2013/11/27

Prens Cortese'nin takımı Southampton

Nicola 'Machiavelli' Cortese.

11. hafta sonunda kendini Premier Lig'in 3. sırasında bulan Southampton, alışageldik mütevazi orta sıra takımlarından biri değil. Oturmuş oyun kimliği, şampiyonluk adayı ekiplerin hemen bir aşağısında olan ve bunu çok kereler kanıtlamış bir takım.

Geçen sezon Alex Ferguson'ın 'bu yıl Old Trafford'da karşılaştığımız en iyi rakip' övgüsüne nail olduklarında, büyük takımlara karşı daha iyi sonuçlar alan ve henüz tam olarak dengesini bulamamış, idealist bir takım görünümündeydiler. Artık kendilerine denk takımları da kolaylıkla yenebiliyorlar ve kalelerini gole kapama konusundaki kabiliyetlerini bir adım öteye taşıyorlar. Kaleci Begovic'in maçın ilk dakikasında attığı gol gibi saçmalıkların dahil olduğu 5 golü kalesinde gören Southampton, an itibariyle ligin en az gol yiyen takımı. Onlara normal yollarla gol atmak pek mümkün olmuyor.

Southampton önümüzdeki iki hafta sonu sırasıyla Arsenal ve Chelsea deplasmanlarına çıkacak. Liverpool'la Manchester United'dan 4 puan çıkardıklarını ve Pochettino'nun gelişiyle beraber büyük takımlara karşı galibiyet oranlarındaki belirgin artışı hesaba katarsak, izleyende merak uyandıracak değerli performanslar ortaya koyduklarını görmek sürpriz olmayacak. Bu yazı vesilesiyle, sezonun şu ana kadarki bölümünün flaş takımını daha farklı bir gözle izlemenizi sağlamayı umuyorum.

Başarının bileşenleri

Southampton'a düzülen methiyeler, haklı olarak, çoğunlukla altyapı sistemlerinin mükemmeliyeti üzerinden gelişiyor. Arsene Wenger'in ülkeye getirdiği havadan esinlenerek, 90'lı yılların sonunda Fransız hoca Georges Proust'u altyapı tekniklerini değiştirmek üzere görevlendiren Southampton, İngiliz sistemine aykırı teknik oyuncular yetiştirme başarısıyla örnek bir kulüp. Son olarak, altyapı faaliyetlerine 15 milyon pound daha harcayacaklarını duyurdular ve sözün ağırlığının farkında olarak, La Masia'yı örnek almaya çalıştıklarını belirtiyorlar. İlk önemli jenerasyondan Gareth Bale, Theo Walcott, Alex Oxlade-Chamberlain gibi dünya çapında değerler çıkardıklarını düşünürsek, yeni gelişmelerin ifade ettiği potansiyel gerçekten çok büyük.

Bu yaz 40 milyon euro bonservis bedeli ödeyebilecek kadar transfer bütçesine sahip olan kulüp, Premier Lig'in zorlu rekabet iklimine rağmen altyapıdan gelen oyunculara genç yaşta forma şansı verebilme peşinde. Geçen yıl 17 yaşındayken 30'un üzerinde maça çıkan ve ligin en potansiyelli sol beklerinden biri olarak görülen Luke Shaw bir örnek. Bu hafta milli takımda boy gösteren 25 yaşındaki takım kaptanı Adam Lallana da yine altyapı çıkışlı oyunculardan biri. Southampton'ın böyle bir organizasyon üzerinden gelişen başarısı, büyük bir kesimin ilgisini çekiyor ve takdirini kazanıyor.

"Southampton for England!"
Soldan sağa İngiliz oyuncular: Rodriguez, Shaw, Lallana, Ward-Prowse, Lambert. 
Rodriguez, Lallana ve Lambert son milli takım kadrosuna çağrıldılar, ve süre de aldılar. Yaş toplamları 40 etmeyen diğer iki oyuncuysa, A takım içinde bu potansiyeli taşıyan en değerli iki isim olarak öne çıkıyor.
Bir diğer öne çıkan konuysa, takımın oyun tarzı. Geçen yıl sürpriz bir kararla, 2 sezonda 2 lig atlatan hocasını sezon ortasında, hem de takım orta sıralardayken gönderen kulüp, La Liga'nın dibine demir atmış Espanyol'un hocası Pochettino'yla anlaşmıştı. O sıralar futboldan anlamayan bir yöneticinin işi gibi görünen Pochettino ataması, takımın bugün üçüncü sıra pozisyonunun temel taşını oluşturuyor. Marcelo Bielsa'nın takipçilerinden olan ve tiki-taka bağımlısı La Liga'da daha dikey ve presli bir oyun anlayışıyla farklı bir isim olarak öne çıkan Pochettino, ortaya koyduğu taktik zeka ve genç oyuncularla çalışmaya yatkınlığıyla Southampton'la kusursuz bir paralellik yakalamayı başardı.

Southampton, kaynakları ve bu kaynakları yönlendiren gerideki zekasıyla korkutucu derecede potansiyel içeren bir kulüp. İşte tam da burada, bu kaynakları yönlendiren zekaya dair, Pochettino'nun ortaya koyduğu saha içi akıl ve altyapı olanakları kadar göz önünde bulunmayan bir kişi daha var. Böyle olmasını, o tercih ediyor. Southampton'ın sonsuz potansiyelinin kaynağı, ligin en esrarengiz CEO'su Nicola Cortese.

Korkulan biri

Southampton blogger'ı Neil Cotton, onun için Nicola 'Machiavelli' Cortese diyor. Daha yerinde bir benzetme düşünemiyorum.

Machiavelli, sevilmenin sizin elinizde olmadığını düşünür. Hem sevilen hem korkulan biri olunamıyorsa, ki ideali budur, o hâlde korkulan biri olmanız daha hayırlıdır. Cortese'nin yaptığı da buna benzer bir şeydi. 2009 yılında, kulübü satın alan İsviçrelinin yanında getirdiği 41 yaşında bir İtalyan banker olarak, hele ki Southampton'ın sıcak aile kulübü kimliğiyle geçen başarısız yıllarını düşündüğünde, kendini sevdirmenin çok yakın bir opsiyon olmadığını o da görmüş olmalı. Bu doğrultuda elini çabuk tuttu ve her zaman, soğukkanlı şekilde, Prens'in yapması gerekeni yaptı. Bunlar arasında, kulağa garip gelen fakat her seferinde Cortese'nin sonuna kadar haklı çıktığı pek çok ilginç olay var.

Onun profesyonel idaresinden ilk kesiği yiyen, şimdinin Newcastle hocası Alan Pardew olmuştu. Yeni sahiplerin sağladığı maddi kaynağı kullanarak rekor bir ücrete takımın şu anki bayrak adamı Rickie Lambert'ı transfer eden ve son yılları büyük hayal kırıklıkları, kupasız sezonlarla geçen kulübe yıllar sonra ilk kupasını kazandıran isim olan Pardew, üstelik kazandığı bir maçtan sonra, kovulmuştu. Aynı akibeti, Pardew'un yerine gelen ve kulübü üçüncü kademeden Premier Lig'e taşıyan Nigel Adkins de yaşayacaktı. Takım hiç de o kadar kötü gitmiyordu, fakat sezon ortasında Adkins'le yollar ayrılacaktı. Benzer bir olay Pochettino'nun başına da gelirse, artık şaşırmamamız gerekebilir. Cortese, menajeri de 'aynı diğer departmanlar' gibi bir departman olarak gördüğünü ve Kıta Avrupa'sında uygulanan modellere benzer bir iş modeli getirmek istediklerini söylüyor.

Pochettino.

Bu noktada gerçekten hayranlık uyandıranıysa, Cortese'nin aldığı kararlarda sergilediği umarsız tutumu ve aynı zamanda, her seferinde çok büyük bir başarıyla haklı çıkması. Cortese sevilmeyi umarsamıyor. Yalnızca kovduğu hocalarla değil, takımın en büyük efsanesi Le Tissier'le takışmalarında da kendini taraftarın önüne atmaktan çekinmiyor. İtalyan, popülizmden veya başka şeylerden değil, birebir başarıdan ve geleceğe yönelik attığı sağlam adımlardan güç alıyor. Özellikle Adkins'i kovduğu vakitler, taraftarın şüpheleri tekrar güçlenmiş ve Cortese'nin, futbol takımlarını kendi oyuncağı yapan yabancı yönetici/sahiplerden biri olup olmadığı tartışma konusu olmuştu. Öyle gözüküyor ki, Pochettino'nun başarısı bu şüpheleri son ve kesin olarak silmiş oldu. Oldukça yakın bir dönemde yapılan taraftar anketinde, 'Sizce Cortese kalmalı mı?' sorusuna %95 evet cevabı çıkıyordu.

Southampton taraftarı zamanla Cortese'yi sevmeyi değil, fakat kabullenmeyi ve sahiplenmeyi öğrendi, denebilir. Bir zamanlar, eski değerleri temsil eden Le Tissier'nin yanında yer almak veya Cortese'nin tavırlarında haklılık aramak konuşuluyorsa; şu anda her ikisini de ayrı ayrı desteklemenin mümkün olduğu kavranmış olabilir. Cortese, aynı Southampton gibi, alışagelmedik bir karakter ve takımın bugünkü inanılmaz başarılı yapılanmasında bir numaralı etken. Cortese'nin iş başı yapmasından önce Southampton; harika bir altyapısı, büyük bir stadyumu ve sempatik seyircileri olan başarısız bir kulüpten ibaretti. Şu anda tüm İngiltere'ye model oluyorlar.

*Machiavelli'nin Prens adlı eserine ithafen.

2013/11/16

“Söylesene bize Andre, takım niye oynamıyor?”


Hayatım Futbol 103. sayıda.

"Tottenham'ın hücumdaki kısırlığı, White Hart Lane'deki homurdanmalarla daha fazla tartışılır hâle geldi. Halbuki takım maç kazanmaya devam ediyordu."

Bundan iki hafta önce, White Hart Lane'de pek de beklenmedik bir olay vuku buldu. Tottenham'ın 1-0 üstünlüğü ile biten karşılaşma, taraftarın tepkisi ve Villas-Boas'ın 'sanki deplasman takımı bizdik' karşı açıklamasıyla manşet idi. Takımın iç sahada oynadığı oyun taraftarı tatmin etmiyordu ve Hull City'e karşı oynanan maçta patlamışlardı.

Olayın neden beklenmedik olduğunu göstermek ve Tottenham'ın içinde bulunduğu garip hâli ortaya sermek için istatistikler iyi bir başlangıç olabilir. Şöyle ki, geçtiğimiz haftaya kadar zirvede bulunan Tottenham, topa sahip olma istatistiğinde ligin ikinci sırasında yer alıyor; en çok şut atıyor, en az ofsayta düşüyor ve 10 maçın yalnızca 3'ünde gol yemiş durumda. Avrupa'da gol yemeden, farklı galibiyetlerle yoluna devam ediyor ve ligde dördüncü sırada. “O hâlde, tepki neden?” diye düşünebilirsiniz. Lakin şöyle bir şey de var: Tottenham, 10 lig maçında yalnızca 9 gol atabilmiş durumda.

Taraftarın iç sahada daha keyifli ve gollü maçlar izlemek istemesi gayet olağan. Tepkilere kadar varan sabırsızlıksa, kulübün ne kadar büyük bir yol kat ettiğinin alameti olarak yorumlanabilir. Mourinho'nun Chelsea'deki 'nispeten' yavaş başlangıcına dair söylediğini, Villas-Boas ve Levy de tekrar edecek gibi gözüküyorlar: “Bu canavarı biz yarattık.”

Şu sıralar gol kısırlığıyla gündeme gelen Tottenham'ın yeni sezonunu, değişen ve büyüyen beklentilerini ele alacağız.

Elvis'i satıp Beatles'ı alan kulüp

Tottenham'ın sansasyonel transfer sezonunu en iyi anlatan söz, kulübün eski kalecilerinden Erik Thorstvedt'ten gelmişti: “Elvis'i sattık, yerine Beatles'ı aldık!”

Takımın hücumdaki kısırlığına dair eleştirilerin bir kısmı, 100 milyon euro'luk transfer harcaması üzerinden gelişiyor. Bu kadar para harcayan bir takım nasıl gol atamaz? Fakat terazinin diğer yanında, hemen hemen sadece Bale'in satışından gelen bir o kadar da gelir var ve Tottenham çok para harcayıp geçen sezonun üzerine koyan bir takımdan ziyade, pek çok açıdan yeniden yapılanan bir takım. Kulağa güzel gelmesi yanında, Beatles benzetmesi bu anlamda da yerini buluyor. Dünyanın en pahalı oyuncusu ayrıldı ve yeni sezondaki ilk 11'de en azından 4 yeni isim oynuyor. Dolayısıyla, atılacak gollerden önce alınacak skorların şu aşamada daha önemli olabileceğini ve sabrın gerektiğini savunmaya buradan, basitçe başlanabilir. Ancak yeterli değil.

Yeni transferler
Soldan sağa: Paulinho, Eriksen, Soldado, Chadli, Capoue, Chiricheş, Lamela.
Toplam bonservis: 121,875,000 €
Yaş ortalaması: 24,3

Esas mesele şu ki, Tottenham bu sezon gerçekten Villas-Boas'ın takımı gibi gözükmeye başladı. Geçtiğimiz sezonki 8 yeni transfer ve ayrılanlara rağmen, kadro büyük ölçüde Redknapp'dan kalmaydı. Bu sezon geri kalanlar da ayrıldı ve 7 tane çok değerli yeni isim katıldı. Artık takımın oyun tarzına da belirgin prensipler hakim olmaya başladı.

Orantısız idealizm

Bir önceki sezonu 72 puanla bitiren Tottenham, kulübün Premier Lig puan rekoruna imza atmış ve Villas-Boas da rüştünü ispat etmeyi başarmıştı. Adaya ilk ayak bastığında özel insan Mourinho'nun varisi olarak gösterilen ve çocukluğuna kadar gidilerek 'özel'lik alametleri sıralanan Portekizli hoca; Chelsea'de prensiplerinden vazgeçmeyen, oyunculara inemeyen dahi hoca profili sunduktan sonra şüpheyle bakılan bir figür hâline gelmişti. Daha önce hiçbir takımı iki sezon üst üste çalıştırmayan 36 yaşındaki hoca, Chelsea'deki deneyiminin ardından çok daha esnek bir yöntem izledi ve Tottenham'ın rekor puanla biten sezonunun karakteri bu oldu. Takım Redknapp'tan farklı olarak daha Avrupai bir futbol oynamaya başlamış ve Villas-Boas bu anlamda imzasını atmayı başarmıştı; fakat sezon içinde 4-4-2'ye de geçtiler, sağ kanatta sağ ayaklı oyuncu da oynattılar, maçların 60. dakikasından sonra Huddlestone'u oyuna sokarak 4-3-3'e de geçtiler ve en kritik olarak Gareth Bale'den merkez oyuncusu da yaptılar. Villas-Boas, prensipleri üzerinden başarı getirmeyi bir süreliğine erteleyip dehasını ortaya koyan çözümler üretmeye girişmiş ve çok başarılı olmuştu.

Bu sezon farklı. Chelsea'deki dönemini hatırlatırcasına, orantısız idealizmle oynuyorlar. Bol gollü, agresif, eğlenceli bir futbol tarzını benimsemekten ziyade, zihni methodik işleyen Villas-Boas, esas olarak oyunu kontrol etmekle ve oyuncuların pozisyonel yerleşimleriyle ilgileniyor. Top hakimiyetinin, 'kontrol'ün en önemli bileşeni olduğu sezgisel olarak anlaşılabilir fakat oyuncuların saha içindeki yayılışına gösterilen hassasiyetin niçin önemli olduğunu kavramak, sanırım biraz daha karmaşık. Topsuz değil, toplu oyunda da oyuncuların belli alanların dışına çıkmadan oynaması, zorunlu olarak birbirini takip edecek savunmadan hücuma ve hücumdan savunmaya geçişlerde oldukça önemli.

Bu sezon 1-0 kaybettikleri Arsenal karşısında Spurs'un ileride kurulan savunması ve sahada yerleşimi.

Yakın zamandan somut bir örnek olarak, Barcelona'daki sol kanat günlerinden bahseden Fabregas'a kulak verebiliriz. Geçtiğimiz günlerde Guardian'a verdiği röportajda, 'kendisini Arsenal'deki gibi oynatmak istediğini' söyleyen ve daha 'anarşik' bir oyun anlayışı olan Tata Martino'nun bu sezonki formunda belirleyici etkisine vurgu yapıyordu. “Geçen sene sistemi bozan isim olmaktan çok korkuyordum ve kafamdan şuna benzer şeyler geçiyordu: 'Eğer oraya hareketlenecek olursam ve o anda topu kaybedersek, benim alanım boş kalacak ve bu durumda hiç de eğlenceli şeyler olmayabilir!' Şimdi hocadan aldığım onayla, boşluklar gördüğüm vakit o noktalara koşular yapabiliyorum.”

Bu anlamda Tata Martino ve Pep Guardiola'yla benzer fikirleri paylaşan ve oyun anlayışını 'pozisyonel' bazda kuran Villas-Boas'ın takımı, serbest akışkan Arsenal'den farklı ve çok daha belli kurallar dahilinde hareket ediyor. Bu yapı içinde yücelen Gareth Bale bir yana; Tottenham taraftarı sol kanatta sağ ayaklı ve sağ kanatta sol ayaklı oyuncuları görmekten bıkmış durumdalar ve bunun hiçbir vakit değişmemesi nedeniyle tepkilerini belirtiyorlar. Sezonun yıldızı sağ kanat oyuncusu Townsend, merkeze kat edip sol ayağıyla şut denediği 60 dakikadan sonra, bir 30 dakika daha bunu yapmaya devam ediyor. Tottenham, rakibe göre esneklik göstermeye hemen hemen hiç gitmiyor ve maç içindeki oyuncu değişiklikleri, farklılaştırıcı yönde olmuyor. Görev alan herkes de ancak belli 'pozisyonel' desenler içinde görevlerini yapıyorlar ve hücumun keskinleşmediği durumda, bu durum yaratıcılığı kısıtlayıcı bir etken hâline dönüşebiliyor.

Andros Townsend, artık İngiltere milli takımının da göz bebeği.

Villas-Boas'ın çözümüyse, geçen sezonki gibi pragmatik önlemler yerine, bu yapı içinde oyuncuların ilişkilerini geliştirmek olacak. Paulinho'nun ceza sahasına koşuları keskinleşecek, sol bek Rose'un iyileşmesiyle Sigurdsson'un içeri kaçışları daha fazla anlam kazanacak ve Eriksen'in de varlığıyla Soldado daha iyi servis alacak. Yine de sonuç olarak Arsenal'den farklı bir şey olacaklar. Villas-Boas penceresinden bakıldığında, başka türlü düşünülmesi söz konusu olamaz. Artık gerekli materyallere sahip takımda, bu kısır oyunun uzun vadede daha iyiye geliştirilmesinin tartışılmaz tek fikir olarak görülmesi kendi içinde kesinlikle haklı. Fakat şu ana kadar 4 golünün 3'ünü penaltıdan atmış Roberto Soldado gerçeğiyle karşı karşıyalar ve ligin en az ofsayta düşen takımı olmaları da ne kadar berbat bir servis verdiklerini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Sonuç: Tottenham daha iyi

