleriyle şan salmış Arsenal’i
sanat eserine dönüştürdü; en iyi dönemlerinde, sezonu
yenilgisiz şampiyon kapattılar. Bir başka Fransız Gerard Houllier
Liverpool’la UEFA Kupası’nı kaldırdı. Onları izleyen
Mourinho ligde yalnızca 15 gol yiyerek şampiyon oluyordu ve Rafa
Benitez de Şampiyonlar Ligi’ni kucaklıyordu. Sonra, özellikle
son 2-3 sene içinde, bu ölçüde önemli taktisyenlerin,
etrafındakileri etkileyen hocaların lige gelişleri azalmaya veya
geliş biçimleri değişmeye başladı. İşte bu dönem, artık
Premier Lig yapılanmasının kontrolden çıktığına işaret
ediyordu.
Gerard Houllier Liverpool'da. |
Mourinho,
Benitez gibilerinin zamanında, takımın hocanın istediği
doğrultuda şekillendirilmesi için çok daha uygun bir ortam
bulunuyordu. Neticesinde bu taktisyenlerin, aynı Wenger ve
Houllier’de olduğu gibi, getiriliş amaçları bu anlamda yol
göstermeleriydi. Para bu doğrultuda harcanıyor ve saha içindeki
sağlam, stabilize yapıyla güçlü olmak eş değer kabul
ediliyordu. Fakat ligin yabancı yatırımlara açık kapı bırakan
kuralları, günden güne artan ekonomik gücü ve pazarlama
kapasitesiyle bu yapı değişmeye başladı. Takımları satın alan
patronların hemen hepsi futboldan habersiz, sabırsız, başarı
bekleyen iş adamları olunca öncelik günlük başarılara
verilmeye başlandı ve ortada düzene dair pek bir şey kalmadı.
Farklı düşünebilen kulüpler pek azlar, örneğin Tottenham
bunlardan biri. Ama sayıları gerçekten az, çünkü yönetim
kadroları artık okyanus aşırı sahiplerden oluşuyor ve bunların
sayısı arttıkça diğer kulüpler de çözüm yolunu aynı yerde
arıyorlar. Yalnız Premier Lig değil, Premier Lig’e çıkış
platformu olan Championship’te de hemen her ay bir kulüp satın
alınıyor ve bu kulüplerde 30 günde bir, 60 günde bir hoca
değişiklikleri oluyor. İşte Blackburn, işte Nottingham Forest,
işte QPR, işte patronların kulüp renklerini değiştirdiği
Cardiff City ve niceleri… Bugün sadece Premier Lig’de yer
alabilmek dahi ciddi ölçüde bir gelir garantisi.
Takımlar
böylece oyuncağa dönünce, Premier Lig’in zenginlikleri ve
rekabetinden beslenip dünyanın en güçlü takımlarını yaratan
hocalar artık buralara gelmiyorlar. Örneğin kim Chelsea’nin
başına geçmek ister ki? Ya da hâlihazırda bu kulüpte çalışmamış
kaç değerli hoca kaldı? Birbirini etkileyen iki unsur olarak;
sabırsız, cüretkar yabancı sahiplerin artışı ve karşılıklı
güven, düzen isteyen trend sistemlerin barınamaması Premier
Lig’in heyecanı ve rekabetinden kaybettirmese de uluslararası
arenadaki başarısını ciddi ölçüde etkiliyor. Günden güne
artan yeni yatırımlara bakılacak olursa, İngilizler kontrolü
kaybetmiş gibiler.
"The Big Picture." |
Son
olarak, “İşler nasıl başka türlü gelişebilirdi?”, bunun da
bir açıklamasını yapmak gerek. Keza çok yakında bir örnek var.
Mevcut güç olarak değil ama gelişim grafiği yönünden ele
alırsak bugün Almanya; İspanya ve İngiltere’den fersah fersah
yukarda seyrediyor. O diyarda İngilizlerin öykündüğü hemen her
şey doğru bir şekilde yapılmakta. Genç oyuncuların çıkışı,
ülkenin değişen olaylara karşı başarılı tepkisi ve kendi
içinden yetiştirdiği hocalar bunlardan bir kısmı. İspanya’nın
ekonomik zorlukları, İngiltere’ninse yazı boyunca sıraladığımız
garabeti durumunda Almanya hem ekonomisini büyütüyor hem de gerek
milli takımlar, gerek kulüpler düzeyinde ‘en iyi’ futbolu
belirlemeye doğru gidiyor.
Almanya’da–Bayer
Leverkusen, Hoffenheim gibi birkaç istisna hariç- kulüplerin en az
%50 hissesine taraftarın sahip olmasını zorunlu kılan bir kural
yer alıyor. Bu kural, kulüpleri yabancı yatırımlara ve olası
içini boşaltmalara kapıyor ve olması gerektiği gibi,
taraftardaki aidiyet duygusunu pekiştiriyor. Sahalar sürekli dolu
ve biletler aynı İngiltere’de eskiden olduğu gibi, ucuz.
Kulüpler doğru yönetiliyorlar, gelişmeye, değişmeye açıklar
–örneğin Bayern’deki van Gaal, Hollanda değişimi- ve
gerçekten yanlış bir şey yok gibi görünüyor. Guardiola’nın
tercihine şaşmamalı, artık yeni trend Almanya.
Borussia Dortmund'un meşhur 'Sarı Duvar'ı. |
İngiltere’yse
muhtemelen bir süre daha büyük kulüpler düzeyinde Mancini gibi
günü kurtaran pragmatist hocalarla devam edecek; sonra ne
olacağıysa büyük muamma. Tek kesin olan uzun bir süre daha
dünyanın en keyifli ve zengin ligi olacakları.
ve...
Premier Lig kuruldu!
Belki de bu yazıyı tamamlayabilecek 2 yazı yazılmıştı, Cardiff City ve Nottingham Forest üzerine. Okumak isteyenlerin takımların üzerine tıklaması yeterli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder