2013/10/08

Aston Villa'nın ne kadarı kontra atak, ne kadarı Christian Benteke?


Bu yazıya geçen hafta başlamıştım, ancak zaman ve sabır gerektiren tutumundan dolayı tamamlamak mümkün olmadı. Buraya kadar yazdığımın taslaklarda kalmasını istememem ve tek parça hâlinde okunmasının güçlüğünden, bölüm bölüm paylaşma kararı aldım. Çokça Villa taraftar blogu olarak tuttuğum Hayat Yuvarlaktır'a, bir yılı aşkın süredir gerçek bir Villa yazısı girilmiyordu. İşi bu yüzden sıkı tutmak istemiştim. Fakat araya giren başka şeyler ve okul sebebiyle diğer bölümlerin tamamlanması 'en iyi ihtimalle' 2-3 haftada sonunda olacak gibi görünüyor.

Aston Villa'nın Arsenal karşısında ortaya koyduğu oyunun skorun ötesinde ifade ettikleri vardı. Geçen yıl enkaz hâlinde alınan kadro korkusuzca deney üzerine deney geçirmiş; ancak bahara gelindiğinde Lambert'ın aklındakine yakın, kazanan bir takım ortaya çıkabilmişti. Sezon öncesi plânlarının büyük ölçüde göstergesi olan bu ilk maç, geçen sene öğrenilen doğruların yeni sezona ustalıkla taşınması açısından çok değerli idi.

Benzer bir planla Chelsea'ye kıl payı kaybedildi, Rotherham'a karşı tarz bir oyunla kazanıldı; fakat iç sahadaki Liverpool ve Newcastle mağlubiyetleri, üstü örtülmediği takdirde geçen seneki defoların tekrarlanacağına işaretti. Benteke'nin 6 haftayı bulacak yokluğunda, Villa için işler bir süre daha belirsizlik içinde yürüyebilir.* (Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da yüzler gülmüyor, çok sakat var.) 

İlk ayın ardından, Villa'nın oyun stiline dair öne çıkan durumlara bir bakalım.
*İki hafta sonradan gelen not: hiç de öyle olmadı, hoca bu işi iyi biliyor.

1) Kanat savunması

Kanat savunması, Lambert'ın geldiği günden bu yana Villa için en önemli sorunlardan biri. Merkezi bir oyun planı kurmak istenirken kanatlar sıklıkla tek adamla savunuluyor ve yenen gollerin büyük kısmı buradan kaynaklanıyor. Konunun Villa açısından önemi hayati. Aslına bakılırsa, oyun planlarında yapılan sürekli değişiklikler en başından beri  bu iki sorunu dengeye getirme çabasından doğuyor. Villa; merkezi, homojen bir hücum organizasyonu kurmak istiyor ancak bunu efektif bir şekilde yapmaya yaklaştığı her vakit geride korunmasız yakalanıyor. Tekrardan geriyi toparlamaya yönelik adım atarken, fark yaratan hücum aksiyonundan feragat ediyor ve kısır döngü devam ediyor.

Terazinin iki tarafındaki 'merkezi hücum' ve 'kanat savunması'nın kronolojk olarak bir örneklemesini sunmak da gerekirdi. Villa hangi dönem merkezi oyun biçimleri tercih etti, ne vakit, niçin bunlardan döndü gibi. Yalnız, bunun objektif olarak gösterilebilmesi takdir edersiniz ki çok kolay değil ve epey zaman alıcı. Kısaca, baklava, 3-5-2 gibi dizilimler ve üç ön alan oyuncusunun birbirine çok yakın ve savunma blokuna katılmayacak şekilde önde bırakıldığı oyun biçimlerinin denendiği ve dönem dönem bunlardan vazgeçildiğinden bahsedelim. Vakti zamanında WhoScored.com'un verilerini kullanarak geçen yıl kullanılan formasyonları ve bu formasyonlarla elde edilen başarı yüzdelerini bir grafikte çıkarmıştım (Çizgili sütun başarı yüzdesini ifade ediyor, 7 = %70 gibi). Ayrıca, Villa'nın iki maç süren baklava deneyimine dair şu yazı, belki yararlı olabilir. Görüntü o döneme ait, 4 gol yenilen Southampton maçından.

'Merkezi oyun' ifademi de açıklığa kavuşturmam gerekli. Bundan kasıt, kısa paslaşmalarla merkezi yığılmak istenen, rakibi buradan delmeye çalışan bir oyun değil. Kısa veya uzun pasın çok önemi yok, tempo ilk plânda. Lambert için takımın homojenliği , bir bütün olarak hareket edebilmesi ve belli bir hücuma çıkış alışkanlığı kazanması çok önemli. Herkes birbiri için çalışmalı, tüm parçalar birbirini tamamlamalı ve bu sürekli bir tempo hâlinde sürdürülmeli. İki sene önce Elite Soccer Coaching'e verdiği demeçte "akıcılığı ve tempoyu sağlayalım ve bırakın oyuncular kendi senaryolarını uygulasın." diyordu. Şurada PDF'ini paylaştığım bu yazı benim hâlâ aklımda ve Weimann - Gabby - Benteke kontra ataklarında açılan ortalarda veya Lowton'ın ilk zaman ortalarında (first-time cross'u böyle kazmaca çevirdim işte) da yine oradakiler aklıma geliyor.

 Geleneksel kanat oyuncuları tarihsel olarak belli açılardan dışlanmıştır. İngiltere'ye tarihindeki tek dünya şampiyonluğunu getiren Alf Ramsey de bunu 4-3-1-2 kırması kadrosuyla yapmıştır örneğin. Bu tip oyuncular ister istemez oyunu iki aşamaya bölüyor ve Lambert'ın homojen takımında bilindik 'kanat organizasyonları' pek tercih edilir değil. Kontra atağın bu kadar ciddi bir silah hâline gelmesiyse onun savunmacı bir hoca olmasından değil, en önce olarak takımının nasıl aktif atak yapacağı üzerine düşünmesinden kaynaklanıyor. Evet, savunmayı çözmelisiniz ama bunu çözdüğünüz vakit düzgün bir hücuma çıkma yöntemi bulamıyorsanız hemen yeni bir şey bulmalısınız diye düşünüyor olmalı. Bir örnek olarak, takımı üç maç üst üste kazanan ama Suarez'in yokluğunda kontra atak silahı hiç olmayan Liverpool ikinci yarıların tamamını kendi yarı sahasında geçirdi fakat Rodgers için bu çok da önemli olmadı. Lambert ise, belki takıma zarar verecek ölçüde değişme yoluna giderdi.

Rotherham'a atılan golü mutlaka izleyin. Aston Villa'da henüz başarılamayan, ama başarılmak istenen buna benzer bir şey. Deplasmanda kontra ataklar üzerinden beliriyor, iç sahadaysa şimdilik kayıp.










4-3-3 / 4-1-4-1 geçişleriyle takıma en dengeli yapının sağlandığı, geçen sezonki deneyimlerin üzerine eklenen Arsenal galibiyetiyle taçlanmıştı. Lambert'ın Liverpool karşısında kanat güvenliğini ön plânda tutarak 4-4-2'yi tercih edişi, takımın savunmadan hücuma geçişlerindeki başarısını ciddi sekteye uğratmış; galibiyet inancıyla çıkılan Newcastle karşısındaysa tekrardan 4-3-3'e dönüldüğünde kanatlar şuursuzca birebir savunmaya bırakılmıştı. Böyle olunca, geçen seneden bilinen defolar ortaya çıkmış; kontra atak yapamadığında rakibi bozamayan (Liverpool karşısında) ve rakibin en değerli oyuncusu Ben Arfa'yı yıldızlaştıran bir Aston Villa izlenmişti. Villa sonraki maçlarında Benteke'siz 4-4-2'siyle Norwich'e çok net bir taktiksel üstünlük kurdu, maçı kazandı ve topa sahip olduğu 4-3-3'ü ile (bir ara %65 idi) Hull karşısında oyunu net olarak kontrol etti. Paul Lambert'ı özel kılan ve Villa'ya dair ümitkar konuşturan onun değişime dair korkusuz tavrı, bu açıdan, Ben Arfa'nın gol attıracağı göz göre göre belli olsa da daha iyiye dair umudunuzu hiçbir zaman yitirmiyorsunuz.

Herkes fit olduğu takdirde 4-3-3 / 4-1-4-1 geçişleri üzerinden kurulan takımın mümkün olduğunca bozulmaması gerektiği ve takımın iç saha/dış saha galibiyet oranlarındaki dengesizliğin bu yapıyı bozarak değil, ancak bu yapı üzerinden gerçekleşebileceği anlayışının yerleşmesi çok daha doğru gözüküyor. Fakat şu sıra çok daha farklı şeyler oynanması da mümkün ve haklı olabilir; keza Benteke'nin sakatlığı durumunda, başka formasyonlar üzerinden daha verimli kadrolar kurulabilir.

Takımın kanat savunmasına dair bu sorunun belgelenmesi, bu yılki maçlardan görüntülerle mümkün. Ligde yenilen 6 golün 4'ünün, doğrudan kanattaki hata kaynaklı geldiği söylenebilir (Arsenal 1, Chelsea 1, Newcastle 2).

Kanatların Benteke'yi tamamlayacak şekilde ön alanda tutulması anlayışı, ofansif anlamda ciddi verim verse de (bir sonraki maddede değineceğiz) savunmada önemli sıkıntılar yaratıyor ve bir şekilde dengeye çekilmesi gerekli. Bu denge ayarının bir yönü daha önce bahsettiğimiz 4-1-4-1 / 4-3-3 geçişleri olmakla beraber, yazının ilerleyen kısımlarında pres ve daha fazla topa sahip olma gibi yan fikirlerden de söz açacağız. Görüldüğü gibi, rakip takım kenarlarda sayı fazlalığıyla ciddi bir karmaşaya yol açabiliyor ve kolaylıkla gol pozisyonuna girebiliyor. Lowton'ın nasıl pozisyon alacağını bilememesi yine bu durumun sonucu. Golün hareketli hâli, maçın özeti şurada var.
Arsenal'in attığı golde yine sağ koridor işgal edilmişti. Frikik sonrası kendini sağ kenarda Wilshere'e pres yaparken bulan Lowton alanında yoktu ve Chelsea golündeki gibi rakibe hamle için öne çıkan Vlaar'dan Rosicky kurtuldu. Bu durumda sağ koridoru idare etme görevi tek başına El Ahmadi'ye kaldı ve Gibbs'in getirdiği topta Giroud golü yaptı. Chelsea'nin golü daha basit ve daha çok Villa'nın hatası ileyken Arsenal 'spend some fucking money'e inat ilk maçtan harika bir gol ortaya çıkardı. Çizgide Lowton'dan kolaylıkla kurtulan ve çok çabuk etrafında dönerek Rosicky'i gören Wilshere, dikine çok rahat giden Rosicky, sol koridoru müthiş verimle kullanan Gibbs ve gol vuruşu öncesi bir adım öne çıkarak 2 kişiden kurtulan Giroud... Şahane bir goldü. Chelsea maçında 'hata' yapan Villa'nın aksine risk aldığı vakit bunun cezasını ödeyen bir Villa vardı, rakip çok sağlam çıktı. Villa'nın oyunu her zaman ekstrem risk içerecek, önemli olan bunları mantıklı bir şekilde minimize edebilmek. Bu arada maçın özet görüntüleri şurada, ama ben fırsatınız olursa oturup izlemenizi öneririm. 
Diğer yandan, Arsenal maçına dair baştaki ümitkar konuşmamızın en önemli nedenlerinden biri takımın 4-3-3 / 4-1-4-1 geçişlerini uygulamaktaki isteğiydi. Geçen seneki hedef maçlardan en net olarak Manchester United'da gözlediğim üzere, Villa'nın başarı getiren 4-3-3'ünü daha genel geçer bir hâle sokabilmesi bu şekilde mümkün oluyor. O maçta ön üçlü her zamanki gibi daha fazla önde bırakılmaya ve çizgi savunma yapılmaya çalışılmış, ilk yarıda 3 gol atan Manchester United maçı da bu skorla kazanmış ve şampiyonluğunu ilan etmişti. İkinci yarıdaysa kanatlar orta sahayla aynı hizaya çekildi ve oyuncuların birbirine yakın olmasıyla daha rahat hareket edebilmesi bir yana, bu şekilde orta saha oyuncuları da kontra atak organizasyonlarına dahil edilmiş oldu. Diğer türlü, orta sahada top kazanıldığı vakit rakibi hazırlıksız yakalayan ön üçlü üyelerinden birine aktarılıyorken, bu durumda kendileri topla çıkabilir hâle geliyor. Fabian Delph'in her geçen gün büyüyen ve özellikle bu tip bir oyuna yatkın tarzı sistem için yeni bir artı.
Devamı...
2) Üç forvetin varlığı
3) Oyun kurucu eksikliği
4) Kontra atağa sıkışan oyun
5) Christian Benteke
Çare: Pres!
Ayın oyuncusu: Fabian Delph.

2013/10/03

Neden Mancini?



Roberto Mancini'nin Sampdoria'daki futbolcu günlerinden itibaren yazımı sanırım şimdiden tamamlanmıştır veya yakın zamanda tamamlanacak. Fiorentina'da başkan çatışmasıyla ayrılan Terim'in yerine getirilen isim olduğundan bahsedilecek, aldığı kupalar söylenecek ama Avrupa'da başarısız olduğu da tembih edilecek. Bunların tamamının yazılması kesin olarak gerekli, fakat diğer yandan yetersiz. Çünkü gerçekten, Roberto Mancini'nin Galatasaray'a neler getirebileceğinden bahsetmiyor.

Roberto Mancini, yalnızca medyada adı geçen diğer hocalar arasından değil, kendi başına da benim için birinci tercih olabilirdi. Çünkü Fatih Terim'in gönderiliş mantığı, miras alınacak kadro ve yönetimin transfere bakışının toplamında genel bir mantık arıyorsak, Roberto Mancini bu mantığa uyan bir isim. Ne gibi özel faktörlerin rol oynayacağını, ne kadar başarılı olabileceğini tartışmak belki çok kolay değil; ancak niçin kağıt üzerinde iyi bir tercih olduğunu tartarak daha önemli konulara değinebiliriz.

Fatih Terim'in yerinin dolmayacağı duygusallığıyla elbette pek çok Galatasaray taraftarı için yetersiz bulunacak ve belki de Bielsa gibi bir isim onun yerine tercih edilir olacak. Fakat artık Fatih Terim'in olmadığı, ve onun olmadığı yerde çok başka bir yapılanmanın olacağı gerçeğinin farkına varmak ve daha çok, Fatih Terim'in mirası sonrası nasıl bir hoca profili üzerine gidilmesi gerektiği üzerinden düşünmek durumundayız. Kulüplerdeki saha içi devamlılığın en önemli etkenlerinden biri, bu geçişleri doğru şekilde yapabilmek. Yazı boyunca anlatacağım meselelerin tamamı benim açımdan bu temele dayanıyor; Aysal'ın futbol mantığı ve Terim'in mirası doğrultusunda, Terim sonrası Galatasaray için Mancini'yi yerinde bir atama olarak görüyorum.

Kadrosunun yaş ortalaması neredeyse 30'u bulacak Galatasaray'a çılgın bir taktik deha getirip bizi eğlendirmesini beklemek fazlasıyla hayalcilik. Bielsa tercihi saha içinde bu yüzden, saha dışında da korkutucu derecede asosyal bir insan olması nedeniyle taca çıkıyor. Antrenman tesislerin inşaatı yüzünden başkanla takışabilen, odasına kimseyi sokmayıp kilitli tutan bir kişiden bahsediyoruz. Neticesinde, Terim'in yerine gelecek kişi öncelikle zorunlu olarak kadronun yapısından ve sonra da yönetimin transferlerin 'kurumsal' yönüne önem veren tutumundan dolayı, belli taktik esneklikler gösterebilen ve başarı endeksli bir hoca olmalıydı Bu tanım aslında birebir Fatih Terim'i karşılıyor fakat geldiğimiz süreçte Galatasaray'ın yeni hocasının Roberto Mancini oluşu, İtalyan hocanın bu tanıma ek olarak kendinden üsttekilerle çok daha başarılı bir paralellik yakalamasıyla açıklanıyor. Nihayetinde bir İtalyan.

Para babası kulüp sahiplerinin ilk tercihleri, sanki değişmez bir kural gibi İtalyan hocalar oluyor. Chelsea'nin ilk döneminde Ranieri, Manchester City'de Mancini ve Monaco'da tekrar Ranieri gibi. Hatta Monaco'nun ilk tercihinin de Mancini olduğu, Guardian gazetesinin yaptığı özel haberle ortaya çıkmış, Mancini'nin geçen yaz Monaco'yla uzun süren görüşmeler yaptığı anlaşılmıştı. Bu liste PSG'de Ancelotti, Zenit'te Spalletti örnekleriyle de çoğaltılabilir; ancak bu son iki isim bizim vermek istediğimiz örneğe tam olarak uymuyorlar. Ranieri ve Mancini çok yüksek ihtimalle uzun vadeli isimler olarak görülmemiş, 'geçiş' hocaları olarak düşünülmüştü. Ancelotti ve Spalletti'de ise beklentiler daha uzun vadeli idi.

İtalyan hocaların futbolun 'iş' yönünde dünyada bir numara olmaları, dolayısıyla yöneticilerle yakaladıkları uyum ve başarı endeksli mentaliteleri, planlarının ilk aşaması olarak 'kupa' koyan takımlar için onları bir numaralı tercih yapmakta. Örneğin Monaco ölçeğinde bir takımın, yaptığı sükseli transferlerle bir an önce Ligue I'i kazanması gerekliyken, Ranieri'nin uzun vadedeki yeterliliği ancak bu gerçekleştikten sonra tartışılabiliyor. Saha içi, saha dışı dengesinde saha dışının bu aşamada ciddi bir baskınlığı var; ve “Futbol 'takımı'nı nasıl daha iyi yapabiliriz?”den önce “Futbol 'kulübü'nü nasıl daha iyi büyütebiliriz?” fikri öne çıkıyor. Şu an Galatasaray'ın da benzer bir durum içinde olduğu söylenebilir. Saha dışının doğrudan saha içi için çalışması için en azından bir iki sene daha geçmesi gerekli; fakat o esnada saha içindeki başarıların da sürmesi isteniyor.

Şampiyon, defansif, yıldızsever. Hangisi en doğru?

Roberto Mancini'ye dair en önemli eleştiriyse, muhtemelen çok para harcadığı yönünde olacak. Bir paragraf yukarıdaki profile uygun olarak, Inter'i 15 yılı aşkın zamandan sonra ilk kez şampiyon yapan ve bunu iki kez daha başaran, City'e iki kupa kazandıran ama bu arada çok para harcayan Mancini. Fakat Mancini'nin bunlardan önceki Fiorentina ve Lazio kariyerine bakarsak, iflasın eşiğindeki iki kulübe iki İtalya Kupası kazandırmış bir hocayla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla, Mancini'nin çok harcıyor oluşu tek başına doğru ve yeterli değil. İlk söylenmesi gereken 'ancak para harcadığında başarılı olabilen, bu yüzden Galatasaray'a uyumsuz' değil; 'kazanan' hoca, risksiz hoca Mancini olmalı.

Mancini her şartta kazanıyor. İngiltere'de çıkmış röportajlarından biri, masa tenisinde kaybetmeye tahammül edemeyen 9 yaşındaki Roberto'nun, raketi kuzeninin kafasına fırlattığıyla başlıyor. Fiorentina, Lazio, Inter, Manchester City... Çalıştığı her kulüpte en az bir kupası var ve büyük takımlardaki 'çok harcayan' yapısı ancak kazanma özelliği üzerine yerleşebilecek, çekingen oyun yapısıyla açıklanabilir. Evet, parası olan kulüplere geçen Mancini çok harcamış ve daha fazlasını istemişti; hatta Manchester City'de 'geçiş' hocası olarak kalmasının ve o eşiği geçememesinin en önemli sebebi de, İtalyan usülü taktiklerin, temposu düşük futbolun limitlerinin belli, ve daha fazlasını kazanabilmek için talep ettiklerinin fazla olmasıydı. Fakat bu meselenin “Mancini'nin çok para harcadığında başarılı olması”yla ele alınmaması gerektiğini düşünüyorum. Mancini'yi aynı anda kupa canavarı ve bir sonraki aşama için limitli bir hoca yapanın, iki önceki cümlede sözünü ettiğim karakter olduğunu söylemek çok daha doğru olabilir.

Son olarak, ve esas olarak, taktikler... Hocanın saha içindeki muhtemel etkilerine değinmek üzere başladığım bir yazı, söylenmesi gereken pek çok şeyle beraber buraya kadar uzamış oldu. Özellikle son paragrafta söylenenler Mancini'yi Catennacio savunma okulunun bir temsilcisi olarak tanıttıysa hata bende. Bu yüzden öncelikle 'il trequartista'dan başlamak en iyisi.

Coverciano tezleri

İtalya Futbol Federasyonu'nun Floransa'daki merkezi yerleşkesi Coverciano, aynı zamanda çok değerli bir kütüphaneye de ev sahipliği yapıyor. Burada, antrenörlük lisansı alan kişilerin futbol üzerine tezleri bulunuyor. Futbolculuk kariyerinde ülkenin en değerli 10 numaralarından biri olan Roberto Mancini'nin bitirme tezi de 'il trequartista' olmuş: oyun kurucu.

Trequartista Mancini.
- Tezin İtalyanca orjinali şuradan okunabilir: http://fliiby.com/file/50584/n7u6eyas84.html
- Uğur Karakullukçu'nun girişimiyle ilk kısmını İngilizce'ye çevirtmeyi başardık, o da şurada: http://www.soccertranslator.com/2013/10/part-i-of-tactical-thesis-trequartista.html
(İkinci kısım ve Uğur'un Türkçe'ye çevirisi de çok geçmeden gelecektir.)

... Oyun kurucu kullanımının bir diğer önemli yönü, bloklar arasında boşluklar bulmayla ilgili. Dar alanda becerileri yüksek olan bu oyuncular, savunma bantları arasına kolayca girip çıkabiliyorlar. Bu şekilde topu kendi takımlarında tutmaya yüksek oranda yardımcı olmaları da, oyunun akışı için de ayrıca değerli bir durum. Yalnız merkezden değil, kanatlara yanaşarak da bir şekilde boşluk bulabilir, çözümler üretebilir (daha önce, oyun kurucuların futbolun mevcut gidişatı içinde hâlâ oyunu farklılaştıran, beklenmedik işler yapan unsur olduklarından bahsediyor) ve bu alanlardan buldukları boşluklarla takım arkadaşlarını ortalar, paslarla besleyebilirler (Rui Costa'nın asistlerinin sol çaprazda yoğunlaştığına dair grafik paylaşılıyor.) Özellikle kanatlarda, asist opsiyonlarının artışından bahsedilebilir, ama bu daha çok da oyuncunun kişisel özelliklerine bağlı olarak farklılık gösteriyor. Örneğin Zauli ve Micoud, sıklıkla kenarlara yanaşmalarına karşın nadiren orta açıyorlar. Eğer alan bulamazlarsa, diyelim ki sıkı bir markaj altındalarsa, bu sefer geriye top olmaya gelirler, çünkü mümkün mertebe oyunun içinde kalmak isterler. Bu durumda dahi, top hakimiyetini sürdürme yanında ön alandaki koşucu forvetler için alanlar yaratırlar (Amerikan futbolundaki quarterback'lere benzetiyor) ve bu yüzden 1 veya 2 koşucu forvet bulundurmak avantajlı olabilir (Yazı, değişik tipteki oyun kurucuların -dribbling'i öne çıkan Zidane veya daha çok uzun pas oynayan Veron gibi- özelliklerinden bahsederek devam ediyor.)”

Il trequartista'dan bu pasaj, Manchester City'nin şampiyon olduğu sezonu ligde 6 gol, 17 asistle bitiren David Silva'nın üstlendiği rol hatırlandığında ayrı bir değer kazanıyor. Roberto Mancini'nin futbol anlayışı merkezi oyuncular kullanma ve top hakimiyeti üzerine kurulu. Bu yapı genelde 4-4-2'nin kanatlarında Silva, Nasri gibi değerli oyuncuların oyuncuların kullanımı veya 4-3-1-2, asimetrik 4-2-3-1 gibi sistemler üzerinden şekilleniyor. Nispeten yavaş gelişen ve bu anlamda garantör, paslı oyun tarzına farklılık katan Silva gibi trequartistalar ve çokça, başka bireysel yetenekler olmakta. Hâliyle, oyunu yavaş oynadığınız noktada sistemden değil bireylerden alınan verimi öne çıkarıyorsunuz ve bu anlamda, yalnız Silva değil, Toure gibi oyuncuların da artan hücum rolleri Mancini'nin City'deki dönemine dair öne çıkan notlar. Diğer yandan, City'nin fazlasıyla bu oyuncular üzerine kuruluşu, dolayısıyla 'mekanik' bir düzen oturtamaması, Mancini'nin bahsettiğimiz 'limit'ini oluşturmuştu. Silva'nın sakatlığında takım ciddi yara aldı ve yeni yıldızlar gelmediğinde Mancini'nin takımı yerinde sayar hâle geldi. Wesley Sneijder'in sağlıklı kalması hâlinde takımdaki etkisinin ciddi düzeyde artacağı günler yakın gözüküyor.

Sneijder, Amrabat ve futbolcu algısı

Wesley Sneijder'in 'formsuz'luğuna, 'top oynamama'sına değinmeden önce bir paragrafı Nordin Amrabat'a ayırmak istiyorum.

Bizdeki popüler futbol algısı fazlaca yetenek ve ön yargı üzerinden yürüyor, bu yüzden de bazı şeyleri kaçırıyoruz diye düşünüyorum. Örneğin Nordin Amrabat. Amrabat'ın limitli bir oyuncu olduğu konusunda herkes hemfikir, ama sohbet o noktada bitmekte. Geçen yıl Şampiyonlar Ligi'nde Galatasaray'ın en önemli 3-4 performansından birini ortaya koymuş ve hepsinde karakteristik servisler yapmış Amrabat'tansa bahsedilmiyor. Oyuncuların ancak belli desenler içinde verim verdiklerini unutuyoruz. Nordin Amrabat, oyun vizyonu yetersiz ve dar alanda yapabilecekleri sınırlı bir oyuncu olarak Galatasaray'ın oynadığı 4-4-2'de başarısız olmuştu. Yukarıdaki iki özelliğinden dolayı kalitesi de tartışılır bir oyuncudur. Fakat 4-2-3-1'in sol kanadında başlayan, açık alan bulan ve bu zamanlarda topu hızlıca öne taşıyan, sağa çekip açtığı ortalarla Burak'a harika ortalar kesen ve hatta Manchester United veya Napoli'ye karşı olduğu gibi çok değerli şutlar çıkarabilen bir oyuncu gerçeği de var. Ki bunu bir kez değil, hemen her seferinde yapmış durumda. Bu durumda Amrabat'ın rolüne yönelik tartışmalar yapılması gerekirken, olay 'gereksiz' oluşuyla kapatılıyor.

Eleştirilmeliler, ama çok da haklı nedenlerle eleştirilmiyorlar.

Buradan Sneijder'e gelelim. Yaz hazırlık kampında attığı gollerle yeni sezonda harika bir Sneijder olacağı beklenmişti, ama yine öyle olmadı. Peki hazırlık kampındaki ve geçen senenin son dönemi Sneijder'inin gösterdikleri neydi? Topu üçüncü alana sabırlı bir şekilde getirebilen ve bu alanda bir süre tutabilen Galatasaray hücumlarında Wesley Sneijder geçen seneden beri fark yaratıyor. Buna ceza sahasıı yay civarından attığı golleri, Real Madrid maçındaki arkaya koşuları ve golü, al verlerle üçüncü bölgedeki hareketliliğini, dikey gidişlerini ekleyebilirsiniz. Inter döneminde adeta ikinci forvet gibi oynayan, Mancini'nin tanımına uygun olarak özellikle sol kanadı sürekle çoklayan ve sürekli hareket halindeki Sneijder'den çok farklı özellikler göstermiyor. Sorun şu ki, takım kurgusu inanılmaz ölçüde bozulan ve blokları fazlaca hızlı geçmeye çalışan Galatasaray'da, Wesley Sneijder edilgenleşiyor. Burada, Ajax okulundan çıkmasına rağmen sanki yıldan yıla eski 10 numaralara evrilen tek tip Sneijder'in vasıflarına da aynı Amrabat gibi vurgu yapmamız lazım; fakat konuşulması gereken yalnızca bu kadarla kalmamalı.

Roberto Mancini'nin oyun kuruculara bakışı ve futbol tarzıyla Galatasaray hem son yıllarda mecburen artan şekilsel dengesizliğine hem de Wesley Sneijder'e çözüm üretebilir. Bana göre Fatih Terim döneminin saha içi dengesi en yüksek takımı ilk yıla aitti; sonraki yıllarda hızlı oynama düşüncesiyle top hakimiyeti ve pozisyon alış şekilleri istikrarsız hâle bürünmüştü. Mancini'nin yavaş ama sakin oyun biçimi Türkiye Ligi için handikap gibi görünse de Galatasaray bu yapıyı yüceltecek ve tam da Mancini'ye uygun, Drogba, Sneijder gibi isimlere sahip. Bu arada Drogba'nın ceza sahasında nasıl bir güç olduğunu da unutabiliyoruz. Tempoyla oynanmaya çalışılan baklava denemelerinde Drogba da zamanının çoğunu başka bölgelerde geçiriyor ve etkinlikten uzak kalıyordu. Onun dar alanda duvar olabilir özelliği; bu alanlarda vereceği kararlar; bunun yanında ceza sahasında Burak'la oluşturabileceği uyum çok değerli alternatifler yaratıyor. Galatasaray'ın bu yapıya en çok yaklaştığı maç sanırım geçen seneki Kayserispor karşılaşmasıydı; özellikle Melo'nun attığı gol Galatasaray'ın baklava dizilimi ile neler yapabileceğinin göstergesiydi. Sanırım Mancini'nin gelişiyle bu tip golleri daha sık görebiliriz.