Neresinden bakarsanız bakın, Tottenham geçen seneden çok daha iyi bir takım. Geçen yıl bu dönemlerde daha az puan toplamışlardı ve oyunları aynı ölçüde olgunluk göstermiyordu. Daha da önemlisi, geçen yıl başarıyla uygulamayı beceremedikleri ve bu yüzden ancak dönem dönem kullandıkları pek çok stratejiyi bu yıl alışkanlık hâline getirmeyi başardılar. Öne çıkan çizgi savunma örneğin. Geçen yılki Arsenal maçında savunmayı öne çıkarmak isterken öyle fahiş boşluklar vermişlerdi ki, televizyonda maçın analizini yapan Gary Neville, 'hobi olarak yapsınlar.' demeye kadar getirmek üzereydi. Bu yılsa, aynı diğer pek çok şey gibi, maç seçmeksizin ve düzgün bir şekilde uygulamayı başarıyorlar. Gol yemeyen savunmanın ve top hakimiyetinin sürdürülebilirliğinin en önemli bileşeni, başarıyla uygulanan bu yapı oluyor. Süpürücü kaleci Lloris, top tekniği üst seviyede savunma oyuncuları Vertonghen, Chiricheş ve kapayıcılar Sandro, Capoue ile hemen hemen hiç hata yapmaz hâle geldiler. Tüm bunları olanaklı kılansa, özenle seçilen transferler ve ortaya çıkan yeni, derin, alternatifli oyuncu grubu oldu.

Bu sezon ligdeki ilk iç saha maçı, Swansea karşısında Tottenham'ın sahaya yayılışı. Maçı 1-0 kazandılar.

Hücumdaki sorunların önemli bir kısmı, zaman içinde, daha önceki paragraflarda kısa kısa açıklandığı şekliyle çözülebilir duruyor. Henüz bahsetmedik, Erik Lamela gibi bir oyuncu henüz takıma dahi girememiş durumda. Yalnız, derinde oyun kuracak birinin eksikliği sadece kısa vadede değil uzun vadede de önemli sorunlar, kısırlıklar yaratabilir. Bunun ne denli önemli olabileceğini de sezon sonunda daha net konuşabilir hâle geleceğiz.

Terrace değil, vario sitze


Hayatım Futbol 103. sayıda.

"İngiltere'de ayakta maç izleme alanlarının geri getirilmesi için Bundesliga modeli öneriliyor. Alman güvencesi, Hillsborough'yu yeniden yaşamamak ve kabul edilebilir fiyatlarla maç izlemek için en önemli fırsat olabilir."

Borussia Dortmund'un 2012/13 sezonunda zirveye çıkışı, özellikle İngilizce konuşulan dünyada büyük bir heyecanla karşılanmıştı. Çeyrek finale takım gönderemeyip dibi gören İngilizler, gazetelerinde Alman takımlarına her geçen gün büyüyen övgüler diziyor ve gegenpressing en az tiki-taka kadar günlük konuşma dilen giren bir terim oluyordu. Sanki, İngiltere'ye dair kötü giden her şeyden bahsederken, karşı örnek olarak Almanya'yı vermek bir kural hâline gelmiş idi.

Övgülerin önemli bir kısmı da taraftar kültürüyle ilgilendi. En yüksek doluluk oranlarına sahip Bundesliga stadlarından söz açıldığında, 170 euroluk Dortmund kombinesine değinmemek mümkün olmuyordu. Hâl buyken, ülke futbolunun en değerli öğelerinden 'teras' geleneğini modernize ederek geri getirme olanağını yıllardır arayan kesim, rotasını yine Bundesliga'ya çevirecekti.

Peki neydi bu teras geleneği?

Hillsborough olayı

Anglosakson spor kültüründe koltukların olmadığı, seyirin ayakta yapıldığı ve geleneksel olarak en tutkulu tribünler 'teras' olarak bilinirler. 1989'daki Hillsborough faciasıyla futbol stadyumlarından kaldırıldılar.

İngiltere futbol tarihine geçen trajik olay, Liverpool taraftarı 96 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanmıştı. Kontrolsüzce açılan kapılar kale arkası tribününde izdihama neden oldu ve o gün maça giden 96 kişi bir daha eve dönemediler. Hillsborough, akabinde alınan kararlarla bir milat olmuştu. Tabloid gazete The Sun'ın spekülatif haberciliği ile dönemin başbakanı Thatcher'ın futbol taraftarlığını suçlayıcı tutumu birleşince, İngiltere'de tribün kültürü dramatik bir karalama kampanyasına hedef olacak ve tepeden gelen kararlarla ciddi bir değişime tabi tutulacaktı. Adalet bakanı Taylor'ın raporu yolu açtı ve ilk iki kademedeki takımlara tamamı koltuklu stadlarda maç oynama zorunluluğu getirildi.

Aston Villa'nın Holte End tribünleri.

Cüzi bilet fiyatlarıyla toplumun her kesimine, iç içe, başka bir atmosferde futbol izleme imkanı sunan teraslar; Liverpool'da Kop ve Aston Villa'da Holte End gibi farklı adlarla anılacak kadar tribün üstü önem arz etmiş ve işçi sınıfının sporu olarak bilinen futbolun bu anlamdaki en önemli elementlerinden biri olmuştu. Fakat Taylor Raporu'nu takiben Premier Lig'in kurulması, gelirlerin akıl almaz boyutlara ulaşması ve yabancı sahiplerin ortaya çıkmasıyla devam eden süreç, İngiliz futbol atmosferinin suni ve eski 'ulaşılabilirliğinden' uzak bir yapıya bürünmesine tanıklık edecekti. İngiltere'nin en değerli futbol ekonomisi yazarlarından David Conn'un işaret ettiği üzere, gençliği 80'lerde geçmiş biri için Manchester City maçlarına gitmek çok kolay ve aynı zamanda çok özeldi. 2006/07 Premier Lig taraftar anketiyse, stattaki seyircilerin %74'ünün ilk iki sosyal sınıftan geldiği ve bu kişilerin yaş ortalamasının 42 olduğu sonucuna varıyordu.

Gençler artık maça gelemiyor. 80'lerde Middlesbrough tribünü.

Gary Neville de bu haftaki 'Gelecek nesil tehlike altında' başlıklı yazısında konuya değindi. Kendi gençlik çağından örnekler verirken, yükselen bilet fiyatlarıyla genç taraftarların dışlanmasından ve aslında futbol kulüplerinin de zarar görmesinden bahsediyordu. Kulübe tutkuyla bağlı olan ve takımı öne taşıyan atmosferi oluşturan genç taraftarlardı. Aynı yazıda, şu istatistikler paylaşıldı:

2011-12'de maça gelen taraftarın yaş ortalaması: 41 ('06/07'den bu yana değişmemiş.)
Premier Lig'in ilk sezonunda 16-20 yaş arası seyircilerin oranı: %17
2006/07 sezonunda 16-24 yaş arası seyircilerin oranı: %9
1983'te (Neville'ın dönemi) 16 yaş altı seyircilerin oranı: %22
Şu anda 16 yaş altı seyircilerin oranı: %9

FSF'in kampanyası

Futbol Taraftarları Federasyonu (FSF), ayakta izleme yapılabilen tribünlerin güvenli izleme alanları (safe standing areas) adıyla geri gelmesi için 2002'den bu yana resmi kampanyalar yürütüyor. Bunlar arasından 2009'da başlayan en sonuncusu Safe Standing ise halihazırda uygulanmış ve güven veren teknik altyapısıyla en çok ilgi toplayan, gerçekten umut veren bir proje olarak öne çıkmakta. Bu projenin temel argümanı olarak sunulan 'vario sitze' tribünleri, (ya da İngilizlerin bildiği şekliyle 'rail seats') Bundesliga'da yaklaşık 10 senedir kullanılıyor ve gerek bu anlamda gerekse mevcut Alman sempatizanlığıyla ciddi bir güven teşkil ediyor. Kampanyaya resmi yoldan destek veren İngiliz kulüplerinin her geçen gün artışı bir yana, bu fikrin hiç değilse kamuoyunda daha fazla tartışılır hâle gelmesi için yoğun çaba sürüyor.

