Galatasaray, Alman ekolü
hülyasıyla açtığı, başka bir belirsizliklerle dolu sezona
merhaba diyor. Belirsizliklerin esas nedeniyse elbette ki Cesare
Prandelli değil.
1 Temmuz 2014 tarihi itibariyle 2014-15
sezonu resmi olarak başlamışken, Galatasaray futbol takımının
ne idari yapılanması, ne yeni forma sponsoru, ne yeni hocası, ne
de gidecek ve gelecek oyuncuları belirlenmiş durumdaydı. Cesare
Prandelli ismi yüreklere biraz olsun su serpmiş olsa da, getiriliş
süreci neticesinde, tüm bu meselelerin üzerindeki sis perdesini
ortadan kaldırmıyor. Açıklamalarına bakacak olursak, Financial
Fair Play nedeniyle eli kolu bağlı olan Ünal Aysal, elindeki
imkanlardan fazlasını talep etmeden şampiyonluğa ulaşabilecek
yeni bir marka teknik adamla anlaştığını düşünüyor, ve belki
gerçekten de öyle. Taraftarın ağzına bir parmak bal çalmak ve
bundan önemlisi, olmazsa olmaz Şampiyonlar Ligi geliri ve
reklamından mahrum kalmamak açısından dördüncü yıldız
mottosuyla servis edilen şampiyonluk hedefi, Galatasaray'ın kısa
ve uzun vadedeki tek hedefi hâline gelmiş durumda. Peki
Galatasaray'ın planı nedir? Ne zaman bir futbol aklı oluşturmaktan
bahsedebileceğiz?
Galatasaray'ın tüm sorunlarının
temelinde, uzun vadeli plânların yaratılamaması, ve bunun, yani
büyük resmin bir türlü görülememesi neticesinde, kısa vadede
ortaya çıkan ve ancak işleri daha da içinden çıkılmaz hâle
getiren tutarsız kararlar yatıyor, ve gittikçe sona yaklaşıyoruz.
Galatasaray saha dışında yakaladığı başarıları; sponsorluk
anlaşmalarınu, reklam ve marka transferleri, bunların belki de
tamamını saha içinde başardıklarına borçluydu, ve saha
içindeki tutarsızlık sürdüğü takdirde, bunlardan da mahrum
kalmayla karşı karşıya kalacak. Prandelli'yi getirmek, tek başına
düşünüldüğünde harikulade bir iş olarak yorumlanabilir; fakat
öncesinde yaşananlarla değerlendirildiğinde, Fatih Terim'in
gönderilmesinin ardından, boştaki yüksek profilli hocalara
Şampiyonlar Ligi kozunu kullanan Galatasaray'ın birbirine uymayan
hamlelerinden bir başkasıyla karşılaşıyoruz. Ünal Aysal'ın
ortaya attığı hedeflere uygun düşebilecek yegâne yerli hoca
takımdan uzaklaştırıldı; belli ki Roberto Mancini'yle yola devam
etmeme kararı da öncelikle etrafı kolaçan ederek alınmamıştı
ve Lucescu ile Tuchel'den red yanıtı alan Galatasaray, yine ne
yaptığını tam olarak bilmez bir şekilde, başka bir yüksek
profilli hocanın peşinden gidiyordu. Aşık olduğu ülkede büyük
çaplı bir projenin tam ortasında yer alan Klinsmann'ın veya Dünya
Kupası'ndan sonra emekli olacağını sayısız kez açıklayan
Hitzfeld'in adaylar arasında olduğu haberleriyse ancak bu
hedefsizliği daha net gösteren örnekler olabilirdi, ama Alman
ekolü hedefinin değil.
Geçtiğimiz günlerde çıkan bir
habere göre, yeni sezon kamp programını belirlemek zorunda olan
Galatasaray, götürülecek oyuncuları Mancini'nin verdiği
direktiflere göre belirleyecekti. Galatasaray'ın şu çok konuşulan
kadro çıkmazlarını bir de Roberto Mancini'nin kalması ihtimaline
göre ve Roberto Mancini'nin ayrılma sebepleri üzerinden konuşmamız
gerek.
La Gazzetta'dan okuyun
Ülkenin futbol
ortamının yabancı düşmanlığı ve düşük entelektüel düzeyi
hemen her fırsatta kendini belli ediyor. Geldiği günden bu yana
yorumcularımıza bir türlü kendini kabul ettiremeyen Sneijder'in,
Meksika maçında “Koşmuyor!” eleştirisine tanık olduğunu
duyuyoruz; Roberto Mancini'nin dolaştırdığı kağıt, sonraki
yıllarda da hatırlanacak eğlenceli bir ritüele dönüşebilecekken,
bazı taraftarlar için bir utanç kaynağı hâline gelebiliyor. Şu
hâlde, Türkiye'de 6 ay geçiren Mancini'nin bir, iki, belki de üç
farklı profiliyle karşılaşıyoruz. Bir grup için, belki
futboldan anladığı dahi şüpheli olan işe yaramazın teki veya
daha aklıselim yargılama yapabilen ama yine Mancini'nin
gönderilmesi tarafında olanlar için, Galatasaray'a artı değer
katması imkansız biriydi. Roberto Mancini'yle röportaj
gerçekleştirmiş gazeteciler ise ağız birliği etmişçesine,
mütevaziliğinden, sıcaklığından ve göründüğü gibi biri
olmadığından dem vuruyorlardı. Bir de bunların dışında,
İtalya'da verdiği röportajlarla ülkemize konu olan Mancini vardı.
Roberto Mancini'nin gelecek sezonda Galatasaray'ı çalıştırmayacağını
da ilk kez İtalya'dan, La Gazetta dello Sport'tan öğrenmiştik.
Türk muhabirlerden, Galatasaray kulübünün kendisinden, KAP'tan
önce...
Mancini'nin
aklından geçen somut birtakım fikirlere La Gazetta aracılığıyla
ulaşmamız mümkündü; keza Türkiye'de çıkanlar hiçbir zaman
böyle şeylerle ilgilenmez, genelde ülkeyi nasıl bulduğuyla
başlayan, kemikleşmiş ve futbol dışı ağırlığı fazla olan
bir tür soru dizisini izlerdi. Ayrılmasından henüz birkaç gün
önce, ilk geldiği günkü enerjiyi başkandan alamadığını ima
eden açıklamalar yaparken, gelecek sezonda takımda kalmak
istediğini ve transferleri de buna uygun olarak gerçekleştirmek
istediğini söylüyordu. Levent Tüzemen'in -dünkü telefon
bağlantısında Prandelli'nin kariyerinin sonuna gelmiş biri
olduğunu iddia eden Tüzemen'in- ısrarla önümüze koyduğu
meşhur 40-50 milyon euro'luk bütçe isteği, hocanın o röportajda
bahsettiği Fabio Quaglierella, Seydou Keita gibi isimlerden mi
oluşuyordu o hâlde? İşin aslı, takımın eksiklerini en sonunda
tartmış ve bütçenin farkında olan Mancini'nin, buna uygun ve
fakat belli kalitedeki oyuncuların alınması yönündeki isteğiydi.
Galatasaray'ın orta sahada yaşadığı sıkıntı ve
alternatifsizlik ortadayken, bugün Roma'yla kontrat yapabilecek
kadar hâlâ futbolcu olan ve Drogba'nın aksine kenarda oturduğu
vakit ülke çapında krizlere gebe olmayacak Keita, orta saha
alternatifi için sahiden kötü bir transfer hedefi miydi örneğin?
Her geçen gün bir sonra gelecek hoca için içinden çıkılmaz bir
hâl alan Galatasaray kadrosunun, bir transfer dönemliğine,
gerçekten takımın başındaki hocanın istekleri doğrultusunda
şekillenmesi herkesin yararına olacaktı. Mancini, Manchester
City'nin geçen sezonki şampiyon kadronun mimarı bendim derken
aslında haksız değildi; doğru oyuncuyu getirme hususundaki
yargılamalarına güvenilebileceğini biliyorduk. Hocanın ne tip
transfer hedeflerinin peşinden koşacağını, ve bunların, bu
sezon görülen defoları yüksek ihtimalle örteceğini tahmin
edebiliyorduk. Lakin belli kesimler tarafından pohpohlanan 'kötü'
algısı ve Galatasaray'ın yeni ekonomik realitesinde Mancini'nin
doğru adam olarak görülmemesiyle, Mancini'nin de bahsettiği
üzere, Aysal'ın ilk vakitlerde koyduğu hedefler değişmeye
başladı ve fakat sorunun, Türk medyasının aktarmaya çalıştığı
şekliyle maddi yönü, en azından Mancini açısından, muhtemelen
çok daha düşüktü. Mancini'nin tek gerçek beklentisinin tutarlı
bir çalışma ortamı olduğu da reddettiği tazminatıyla hemen
hemen belli olmuştu aslında.