Savunma duruşu ve Bruma

Her şey çok güzel ve Mancini topa sahip olmayı seviyor; peki kaybettikten sonra planı nedir? Topu kaybettikten sonraki savunma yerleşimi modern futbolda belki de en önemli itici güçlerden. Guardiola'nın Bayern'deki 4-1-4-1 evrimi örneğin, daha çok işin savunma kısmıyla alakalı. Mancini'ye gelindiğinde, top kaptırıldığında fazla bir şey yapmıyor ki fazlasıyla İtalyan derken kastımız biraz da buydu. Geçen sene Bayern karşısında yarı sahasından çıkamayan 3-5-2 Juventus'u hatırlayın; temposu düşük ve daha çok top hakimiyetine kurulu bir takım olarak Mancini'nin Avrupa'daki başarısızlıklarını hatırlatıyorlardı. Diğer yandan, başarabilirlerse çok etkili kontra ataklar da yapıyorlar ama Bayern gibi fazlasıyla mekanik takımlar buna pek izin vermiyorlar. Mancini takımı da topu kaptırdıktan sonra genellikle çok bariz bir strateji izlemeyip geriye çekiliyor ve tekrar kazanmayı bekliyordu ki bu bir sorun teşkil edebilir.

Bu savunma dizilimi Inter ve Manchester City'de basitçe 4-4-2 veya 4-3-1-2 olarak belirmişti ama City'de kullandığına benzer şekilde Galatasaray'da da 4-2-3-1 geçişlerini sık yapması olası gözüküyor. Genç oyunculara dair özel bir ilgisinin olmadığı biliniyor, fakat Bruma 'sadece' bir genç oyuncu değil ve bu durumda, takıma farklılık katan özelliğiyle zaman içinde yerini sağlamlaştıracağını ve 4-2-3-1 geçişlerine ön ayak olacağını düşünüyorum. Onun öncesinde, geçen senenin ilk dönemlerinde kullanılan baklava diziliminin oyun yapısına benzer bir iş çıkacağı düşüncesindeyim. Emre Çolak, Engin Baytar gibi oyuncuların daha fark yaratacak roller üstlenmeleri de beklenebilir.

Sonuç ve sonrası

Sonuç olarak, Galatasaray'ı iki sene evvelki görüntüsüne yaklaştırması muhtemel ve bu anlamda benim açımdan doğru bir tercih Mancini. Merkezi oyuncular kullanmayı seven, hatta yıldız oyuncular olmadan sisteminin farklılaştırmakta zorlanan bir isim. Bu açıdan da Galatasaray kadro yapısına uyuyor. Bu yıl büyük kaos ve bir şeyler söylemek kolay değil; Ocak transfer döneminde çıkacak bir kriz dahi olabilir. Ama her şey yolunda giderse, gelecek sene için ligi çok rahat domine edecek, taktiksel olarak stabil, daha az gol yiyen ve rahat rahat izlenecek bir Galatasaray'ın çıkacağını beklemekte hakkımız var. Türkiye Ligi, süreklilik kazanabilen, dengeli en küçük taktiksel yapıyla kazanılabilen bir lig. Malum olaylı sezonda Fenerbahçe'nin arkasında bitiren Trabzonspor, şampiyon Bursaspor ve Terim'in ilk senesindeki Galatasaray birer örnek. İki senenin sonundaysa, futbolcularıyla anlaşamayan, fazla transfer isteyen, sevimsiz Mancini de ortaya çıkabilir. Bu durumda, aynı daha önceki görevlerinde olduğu gibi 'teşekkür edilir' ve yaratılan yeni düzenle çok daha uzun vadeli bir hocaya yönelinebilir.