2009/10/25

Wigan, Birmingham City ve Sunderland

Yeni bir yazıya geçmek uygun olur diye düşündüm, Aston Villa kısmı fazla uzun olmuş şayet.

Bu aralar Jared Diamond'ın Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabına merak saldım. Tübitak yayınlarından çıkma kitap, ben 10 milyon gibi harika bi fiyata edindiğimde 19. baskıyı görmüş durumdaydı. Neden Amerikalılar Avrupa'yı keşfetmedi de Avrupalılar Amerika'yı keşfetti sorusunu soruyor, buna cevap arıyor. Erich von Daniken kafasında biri değil, böyle bir şey beklememek lazım, ilgi çekici bir kitap. Wigan takımını gördükçe, o zencilerin paket yapılıp gemilere tıkıldığı, oraya buraya yollandığı dönem geliyor aklıma, hele Scotland soyadlı, Thomas soyadlı zencileri falan duydukça. Gomez'in de ilk 11'in banko ismi olmadığını hesaba katarsak, kaleci ve Scharner dışında kadronun tamamı siyahi. Benim ilgimi çekti bu durum. (Irkçılık yok, tespit ve garipsemeden bahsediyorum sadece)

Gerisini sonra yazayım, bi anda sıkıldım. Scharner'ın takımdaki rolü acayip, bunu söylemekle yetineyim şimdilik, bir de, Hugo'ya hayranım. Kendisi, Pizarro'ca kesilen Inkalılara pek bir benziyor gibi geliyor bana ayrıca, Afrika'dan gelme zencilere hiç benzemiyor.

Bir de, bence sezon sonu sıralaması şöyle olacak.

1-Arsenal
2-Manchester United
3-Chelsea
4-Aston Villa
5-Liverpool
6-Tottenham
7-Manchester City

2009/10/24

Aston Villa, Wigan, Birmingham City ve Sunderland


Sürekli ve sürekli aynı şeyi yapıyorum ama bir kez daha kendimi tekrar edip O'Neill'ın dördüncü senesine başladığı takımın karakterinden bahsedeceğim. Bir süredir yeni bir Aston Villa yazısı girmek istiyordum, artık bugün bunu başarmak lazım.

Aston Villa az önce ligdeki dokuzuncu maçını tamamladı. 5 galibiyet alındı, 2 beraberlik ve 2 mağlubiyet var. İlk haftada Wigan'a karşı, Villa Park'ta yenildi takım ve deplasmanda Blackburn'e. Beraberlikler Manchester City ve Wolves maçlarından. 5 galibiyetten biri Villa Park'ta Chelsea karşısında, diğeri Anfield'da Liverpool, bir tane de Second City Derby galibiyeti. Ligde atılan 13 golden 9'u duran toptan. Şimdi benim bir tezim var ve şu maçları kısa kısa değerlendirerken, bu ilk paragrafa geri döneceğim, haklı çıkmaya çalışacağım.

Taaa en başından beri söylüyorum. Bu 4 yıllık yapının bir süredir sorunu kurgusal açıdan birlik ve beraberliği yakalayamamak. Aston Villa; Birmingham City gibi bir hareket eden takımlara karşı çok zorlanıyor. Buna neden olan karakteri. Takımların ne kadar iyi ne kadar kötü olduklarını belirlerken, bu karakter mevzusu ciddi sorunlar yaratabiliyor, ülkemizden Beşiktaş iyi oynadığında bile bazı kesimler tarafından beğenilmeyebilir, çünkü Beşiktaş'ın iyi oynaması demek, maçı son yarım saate taşımak demek. Bazıları bu karakteri beğenmeyebilir, çıkış noktaları da Beşiktaş'ın büyük bir takım olduğunu söylemeleri olacak. Bir karakteri yıkmak gerçekten uzun zaman alabilir, öyleyse bu karakter üzerinde oynamalar yapmak, bu karakteri daha iyi şekillendirmek benim tercihim olur. Yani şöyle ki, Aston Villa bir sonraki transfer döneminde paraya kıyıp bir oyun kurucu orta saha alsa, uzun top oyununu tamamen bırakıp günümüzün üst sistemi tek pas-hızlı pasa dönmeye çalışsa öyle sanıyorum ki netice alamaz. Belki iyi oynar, keyif verir ama netice alamayabilir. Pragmatikliği bir kenara bırakır çünkü, 1966 Dünya Kupasında Brezilya'nın düştüğü durumlara düşer. Bu yeni oyuncunun varlığı, oyunu daha iyi kontrol eden ve farklı işler bekleyeceğiniz yeni bir oyuncuya sahip Aston Villa'ya olanak sağlar ama ilk etapta bu oyuncunun görevi Petrov gibi harika, uzun veya çabuk paslar atabilmek olmalı. Arda gibi ayağında topu tutmamalı, bir yandan Sidwell gibi fazlaca düz pas yapmalı ama bir yandan da takımın fazlaca sıkıntısını çektiği, ortadan hücum etme alternatifi doğurmalı ve oyun sete sete dönerse bir seçenek sağlamalı. Aston Villa hızlı oyunda çok iyi, geçen sene en iyiydi ve halen de iyi, geçen seneki başarısını ve bu seneye taşınan galibiyetleri hızlı oyununa borçlu. Baktığında Liverpool da çok hızlı oynuyor ama bunu top taşıyan oyuncularla değil, hızlı paslarla sağlıyorlar. Ama şu var ki, Aston Villa'nın bir sorunu var ve önemli bir sorun bu. 11 kişi hareket etme olgusu bir türlü her maçta sağlanamıyor, kötü oynanan veya zor kazanılan maçlarda hep bu sorunu görürsünüz. Arsenal 8-9 kişiyle aktif hücum yapıyor mesela, bu 11 kişi hareket etme konusunda çağ atlamış bir takım. Onlar bu konuda çok iyiler, çünkü herhangi birinden farklı seçenekler sunabilen oyunculara da sahipler aynı zamanda. Bizim oyuncularımız o kadar iyi değil ama hep beraber hareket ettiğimizde harikayız. Yine bir yaratıcı orta sahamız yok, yine derinden ortalarla gol aramaktan başka vizyonumuz yok, ama harikayız, çünkü güç-hız karakterini ortaya koyabiliyoruz. Bazı takımlar belli konularda özelleşerek, kopuk bir oyun yapısıyla başarıya ulaşıyorlar, bazılarıysa dengeli bir kadro içinden beklencek ufak-tefek günlük katkılarla. Sunderland aykırı yapısıyla fark yaratıyor örneğin, ben Sunderland'i, Chelsea maçındaki Sunderland'i sevemedim. Sunderland iyi bir takım mı derseniz, işte neye göre iyi? o günden bugüne yapı çok gelişmiş ama ana hatlarını korumuştur düşüncesinden yola çıkarak, oyun yapısı tatmin etmeyebilir ama bu kötü olduğu anlamına gelmez derim. Dengeli bir kadrodan bir oyuncunun sağlayacığı farklılıkla sonuç arayan, daha az riskli takımlar da pek tabii saygıyı hak ediyor, Birmingham City gibi, Wigan Athletic gibi. Özellikle Wigan'ı çok seviyorum, bu sene özenle izlediğim takımlardan biri.

Ve Aston Villa'yla başlıyorum. Öncelikle, bu 11 kişi hareket edememe mevzusunun çözümü 4-5-1 değil. Çözüm olarak 4-5-1'i sunmak ikinci yapı üzerine, az risksiz olan üzerine bir yapı inşa etmek demek, 4-4-2'deyse, herkesin herkes adına daha fazla çalışması gerekiyor sadece, bu da efor gerektiriyor, ama neticede çok daha komple bir takım ortaya çıkıyor 4-4-2'de. En ilerideki oyuncuyu destekleyecek bir ikincinin olması ve kanat oyuncularına gereğinden çok daha fazla yüklenilmemesi, daha güzel hücumlar izletiyor bize, ve bana. Benim 4-4-2 beğenimin ilk nedeni, daha komple bir oyun sunması o halde. İkinci nedeniyse, tam faydalı olan bir üçlü orta saha yaratamamamız. Sidwell hiçbir şey yapmıyor, tamamiyle, hakkaniyetiyle, hiçbir şey yapmıyor. Hiçbir şey yapmaması; bir ikili orta saha elemanı olmasıyla, dolayısıyla görevinin oraya buraya koşup, arada ayak, arada kafa, arada dirsek uzatmasıyla ve başka bir şey yapmama zorunluluğuyla nötrleniyordu. Biz Petrov'u neden beğeniyorduk? Bu adam ayrıca çok iyi pres yapıyordu, harikalığı buradaydı, bizim iskeletimizin 3 temel parçasından biriydi. Agbonlahor-Young-Petrov. Sonra bu üçlüye James Milner da katıldı, ama Milner bu iskeleti değiştirmedi, birtakım eklemeler yaptı. Şöyle ki, geçen sene 4-4-2 veya 4-3-3 de denebilir o size kalmış, geçen seneki düzende ortada Petrov-Barry, solda Young, sağda NRC oynardı. Bizim bu 11 olarak hareket edememe problemimizi bir nebze telafi ediyordu. Şöyle ki, orta sahada bir üçüncü gibi olduğundan, bloklar arası kopukluk olsa bile topun gidiş gelişleri daha az oluyordu. Milner, Reo-coker'ın verdiği katkıyı veriyor, takımın açık ara en çok koşanı, her maç böyle, her yere koşuyor, her işi yapıyor, geriden gelip top da alıyor. Yani NRC'nin yaptığı işlerin pek çoğunu yapıyor. Bunun üzerine aktif bir hücum oyuncusu olma özelliğini kullandırıyor, bu açıdan katkı yapıyor, hücumlarda aktif olarak rol alıyor ve özellikle 4-5-1'de Gabby'nin yanına sokulan bilhassa adam olup, kat ettiği alanlar bakımında supporter gibi oynuyor. Her işi yapıyor yahu. Ama bizim yapımız Milner üzerinden dönmüyor, dediğim gibi Petrov-Young-Gabby üzerinden dönüyor, daha çok da Petrov-Gabby. Young, yüzlerce binlerce kez söylediğim gibi çok uzun zamandır çok kötü oynuyor, keskinliğini ciddi biçimde kaybetmiş durumda. Keskinliğini kaybetmek demişken neyse ki Arda Turan kafa yapısında değil, çıkıp da ben milliyetçiğim ayaklarına yatmıyor. Arda Turan'dan nefret etmiyorum belki, aslında kimseden nefret etmiyorm, nefret kıskançlığa pek yakındır çünkü, ama o adamı hakkaten hiç sevmiyorum, Emre'lik görüyorum, daha çok Belözoğlu'luk görüyorum. Galatasaraylılık ayaklarına yatmakla olmuyor, zaten şu takımın sevdalısı olma olaylarına da aşırı derecede kılım. Takıma bağlılık, takıma laf edildiğinde ayaklanmakla olmaz, seyirciyle yapay değil gerçek bir bağ kurarsın, gerekirse sahada ağlarsın Milosevic gibi, şu abiye laf ettirmem gibi söylemlerle, şunla bunla olmaz. Her neyse. Ashley Young yaklaşık 1 senedir, düzenli olarak iyi orta açamıyor, adam geçemiyor ve çokça pas hatası yapıyor. Yine daha önce söylediğim gibi, bunda açık alanlar bulamaması, oyunun eskiden olduğu kadar mecburi olarak sol kanada yıkılamaması da etkili, ama bunun dışında da çok bariz bi düşüş var Young'da. Bu yazının ilerisinde değineceğim, Young, Chelsea maçında nasıl kullanılması gerekiyorsa aynen öyle kullanıldı, güzel de oynadı, önemli işler de hakkaten yaptı, sevindirdi, ama maçın adamı olamadı, hatta yaptığı pek çok olumsuzluk vasatın biraz üstüne çekebilildi toplam performansını. Young, keskinlikten çok uzak, bir oyuncunun bir kere adam geçip, sonraki iki pozisyonda topu kanatlı hayvanlara atması hoş değil. Daha iyi bir oyuncu olması için, daha çok içeri kat etmesi, daha verimli oynaması gerek, fazlası değil, belki bir de daha iyi şutlar atmayı öğrenebilir, böyle bir özellik de edinirse gerçekten de Ronaldo'nun boşluğunu, yani bu boşluğun yarısını doldurur.

Efenim, şimdi kafama estiği gibi yazdığımdan konuyu saptırıyorum, unutup gidiyorum. Petrov'un rolünü mutlaka anlatmam gerek sizlere. Evet bizim oyun karakterimiz tamamen Petrov ve Agbonlahor üzerine dayalı. Petrov olmadığında NRC-Sidwell defansif açıdan fena olmuyorlar ama ya o pasları atabiliyorlar mı? Hayır. Bu iki oyuncunun güzelliklerini somutlaştırmak adına birer örnek veriyim. Petrov, geçen senenin bilmem kaçıncı haftası, ama sonlarda bir hafta, Macheda'nın kendini tanıttığı hafta. 4-4-2'e yeni geçilmiş bizim takımda, Manchester'ın eksiği çok, hava toplarında zorlanıyorlar, çünkü hatırladığım kadarıyla stoperde O'Shea falan oynuyor ve Manchester çok kötü ayrıca. İyi oynamıyor. Skor 1-1, ama tüm bu durumlara karşın Manchester yükleniyor, 9-10 kişiyle bizim yarı alanda. Top Ronaldo da, kafayı kaldırıyor falan filan. O arada Petrov kapıyor topu, çok az sürüyor ki en uygun an gelsin, o an gelince harika açılı bir pas atıyor Young'a, Young sürüyor, sağdan kopup gelen Agbonlahor içerde topla buluşuyor, kafayla atıp 2-1 yapıyor. Agbonlahor'un bilmem kaç maç üst üste gol atamadığı döneme denk gelir, taraftarlarca yuhalandığı dönem. Sonra düne gidelim. Yine aynı şey, Stiliyan abimiz, yine o şok preslerinden birini yapıyor, hemen Heskey'i görüyor, Heskey de çok güzel bi karar verip hemen Gabby'i, ve gol oluyor. Böyle yani, hep bu şekilde. Aston Villa'nın oyunu fiziksel özelliklere dayanıyor, uzun boylu güçlü adamlar, bol bol koşanlar vs vs. Taç atarken bile bekliyoruz, bekliyoruz ki oyuncular iki pasta boş alan bulacak dizilime yerleşsin. hep böyle, biri kafayla indiriyor, diğeri hemen tek pasla ötekini görüyor ve ötekinin önü boş oluyor. Bazısı bunu pasla yapar, biz böyle yapıyoruz. Geride beklemeyi kabul ettiğimiz maçlarda, dolayısıyla büyük maçlarda zaten harika işliyor bu karakter. Çok da iyi bir defansımız var, hele ki Collins, müthiş bir oyuncu. Benim defans oyuncusundan en çok beklediğim agresiflik desen var, dalıp gitme yok, topla münasebet iyi, topu görünce korkma yok, uzun paslar yerini iyi buluyor, o neydi lan dedirtiyor, en önemlisi, gerek Dunne gerek Collins, sadece yapmaları gerekenleri yapıyor. Güzellikleri burada. Young'ın feyz alması lazım. Rakibe baskın geldiğimiz maçlardaysa bunu uygulayamıyoruz, o açık alanları pek de bulamıyoruz çünkü. Ben bu konunun çözümü nedir, buna geçicem ama ondan önce Gabby'den de iki hayvanlık örneği veriyim. Geçen seneki Arsenal maçlarından birinde, ikisi de senenin en güzel maçları arasındadır, Gallas'a kaç yüz metreden yetiştiği bir pozisyon vardır ki, sanırsın futbolcu değil atletizmci. Bir benzerini geçen hafta Villa Park'ta gördü herkes, 70-80 arasında bi dakikada, Ashley Cole'den yine metrelerce geride Gabby, Cole de artık dışarı gidecek diye bırakıyor, ne biçim bi depara kalktıysa, gitti taç olmasını engelledi, devamı çok tehlikeli pozisyon oldu. İşte bizim hücumlar, böyle bi anda hızlanmaya dayanıyor, böyle açık alan buluyoruz ve böyle etkili oluyoruz. Bu karakterin en önemli devam ettiricileri de Petrov ve Agbonlahor.

Büyük maçlara daha bir konsantre çıkıyor takım, haliyle, insanoğlunun huyu böyle. Herkes her yere koşturuyor, çabalıyor vesaire. İşte bu tip maçlarda o bir vücut halinde hareket edememe huyumuz ortadan kalkıyor, ben bizim savunmanın orta saha kadar geldiği, hücumcuların gerilere yardım ettiği, Milner'ın ceza sahasından top çıkardığı, tüm bunlar olurken Petrov'un da ceza sahası önlerine geldiği maçları çok seviyorum, hatta daha çok. Alan daraltınca, top hep bizde oluyor zaten, böylece çok uzun top oynuyoruz, topu fazla ayağımızda tutamıyoruz fikrinin de üstü çizilmiş oluyor. Mutlaka alan daraltmamız, herkesin daha fazla şey yapması gerek ki iyi oynayalım. Evet, iyi oynayalım. Her maç iyi oynamamız gerekmeyebilir ama iyi oynamanın formülü işte bu, gerek 4-5-1'de, gerek 4-4-2'de. Petrov mesela dar alanda o kadar etkili bir oyuncu ki. Ayrıca şunu da söyliyim, her özelliği vasatın üzerinde bu adamın. Çalım da atıyor, bunu yapabiliyor kesinlikle, şut da atıyor ki, en güzel gol seçilen malum bir golü var, ama yeterince serbestliği sağlayamıyoruz bu adama. Her hücumumuz ayrı ayrı değerli olduğundan, az şut kullanıyoruz, bu serbestliği tanıyamıyoruz takımın bilhassa şut çekebilen oyuncusuna. Alan dar olunca Petrov o müthiş top çalma özelliğini gösteriyor, rakip oyuncu onun çemberinin içindeyse mutlaka alıyor topu. Fakat kopuk oynadığımız maçlarda, ki bu maçlar işte Wolves maçıdır, veya Blackburn, kimse geri koşmaz veya savunma hep geride bekler, Petrov kayboluyor ve inanılmaz yoruluyor. Kayboluyor çünkü, 30 değil de 60 metrede oynamak zorunda kalıyor mesela ve yapabileceği tek şey o alanları pozisyon bilgisiyle kapatmaya çalışma oluyor, o ölümcül müdahelelerinden yoksun kalıyoruz. Ha Sidwell için n'oluyor? Hiçbir değişiklik olmuyor, çünkü hiçbir şey yapmıyor kendileri. İşte o boş alanları kapatmaya çalışıyor Sidwell, sanki topu her alışında Curtis Davies veya Carlos Cuellar vari bir telaşa kapılıyor, basit paslar oynuyor genelde. Bir orta saha oyuncusunun minimum yapması gerekenleri yapıyor, bu açıdan, oyunu basit oynadığı ve yapması gerekeni yaptığı söylenebilir ama adam silik yahu, br şey katmıyor yani. Onun yaptığı her şeyi daha da iyi yapabilen bir NRC varken, ben anlamıyorum, sahiden ne işe yarıyor? Daha önce hiçbir şey yapmıyordu, dünkü maçta bir de anlamsız penaltıya neden oldu, iyice gözden düştü. Sidwell'in sunduğu tek seçenek uzun boyu sanırım, özellikle 4-5-1 oynadığımız dönemde Scharner vari bir görev üstlenip ceza sahasına sızar, orada kafa topu beklerdi. Dünkü maçın ikinci yarısının ilk dakikasında Young'ın bir ortası vardı, Sidwell içeri kat etti, ama çok zayıf vurdu, golü yapamadı. Genel anlamda Sidwell'i hiç beğenmiyorum.

Çözüm nedir denirse, İngiltere için yaptıklarını bizim takım için de yapabilen bir Heskey, Carew yerine düşünülürse iyi olacaktır. Ama bundan önce, bloklar arası mesafenin kısaltıldığı maçların çoğalması ve benzeri şeyler gerek. Her maçta iyi oynanması gerekmiyor, bunu sadece Aston Villa'dan değil, herhangi bir başka takımdan beklemek de haksızlık ama seviyenin aşağıda tutulan maçlarda ortaya konan karakterin değişmesi gerekiyor olabilir. Belki bu tip maçlarda, favori olup olmadığımıza dikkat etmeden daha fazla geride bekleyebilir, maçın son yarım saatine enerjiyi saklayabiliriz veyahut maçın başında bir tempo yakalanıp sonlarına doğru skor korunmaya çalışılabilir, ki bu ikinciyi yapmayı daha çok tercih ediyoruz. Bununla beraber, bazen yeni oyuncuları da izlemek istiyorum, yeni oyuncunun takıma girmesinin oyuncuda sağlayacağı motivasyon, bu tip, kolay, çekilmez ama 3 puanın alınması zorunlu olan maçların aşılmasında tetikleyici olabilir. Mesela önümüzdeki 1 hafta için de 3 ayrı maç oynanacak, üçü de deplasmanda, bunlardan biri ilk haftalardan kalma erteleme maçı diğeri de Sunderland'e karşı kupa karşılaşması. Beye'yi, mümkünse Guzan'ı ve kesinlikle Heskey'i, ayrıca Reo-coker'ı bu maçların herhangi birinde ilk 11 başlamış görmek istiyorum. Uzun vadede Petrov'u ikileyecek olan Delph olacak, sağ beki de mutlaka Luke Young alacak. Bir kanat savunma oyuncusunun, stoperden dönme olmasını hiçbir zaman sevemedim. Beklerin illa ki ofansif olarak harika olmaları gerekmiyor, ama stoperden bek yapılanlar, benim hiç hoşuma gitmiyor. Cuellar gerçekten iyi oynuyor mesela, ama o sağ tarafta olmuyor işte, yani Young varken olmuyor. Her neyse. En sevdiğim bek tipi, ne savunmasıyla ne hücumuyla, atletikliğiyle öne çıkandır. Şu ana kadarki bölümde sezonun en iyi oyuncusu Collins, sonra Milner-Dunne-Agbonlahor-Petrov geliyor. Bu dördü birbirlerine üstünlük kuramadı benim nezdimde.