Ünal Aysal,
Cesare Prandelli'nin çok fazla yeni transfer istemediğinden, ya da
daha doğru bir ifadeyle, şartları bu şekilde konuştuklarından
bahsediyor. Galatasaray'ın son birkaç transfer döneminde düzenli
olarak erozyona uğrayan kadrosu, Prandelli'nin küçük
dokunuşlarıyla tekrardan bir kazanana dönüşebilir mi?
Bazı benzer alışkanlıklar
Financial Fair
Play ve Türkiye Ligi'nin yabancı sınırlamasından henüz haberi
olmuşçasına acil önlem planlarına geçen Galatasaray'da,
Sneijder'in transfer olması düşüncesi dahi eskisi kadar uçuk
gelmiyor. Lakin eğer kalacaksa, Galatasaray'ın derin kadro
mühendisliği sorunlarının miladı kabul edilebilecek Sneijder
transferinin, artık radikal bir şekilde kesin olarak çözüme
kavuşturulması gerekiyor. Bir önceki sezonun aksine, takım için
önemini ve takıma bağlılığını su götürmez bir şekilde
kanıtlamış Sneijder'i merkeze koyan yeni bir takım düzenine
geçmek, transferleri buna göre yapmak lazım geliyor. Olcan Adın,
tüm bunların dışında sadece yerli oluşu ve kalitesiyle,
şablonlar ve teknik adamlar üzeri bir transfer; fakat Prandelli'nin
de bu meselenin ehemmiyetini ilk fırsatta kavraması fazlasıyla
değerli olacak. Tekrardan bir beyin jimnastiği yapacak olursak,
Mancini yönetimindeki Galatasaray'ın ilk yapacağı işlerden
birinin bu olacağını büyük bir güvenle söyleyebiliriz.
Prandelli ve
Mancini'nin iyi giyinmeleri ve İtalyan olmaları haricinde ortak bir
noktaları olmadığını söyleyenlerin çıkacağına eminiz. Büyük
oranda haklılar da. Fakat yerli medyada yazılacakları şimdiden
tahmin etmek o kadar da zor değil. Dünya Kupası öncesi basın
toplantılarının birinde, “7 maçın 7'sinde farklı dizilimler
kullanarak şampiyon olduğumuzu hayal ediyorum.” şeklinde bir
beyanat veren, teknik açıdan ilk akla gelen özgünlüğü
'esnek'liği olan bir hoca Prandelli. Bu bir yana, elindeki bütün
iyi orta saha oyuncularını aynı anda sahada görmekten hoşlanıyor;
patlayıcı kanat oyuncularından ziyade, parlak, yaratıcı oyun
kurucuları tercih ediyor. Fiorentina'da Montolivo'yu hatırlayın.
Uzunca bir süre hangi pozisyonda en verimli olabileceği tartılmış
ve belki bu uzun denemeler tatmin edici bir sonla noktalanmamıştı
bile! Ama Montolivo harika bir sanatçıydı ve takımdaki yeri
tartışılamazdı. 'İtalyan!', 'Üçlü savunma!', 'Takımın
ayarlarıyla oynuyor!' homurdanmalarını şimdiden duyuyor gibiyim.
İki hocanın karakterlerinin ve futbola bakış açılarının benzerlik
gösterdiğini söylemek fazla iyi niyetli bir çıkarım olacak,
diğer yandan şaşırtmayacaktır.
Ali Ece'nin
“Prandelli, Selçuk İnan'dan Pirlo yaratır!” çıkışı bu
bağlamda yerini buluyor olsa gerek. Pirlo değil, ama belki
Montolivo. Onun da eleştireni çok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder