2014/10/01

Kuzey Londra derbisi: Arsenal - Tottenham


FourFourTwo Türkiye 100. sayıda.

Modern döneme Arsenal’in ezici üstünlüğüyle taşınan Kuzey Londra rekabeti, bilhassa da son yıllarda sahne olduğu bol gollü karşılaşmalar ve karşılıklı atışmalarla, İngiltere’nin en merakla beklenen, en eğlenceli ve ateşi bir an olsun sönmeyen derbilerinden biri olarak tanımlanabilir. Sahiden, rakibinden üst sırada bitirmekle bu denli ilgilenen başka hangi rekabet olabilir? Arsenal taraftarı, lig tablosunda Tottenham’ın üzerinde bitirmenin garantilendiği günü, ki bu uzunca bir süredir her sene gerçekleşmekte, St. Totteringham’s Day adıyla kutluyor. Taraftarının “Tottenham’dan nefret eden otursun!” tezahüratına karşılık veren kaleci Szczesny’e, veya sedyeyle oyundan çıkarılırken rakip tribune eliyle skoru hatırlatan Walcott’a, bu kadar sık tekrarlanan rakibi küçümseme jestlerine ancak Kuzey Londra derbilerinde denk geliyorsunuz. Arsenal, Tottenham’la alay etmeyi fazlasıyla seviyor.

Lakin Premier Lig öncesi dönemde, böylesine açık bir makastan söz edebilmek mümkün değildi. Bilakis, güneyin bu iki öncü takımından ‘ilk’lerin altına imzasını atan çoğu kez Tottenham olmuştu. 1960-61 sezonunda hem ligi hem de FA Cup’ı şampiyon bitiren ‘Super Spurs’, 20. yüzyılda ‘duble’ gerçekleştirmeyi başaran ilk İngiliz takımı olurken, bundan 10 sene sonra Arsenal aynı başarıyı tekrarladığında, yani 70’lere gelindiğinde, iki takımın karşılaştığı maçlardaki galibiyet oranları hemen hemen aynı seviyede bulunuyordu. Günümüzdeki gibi, Arsenal lehine değil.

Rekabetin başlangıcı için I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesine, 1913 yılına gitmemiz gerekecek. Bunun öncesinde, henüz Sir Henry Norris, Arsenal üzerine büyük bir kumar oynamaya karar vermeden evvel, karanlık bir dönemden geçen Woolwich Arsenal Londra’nın öte yakasında, Manor Field’da maçlarını oynuyordu.

Kuruluş hikayeleri

Hotspur Kriket Klübünden bir grup oyuncu, Tottenham High Road’daki sokak direğinin altında toplanıp bundan böyle düzenli aralıklarla futbol oynamak üzere sözleştiklerinde, yıllardan 1882’dir. Kurucu üyeleri Northumberland Park bölgesi civarından olan Hotspur, adını da bu vesileyle almıştır. Kulübün ortaya çıktığı 19. yy’a gelindiğinde, bölgedeki konutların çok büyük kısmı Northumberland ailesi tarafından finanse edilmiş durumdadır ve Hotspur, 14. yy’da Kral IV. Henry’e karşı isyan başlatan Northumberland kontu Sir Henry Percy’e bahşedilmiş sıfat olarak bilinmektedir. Kendini bu gelenek içinde tanımlayan Hotspur FC’nin ilk merkez binasının ismi, Percy House olarak seçilir. 84-85 sezonu sonunda, Sir Percy’nin izinden giden başka bir kulüple karışıklığı önlemek açısından, kulübün ismi Tottenham Hotspur şeklinde değiştirilir ve dönemin futbol devi Blackburn Rovers’tan esinlenerek mavi-beyaz renklerde karar kılınır.

Hotspur FC’nin ortaya çıkışından 4 sene sonra, 1886’da, David Danskin’in hayat verdiği Dial Square adlı bir takım kurulacaktır. Dial Square, Woolwich’teki cephane fabrikası imalathânelerinden birinin ismidir ve takımın oyuncularını da bu fabrikadaki cephane işçileri oluşturmaktadır. Dial Square’in ilk kaptanı İskoç Danskin, kuzeyin popular oyunu futbolun yerine rugby’nin tercih edilir olmasından rahatsızlık duyan çok sayıdaki göçmen işçiden biridir. Aynı yılın sonunda, Plumstead’daki Royal Oak Pub’da yapılan toplantıda kulübün adını Royal Arsenal olarak değiştirme kararı alınacaktır. 5 sene sonra tekrar bir isim değişikliğine gidildiğinde, yeni isim Woolwich Arsenal olur. Nihayet, Highbury’e taşınacakları 1913 yılının sonunda, kulübün adından Woolwich de atılır ve öncesinde boydan boya kırmızı olan formalar, bugünkü kırmızı-beyaz renklerine kavuşur. Arsenal’in kırmızı renkleri, Woolwich’e gelmeden evvel Nottingham Forest’ta futbol oynayan Beardsley ve Morris Bates’ten etkilenmelerle ortaya çıkar. Geleceğin ezeli rakipleri arasındaki ilk karşılaşmaysa, 1887 sonbaharında oynanacaktır. Tottenham’ın 2-1 üstünlüğüyle giderken havanın erken kararması sebebiyle 15 dakika erken bitirilen ilk maç, kimi Spurs taraftarlarınca, Arsenal’in hilelerinden bir başkası olarak anılır.

FA Cup'ı kazanan ilk 'güney' kulübü Tottenham Hotspur.

Profesyonel olma kararını ilk alan taraf, 1891 yazında Arsenal olur. Lakin, 1885’te yasallaşan profesyonel futbol takımlarının güney vilayetlerinde benimsenmesi için, epey bir zaman geçmesi gerekecektir. Profesyonellere yönelik soğuk bir tavır izleyen Londra Futbol Federasyonu’ndan red cevabı alan ve lige kabul edilmeyen Arsenal, o sezon yalnızca FA Cup ve bazı dostluk maçlarıyla yetinmek zorunda kalır. Bir sonraki sezonda, yeni kurulan Football League ikinci kademe ligine yaptıkları başvuru bu kez kabul bulur. Böylece, Football League’in ilk güney takımı takımı olma onuru Arsenal’e bahşedilmiştir. Bu durum, tamamen kuzey ve Midlands takımları tarafından domine edilen ilk dönem İngiltere futbolunu yansıtan çarpıcı bir örnektir. Çok geçmeden, birinci lige yükselerek İngiltere’nin önemli takımları arasında sayılmaya başlanan Arsenal, Londra’nın en değerli kulübü hâline gelmiştir.

Tottenham’ın profesyonelliğe adım atışı 4 sene sonra, ve Football League birinci kademesinde Arsenal’le beraber mücadele etmesiyse bundan çok daha geç bir zamanda, ancak 1909-10 sezonunda gerçekleşir. Tottenham’ın Güney Ligi’nde ve diğer amatör takımlarla geçirdiği yılların en önemli getirisiyse, bu yıllarda kazandığı yerel saygınlıkla fabrikatör John Oliver’ın ilgisini çekmesi olmuştur. Başkanlığa gelen Oliver, profesyonelliğe geçişte ve White Hart Pub’ın arkasındaki araziyi satın almak üzere sermaye oluşturulmasında önemli roller oynar. Hâlâ yerel Güney Ligi’nde oynayan Tottenham Hotspur, 1901 yılında kimsenin beklemediği şekilde FA Cup’ı kazandığında, bunu başaran ilk güney kulübü olma onuruna erişir. Nihayet, 1908-09 sezonunda yerel ligi terk etme kararı aldıklarında, Stoke City yerine Football League ikinci kademesine dahil edilirler ve hiç beklemeden, ilk senelerinde bir üst lige yükselirler. İki takımın Football League’deki ilk karşılaşması Arsenal’in 1-0’lık üstünlüğüyle biter.

Rekabetin esas başlangıcı ise I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında yaşanan iki olayla şekillenir.

İstenmeyen komşu

Kuzey Londra rekabeti denince akla gelen ilk isim, Sir Henry Norris olmalı. Bu fazlasıyla hırslı, ve kimilerine gore diktatör ruhlu iş adamının, Arsenal’i Londra’nın en büyük kulübü yapmak üzere hülyaları olmasaydı, Arsenal bir Güney Londra kulübü olarak kalmaya devam edecek ve kim bilir, belki de bugünkü rekabetin ortaya çıkması hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti. Norris, 4 sene içinde yaptıklarıyla Arsenal’i Spurs taraftarının gözünde en büyük nefret objesi hâline çevirmeyi başardı ve daha sonra Arsenalliler de, yeni komşularından nefret etmeyi kısa sure içinde öğrendiler.

Norris’in ilk plânı, Arsenal’le Fulham’ı birleştirmek veya Craven Cottage’ın iki kulüp tarafından da kullanılabilmesi için FA’in rızasını almaktı. Fakat ikisinden de sonuç almayı başaramadı. Bunun üzerine, yapılacak tek bir şey kalmıştı: yeni bir stada geçilmesi konusunda diğer yöneticileri ikna edecekti. Football League’de mücadele eden beş Londra kulübünden, en kötü yerleşime sahip olanı açık ara Arsenal’di, sahada alınan sonuçlar kötüye gitmeye başlamıştı ve şu hâlde, kulübü büyütebilmek için tek çareyi yeni bir lokasyona yerleşmekte görüyordu. 1913’te, radikal bir kararla Kuzey Londra’daki Highbury arsasını satın aldı. Bu durumdan hiç de hoşnut olmayan muhitin diğer iki kulübü Clapton Orient ve Tottenham Hotspur, FA’e başvurarak bölge için üç takımın fazla olduğu, ve Arsenal’in taşınması durumunda kendi var oluşlarının tehlikeye gireceği itirazında bulundular. Lakin bu itirazlar reddedilecek, ve sözü geçen yerleşim alanında “üç kulübün de ayakta kalabilmesi için yeterli popülasyonun olduğu” ibaresine yer verilecekti. Norris, her şeye rağmen o sezonun sonunda küme düşmelerine engel olmayı başaramadı. Bir sonraki yıl, ligi son sırada bitiren Tottenham’a da ikinci lig yolu gözüküyordu. Fakat araya Dünya Savaşı girdiğinden, liglerin yeniden başlaması için dört sene beklemek gerekecekti.

"...Bu fazlasıyla hırslı, ve kimilerine gore diktatör ruhlu iş adamının, Arsenal’i Londra’nın en büyük kulübü yapmak üzere hülyaları olmasaydı, Arsenal bir Güney Londra kulübü olarak kalmaya devam edecek ve kim bilir, belki de bugünkü rekabetin ortaya çıkması hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti."
(Spurling, "Arsenal Futbol Kulübünün Alternatif Tarihi" adlı kitabın yazarı.)

Savaşın bitiminin ardından, iki ligin de ikişer takımla genişletilmesi kararı alındığı duyuruldu. İlk aşamada, alt ligden yükselen iki takımın yanı sıra, son iki sırayı alan Chelsea ve Tottenham’ın da yerlerini koruması gerektiği fikri paylaşılıyordu. Korkutucu, istediğini alan biri olarak bilinen Sir Norris’inse başka planları vardı: Arsenal’i bir üst lige taşımayı hedefliyordu. Üstün lobi faaliyetleri sonucunda, Chelsea’nin yerini koruması, ve fakat son belirlenecek takım için üye kulüpler arasında bir oylama yapılması gerektiği kararı ortaya çıktı. Arsenal’e 18, Tottenham’a ise 8 oy çıkıyor ve bu durumda, ikinci ligi altıncı sırada bitiren Arsenal, Tottenham’ın yerine birinci ligde oynamaya hak kazanıyordu. Tottenham, hemen o sene içinde bir üst lige yükselmeyi başaracak ve sonraki sezonda, tarihinde ikinci kez FA Cup’ı müzesine götürecekti. 20’ler, nefretin en canlı tutulduğu dönem olmalı. Şayet 30’ların ikinci yarısından itibaren, tarihinin en parlak dönemlerini yaşayan Arsenal’in aksine, Tottenham bir gerileme dönemine giriyor ve ancak 1950’lere girildiğinde tekrardan birinci lige yükselebiliyordu. Futbol tarihine geçen 1930 dönemi Arsenal takımının mimarıysa, eski bir Tottenham oyuncusu, Herbert Chapman olacaktı.

Muhteşem takımlar

20. yüzyıl, pek çok efsanevi Tottenham ve Arsenal takımlarına tanıklık etti: Arthur Rowe’nin push-and-run Spurs’ü, 60-61’de dubleyi gerçekleştiren, ve bundan 2 sene sonra da Avrupa Kupası kazanan ilk Britanya takımı olacak olan Super Spurs; 70’deki dublenin kahramanı Arsenal, ve yüzyılın sonunda, The Invincibles öncesi 97-98 takımı. Ama tüm bunlardan önce, en iyi bilinen ve anlatılan Herbert Chapman’in takımı ve WM dizilişi vardı.

Taktiksel anlayışların izini sürerken, dönemin çehresini değiştiren yenilikçi anlayışların kökenini tek bir isim üzerinde toplama düşüncesi, çoğu zaman yanıltıcı sonuçlara ve tek boyutlu, yanlış bir tarihsel algı şekline neden olabiliyor. WM’yi ‘keşfeden’in Herbert Chapman olduğu algısı, bu bakımdan bir kez daha gözden geçirilebilir. 1925’te değişen ofsayt kuralına yönelik hâlihazırda pek çok takımın kurgusal değişikliklere gittiği; orta sahalardan birinin savunma oyuncuları arasına daha fazla sokularak adeta üçüncü savunma oyuncusu gibi davrandığı, ve forvet oyuncularınına derinde oynamaya doğru meyillendiği, o yıllarda yazılmış bir Southampton Echo makalesinde detaylı bir şekilde anlatılmaktaydı. Chapman’ın esas hayranlık uyandıran yönü, bu yeni uygulamaları sistemleştirip modernize etmesinde, ve 2-3-5 dizilimindeki belirsiz, eskide kalmış rollerin yerine, 3-2-2-3 şeklinde formulize edilebilecek yeni dizilim içinde yepyeni oyuncu modelleri yaratmasında yatıyordu. Kısacası, yapılması gerekenin ne olduğunu anlama kısmını çoğu kişi çoktan başarmış; ama bunun ne şekilde yapılması gerektiğini en iyi kavrayan ve tarihe geçen Chapman olmuştu. Chapman, oyunun ilk modern taktisyenlerinden biriydi ve fizik kondisyonu sağlama konusunda getirdiği devrimsel yeniliklerle, çağdaşlarından birkaç adım önde gittiği şüphesizdi.

Efsane: Herbert Chapman

Hikayenin bundan sonraki kısmı bilindiktir. Gol adedinin günden güne düşmesinden rahatsız olan karar alıcılar, 1925 yılında ofsayt kuralında değişiklik yapmaya karar verirler. Artık son pası alan oyuncunun kaleci ve iki rakip oyuncu arkasında değil, kaleciye ilaveten yalnızca bir rakibin arkasında olması gerekmektedir. Bu durum ani hücumlar ve derinden koşular için daha iyi bir ortam oluşturması bir yana, yepyeni sorunlar, çözümler, oyun plânları ortaya çıkarır. 34 yaşındaki iç forvet oyuncusu Charlie Buchan’ın telkinleri ve nihayet 7-0’lık yıkıcı Newcastle United mağlubiyetinin ardından, Chapman’ın aklında WM’nin (bu ismin nereden geldiğini merak ediyorsanız, 3-2-2-3 dizilimini bir kağıda çizmeye çalışın) ilk taslakları gezinmeye başlamıştır. Upuzun boyuyla Herbie Roberts, WM vesilesiyle evrilen ilk savunma oyuncularından biri olur; Arsenal, top sürme ve bireysel yetenek üzerine kurulu diğer İngiliz takımlarının aksine kusursuz bir kontra atak oyunu oynamaya başlamıştır. Diğer yandan, çok güçlü bir savunma hattı yaratan Chapman, henüz bundan habersiz, belki de ‘sıkıcı’, ‘şanslı’ (top sürme oyunu yerine kontra-ataktan buldukları goller nedeniyle) Arsenal yakıştırmalarının doğmasına sebep olan kişi olacaktır. Arsenal, 30’ların başından II. Dünya Savaşı’na kadar olan süreçte tam 12 kupa kazanır.

Arsene Wenger öncesindeki, Hornby kitaplarında anlatılan o ‘negatif’, güçlü savunma geleneğiyle bilinen Arsenal’in aksine, Tottenham Hotspur ‘güzel’ futbol oynamayı en önemli unsurlar arasında sayan bir anlayışla perçinlenmekteydi. Bu geleneğin oluşmasındaki en önemli figürlerden biriyse, kuşkusuz ki, 1949-50 sezonunda ikinci ligi şampiyon tamamlayan Tottenham’ın alışılmadık, yenilikçi fikirlerle dolu çalıştırıcısı Arthur Rowe’ydi. Rowe, 1939’da orduya katılmadan önce bir sure Budapeşte’de bulunmuştu ve “push-and-run”anlayışının, bu dönemde şekillenmeye başladığı tahmin ediliyordu. “Push”, yani takım arkadaşına yerden kısa pas oynama, ve “run”, yani pası verdikten sonrası hiç durmadan koşuya devam edip tekrardan topa sahip olma, günümüzde “duvar pası” olarak bilinen basit oyun bilgisini merkez alan, ve bu esnada izleyenlere büyük keyif veren bir pas alışverişi sekansını takip ediyordu. 4 sene sonra, ‘yüzyılın maçı’ olarak çağrılan meşhur Macaristan hezimetinde, “push-and-run”ın Tuna nehri varyantıyla karşılaşan İngilizler neye uğradıklarını şaşırmış hâldeydiler. Ve her büyük çalıştırıcının takımında olduğu gibi, Rowe’nin takımında oynayan futbolcuların önemli bir kısmı, sonraki yıllarda futbol tarihine adını yazdıracak antrenörlere dönüştüler. Kadife ayaklı sağ bek Alf Ramsey, 1966’da İngiltere’ye ilk ve tek Dünya Şampiyonluğu’nu kazandırıyor; kariyerinin tamamını Tottenham’da geçiren Bill Nicholson’sa, bu oyun anlayışını devam ettirerek 60-61’de dubleyi gerçekleştiren takımı kusursuzca inşa ediyordu. 3 sezon içinde 1’i lig, 2’si FA Cup olmak üzere toplamda 6 kupa kazanan ve Rotterdam’daki finalde Atletico Madrid’i 5-1 mağlup eden ‘Super Spurs’, kusursuz golcü Jimmy Greaves ve kulüp tarihinin en iyi oyuncusu olarak anılan Danny Blanchflower’lı kadrosuyla, İngiltere’nin uzun bir süredir gördüğü en iyi kadrolardan birine sahipti.

60'lara damgasını vuran Super Spurs, aslında bundan 10 sene önce Arthur Rowe tarafından şekillendirilmeye başlamıştı.

Modern dönem

Resme Arsene Wenger’in dahil oluşu ve Tottenham’ın birbirini tutmayan istikrarsız hamleleri sonucu, Premier Lig dönemine gelindiğinde Kuzey Londra rekabeti tüm bu anlatıları bir kenara attı ve yerini, ‘ne yaptığını bilen’ Arsenal’e karşı ‘asla potansiyelini gerçekleştiremeyen’, gerilerde kalmış Tottenham’ın aslında biraz da sonucu bilinen derbi karşılaşmalarına bıraktı. Arsenal, 1913’te Highbury’e geçişine benzer şekilde, çok büyük riskler alarak yeni bir stadyuma geçilmesi gerektiğini fark etti ve tüm sancılarına karşın, bu sıkıntılı dönemi geride bırakarak son 2 sezonda yaptığı transferlerle tekrardan en büyük kupalar için oynayacağının sinyalini veriyor. Diğer yandan, hemen hemen her sezona yeni bir hocayla başlama kültürünü benimseyen, fazlasıyla iyi ama her daim Arsenal’den bir gömlek aşağı olan Tottenham, ne belli bir istikrarı yakalayabilmiş, ne de yakın zamanda White Hart Lane’I terk edebilecek vaziyette gözüküyor. Real Madrid’den ayrılma planları yapan Angel di Maria’nın aklına gelen ilk gelen ‘olumsuz’ kulübün Tottenham olması, basit bir rastlantı olmasa gerek, öyle değil mi? “Kulübünüz için en iyisini yapmaya çalışırken Tottenham’la anıldığınızı duymak üzüntü veriyor!”

Referans kitap: The Battle of London (Rex Pardoe)