Tüm bu karmaşayı düzenlemek için ikinci paragrafa dönüyorum şimdi. Tekrar edelim. İstatistik gösteriyor ki nispeten zor maçlarda galip gelmeyi bilip kolay olanlarında zorlanıyor, hatta kaybediyoruz. Kaybedilen maçlar incelendiğinde ikisinde de 4-4-2 dizilimiyle sahada olduğumuzu görüyorum, Manchester City beraberliği bir yana -ki o maçta da 4-4-2 vardı-, berabere kalınan maçta da yine 4-4-2 dizilimi karşımızda. Sorun 4-4-2 midir peki? Ben hayır diyorum. Nedenini yukarıda açıkladım, buna belki de gereksiz bir somut dayanak noktası oluşturmak gerekebilir, o halde 4-4-2 düzeninde kazanılan Chelsea maçını gösteririm. Bu durumda, bu mağlubiyetlerle dizilimin bir alakası var mı, yoksa her şeyi anlamlandırmak gerekmiyor, tesadüf de olabilir mi? Bunu biraz irdelediğimizde, 4-4-2 diziliminde ortaya konan oyunda, takımın sahaya dağılışında sorunlar yaşandığını, defans-forvet boşluğunun çoktan daha çok olduğunu, orta sahanın edilgenleştiğini görüyoruz. Ama sonra yeniden Chelsea maçına dönünce aynı dizilimin farklı şekilde sahaya aktarılışıyla şapka çıkarttığım bir futbolla karşılaşıyorum. Ve sonuç olarak, kolay maçlarda oyunu daha rölantiye oynamaya çalışmamız sırasında 4-4-2'nin sorun yarattığı, ama sorunun 4-4-2'de olmadığı sonucuna varıyorum. Buradan, sözü geçen maçlarda orta sahayı daha kalabalık tutup daha rahat oynamanın bir çözüm olacağı çıkarımında bulunuyorum ve bir diğer çıkarımım da bu tip maçlarda, tempo tutturmayıp kazanmak istediğimiz maçlarda özellikle duran toplara daha fazla konsantre olmamız gerektiği oluyor. İpleri biraz salıverdiğimizde, O'Neill'dan da genelde maç içi hamleler görmeyiz, rakip biraz iyiyse bizi yenmeyi başarıyor. Wigan ve Blackburn çok iyi takım değiller, ama bizim şartlarımızdaki takımlara karşı her zaman çok tehlikelidirler, özellikle de Wigan. Çünkü Wigan dengeli bir takımdır, bu takımı bir adım öne taşıyan da Hugo Rodallega'dır. Aykırı bir yapıları yoktur, tabi aykırı yapıdan ne anlandığı önemli ama benim anladığım, belli alanlara özel olarak yoğunlaşmaktır. Wigan pek çok maçta benzer oyunu ortaya koyar, neticeyi birtakım maç içi dinamikler, Rodallega'nın oyunu veya Rodallega'nın varlığı ve duran toplar belirler. Bu yüzden Wigan her maçı kazanamayabilir, ama bazı özel maçları kazanmaları, Chelsea'yi yenmeleri ve Aston Villa'yı yenmeleri bu karakterlerinin bir sonucudur. Martinez hakkında pek bir şey bilmiyorum ama takımını sevdiğimi söylemem gerek. Şimdi de başlıkta geçen diğer üç takıma değinme vakti...

Saat, 13.10, 25 Ekim.

2009/10/01

Devrim demişken...


Pek çok Galatasaray blogu var. Bu blogların içeriklerine ithafen bir not düşmek istiyorum.

Devrim sözcüğünün kullanmasından çok, gerçekten çok rahatsız oluyorum. Teknik direktörümüz Rijkaard değil Skibbe, yardımcısı da Neeskens değil Ümit Davala olsun, bir de meşhur kondisyonerimiz olmasın. Bu durumda devrim ağza alınmazdı. Devrim, Rijkaard-Neeskens-Roca üçlüsünün varlığından ileri geliyor o halde, doğru mudur? Bu kısma katılıyorum. Böyle bir üçlüyü barındırmak, taraftar için çok sevindiricidir, harikadir, hatta devrim diyelim tamam. Ama devrim bundan sonrasını kapsamıyor, şu kadar pas yapmışız, şu kadar hızlı yapmışız, bunlar devrim kelimesinin karşıladığı muntazamlıktan uzak. Sahadaki oyunun devrim kapsamına girmesinden rahatsızım. Teknoloji daha etkin kullanılıyor, kullanım alanları ülkemizde gittikçe daha hızlı genişliyor ve sahada olanlar bu araçları kullanarak daha da irdeleniyor, hikayeler yaratılıyor. Her maçın hikayesi varsa bazısı uzun bazısı kısa olur. Bugüne kadarkiler kısa olmalıydı, fazla abartılmamalıydı belki de, ben böyle düşünüyorum. Skibbe'nin ekibi, bu bir elemanlı küme, Rijkaard'ın sahip olduğu rahatlıkta değildi. Güvenle getirilmediğinden, çabuk gönderildi. Dört aşağıdaki yazının ilk paragrafı şöyle der.
Diyeceğim şuydu asıl, tamam istikrar çok önemli de, o zaman doğru adamı seçtiğinize inanmanız gerekiyor. Ya da aslında inanmaktan çok güvenmek gerek. Güven olduğu sürece hiçbir teknik direktör kovulmaz, ölene kadar mesleğini sürdürür. Başka kulüplere gitmez mi derseniz, gidemez, ütopik olaylardan bahsediyoruz, eğer herkes iş başı yaptırdığı teknik direktöre güvenseydi, kimse başka takıma da geçemezdi. E hepsi dolu canım! Tabi her takım çok ciddi planlı, programlı değil. Teknik direktöre herhangi bir çalışan gibi bakılınca 2 hafta sonra gönderilmesi doğal. Güven yok ki çünkü, e geleceğe yönelik bir hedefle de almıyorsunuz sonuçta. Denizlispor Erhan Altın'ı çok beğenerek aldı da hayal kırıklığına uğrayıp da mı gönderdi? Yoo. Bu olmadı, ötekini dene. E demek ki işi baştan yanlış yapmışsın. Şimdi teknik direktörler de farklı farklı tabi. Yatırım yapan takımların alacağı teknik adamlar farklı, asıl bunlarda sabır gösterilmezse saçmalık. Şimdi o yatırım yapan takımların yerine Aston Villa'yı, bunlardanın yerine de Martin O'Neill'ı koyun. Bu adama haksızlık etmeye başladığımı fark ettim.
Skibbe'nin getirilişinde heyecan ve beklenti vardı, ama güven yoktu. Her teknik adam atanışında elle tutulur bir beklenti vardır, dersin ki mesela bu adam iyi oynatmaz ama ligde tutar, Alex McLeish gibi. Bu hoca, görev hocasıdır bir nevi. Takımı teslim ettiğiniz kişi değildir. Teknik direktör mertebesinde olan kişilerden biri takımı teslim ettiğinizdir, diğeriyse bir hedefi gerçekleştirmesini beklediğiniz. David Moyes'a Everton takımı teslim edildi, şimdi baktım ki 7 yıldır kentin mavi yakasında ve bu dönemde ligden düşme tehlikesi bile yaşadı takım, hoca değişmedi. Ben Moyes'ı çok severim, en sevdiğim teknik direktördür. Komple bir teknik direktör, İngilizlerin old-school dediklerinden değil, yeni nesil bir hoca. Yeni nesil hoca deyince, olayı futbol içi unsurlarla çözmeyen (futbol içi unsur derken taktik dışında farklı yollara başvurmak, motivasyon vs. Gerçi motivasyon çok iyi ve önemlidir, uygun bir örnek olmadı ya neyse.), baktığınızda ya bunun futbolcuğu çok iyiydi demeyi aklınızdan çıkardığınız, transferleri, taknik manevraları, oyuncu yönetimi, bunların hepsinde vasatın üstünde bir insan geliyor aklıma. Everton'a hiçbir zaman ikinci takım gibi bakmadım, ama Moyes'ı çok seviyorum. Michael Skibbe'ye gelince, kendisine görev yüklenen hocanın sıkıntısını yaşadı bu bağlamda. Halbuki yapmak istedikleri, takım teslim edilen hocadan beklenecek şeylerdi. Sürekli söylendi durdu, Barcelona şu kadar gol yedi, sonra şu kadar attı, alışma dönemi hep olur, Rijkaard'la şu kadarıncı da olsak devam etmeliyiz, destek vermeliyiz vesaire. Bu güvendir, haklı bir güvendir. Benim eleştirim, Rijkaard'a güvenilmesine veya burası Rotterdam değil vari yorum yapanlara çıkışanlara değil. Ben oynanan oyunun büyütülmesini anlamıyorum, insan psikolojisine olan eğilimi arttırıcı bir etki yapıyor şu Rijkaard sonrası yazılanlar. Skibbe'nin Rijkaard'dan eksisi var, artısı var, konu bunlar değil. Sorun şu ki bu takım basbayağı Skibbe'nin bıraktığı takımdan farklı değil, ha bir de moral olarak düzelmiş halde. Şu an için böyle. Bir daha söylüyorum ki, şu an için. Şu an için benim objektif Galatasaray bloglarından beklediğim; evet, kötü oynuyoruz, ama böyleyken kazanmamız çok iyi. Bu maçta iyiye giden yönlerimiz şunlar, geriye gittiklerimiz ise şunlardı vari bir yorum. Önyargıyla bakıp yanlış algılamış olmam da olası, bu da mümkün. Ama benim algılamam şu ki takım sadece övülüyor, kazanırken de eleştiriler yapılması olabilir, ahlaklıca, abartıya kaçmadan eleştiriler yapılmıyor, sonra skor alınamayınca biraz kızıyor bu kitle. Ankaraspor maçı başlangıç olmak üzere bir düşüşümüz var, bu düşüşümüzün nedenleri de bana göre şu şu diyen yok. Başlangıç Ankaraspor maçıysa, düşüşün nedeni Elano'nun varlığıdır yorumu yapılabilir, bahsolan maçta Arda'nın solda başlayıp çok çok ve çok verimsiz olduğu düşünülürse. Daha derine gidip başka nedenler de söylenebilir. Ama bu odakta yazılar görmedim, hatırlamıyorum. Skibbe oyuncuları dinlendirmediği, takımı fiziksel olarak çok aşağıda tuttuğu için çok eleştirildi, bu açıdan büyük takım hocası değil eleştirileri aldı. Doğrudur, ki bunun gibi özellikleriyle komple bir hoca değildir, ama yeni nesildir. Rijkaard'ın Skibbe'nin bıraktığına çok önemli eklemesi fiziksel yüklemesi oldu. Galatasaray, o klasik temposuz oynayan veya 4 defans-2 orta saha-4 hücumcuyla oynayan veya teknik ama fiziksel olarak düşük, bu tiplerden herhangi birini gösteren, başaltı lig (Rusya-Ukrayna-Yunan ligi takımları vs. Şahtar gibi, Dinamo Kiev gibi) takımlarından biri olmaktan çıktı. Daha komple bir takım oldu. Buna karşın dünkü maçın son 10 dakikasında, daha geniş bakarsak son yarım saatinde fizik olarak çok düşük bir Galatasaray vardı yine. Bu paragrafın özeti ve sonucu şudur arkadaşlar. Bu bir Skibbe-Rijkaard karşılaştırması değil. Skibbe'nin aleyhine olan psikolojik etkenler Rijkaard'ın, tersine, lehine işliyor. Taraftarın takım üzerinde sorun yaratmaması, oktan bok yapmaması çok güzel ve çok önemli. Karşı yakada Fenerbahçe çok güzel skorlar almasına karşın Galatasaray'ın tam tersine sürekli eleştiri alıyor taraftar grubundan. Halbuki çok kesin çizgilerle ayrılmıyor bu iki takım. Oyuncu değişikliği hamleleri Rijkaard hamleleri, hoş hamleler, ama bir de Güiza ısrarına veya Gökhan Gönül'ün sonuçlandırdığı bilmem kaç pas sonucu atılan sezonun en güzel golüne bakalım, emin olun Galatasaray blogları şu kadar dakikada şu kadar pas yapıldı, şu ayaktan şu çıktı gibi ibarelerle bunlar üzerinde çok durur, hikayeler yapardı. Rijkaard eksenli abartılı teknik yorumları komik, burası Rotterdam değil vari olanları da çirkin buluyorum.

Hertha Berlin ve Benfica maçları, bunlar benim izlediğim dönemde en keyif aldığım Galatasaray Avrupa maçları oldu. Ligde altıncı da olsa ısrar etmemiz gerek denilen Rijkaard değil Skibbe olsa, bu sene aynı adam takımın başında olurdu. Avrupa hikayesi farklı sonuçlanır mıydı derseniz, herhalde değişen bir şey olmazdı, çünkü Bülent'in başında olduğu takım Skibbe'nin takımıydı ve oyun da o dönemden kalmaydı, sonuçta Skibbe'nin varlığıyla farklı boyut kazanacak bir şey, bir değişken yoktu. Şimdi daha büyük şeyler beklediğimiz, daha iyi bir teknik kadroya sahibiz. Rijkaard konumunda bir teknik direktörden beklenecek hamleler yapması, 3lü savunması ve şansın diğer tarafta oluşu onu memleketine geri gönderdi, ben bir kez daha o günleri anmış ve kendisine teşekkür etmiş olayım. Varsın Arda Turan Skibbe'ye saygı duymasın.

Takımın bugünkü durumuyla ilgili yazacaklarım fazla değil. Rijkaard'ı seviyoruz ve güveniyoruz, oynamadan kazanmanın sevincini yaşıyoruz. Görünen o ki ligde Fenerbahçe'den başka rakibimiz yok ve Avrupa'da güzel şeyler olabilir. Bugün okulda bi arkadaşım 'abi Rijkaard uzun süre bu takımda kalmak istiyorum demiş' dedi. Şu zamana kadarki izlenimimden bunun politik değil de içten bir söylem olduğunu sanıyorum, böyle umuyorum aynı zamanda ve belki de daha çok ikincisi. Rijkaard'ın kariyeri toparlamayı değil de, bir süre nispeten uzak bir diyarda rahatlık ve huzur, bir rehabilitasyon istediğini, 3-4 sene kadar takımda kalmak istediği sonucunu çıkardım sanki, bu zamana kadar olanlarla yorumlayarak. Neyse bu çok da önemli değil.

Üslubunu en sevdiğim Borges'tir.