“Avrupa'dan yükselen ve artık Birleşik Krallık'a ulaşan yeni hareketi biz de hissediyoruz. Bu enerji ve gençliği en güvenli şekilde entegre edebilme yöntemiyse güvenli ayakta izleme alanları (safe standing) oluşturmaktan geçiyor. Avrupa'da uygulanan sistemler son derece güvenli; bunları Celtic Park'ta da görebilmenin yollarını araştırıyoruz.” 
Celtic CEO'su Peter Lawwell 

Yakın zamandan iki yeni gelişme, bu satırların yazılmasına ön ayak oldular. İskoçya'daki kuralların esnekliğini kullanmak isteyen Celtic, geçen ay yaptığı açıklamayla konuyu ciddi şekilde önemsediğini gösterirken; iki hafta evvel de bundan daha düşük ölçekte benzer bir beyan Manchester United'dan geldi. Önemle vurgulanmalı ki, bu ölçekteki kulüpler hükümet erkanı ve futbol otoritelerini ikna edebilme noktasında çok değerli roller üstlenebilirler. Bu iki kulüp yanında, Arsenal, Tottenham, Manchester City gibileri de 'fikre açık' olduklarını belirtiyorlar. Aston Villa, Cardiff, Crystal Palace, Hull, Sunderland ve Swansea'nin oluşturduğu 6 Premier Lig kulübü ise kampanyaya resmi olarak destek veriyor.

Neden Safe Standing?

FSF'in yayınladığı 5 maddelik bildiride, Safe Standing'in arkasındaki nedenler şu şekilde izah ediliyor:
  1. Popüler destek: 2012 FSF Ulusal Anketi, 10 seyirciden 9'unun oturmakla ayakta durmak arasında seçim yapabilmek istediğini gösteriyor.
  2. Seçim: Her hafta binlerce taraftar, oturma alanlarında ayağa kalkarak maç izliyor. Maç sırasında sürekli ayağa kalkanların yeni tribünlere geçmesiyle bu sorun büyük ölçüde ortadan kalkacak.
  3. Güvenlik: Yeni tribünler hükümetin onayı ve güvencesiyle hayata geçebilir; öngörüldüğü şekilde tehlike arz etmiyorlar.
  4. Esneklik: UEFA'nın düzenlediği turnuvaların, tamamı koltuklu stadlarda oynanması zorunluluğu bulunuyor. 'Safe standing' tribünlerin aynı zamanda açılıp kapanabilen portatif koltuklar içermesi, Avrupa maçlarında sorunlarla karşılaşılmasının önüne geçiyor.
  5. Bilet fiyatları: Ayakta izleme alanlarında maç izlemek çok daha ucuz olacak. Böylece stadyumlar daha geniş bir sosyal kesime açık hâle gelecek.
İngiltere'nin örnek aldığı Almanya'da, ve aslında Avusturya ve İsveç gibi Avrupa'nın başka yerlerinde de, raylı tribünler kullanılıyor. Almanların vario sitze (vario seats) olarak adlandırdığı bu yapılara İngilizler de rail seats diyorlar. Korkuluk bulundurmayan ve bu yönüyle arbedeye açık kapı bırakan İngiliz terasların aksine, raylı tribünlerde ön ile arkayı ayıran bir tutunma alanı, korkuluk bulunuyor. Ama yalnız bu değil. Raylı tribünler açılıp kapanabilen koltuklar içeriyor ve ihtiyaca göre kolaylıkla koltuklu tribünlere çevrilebiliyor. Aynı Premier Lig gibi UEFA'nın da 'tamamı koltuklu' stat zorunluluğu var ve bu ikileme uygun olarak geliştirilen Alman tribünlerinin koltukları, Avrupa'daki maçlarda 'açılıyor'. Kendi liglerindeki maçlarda ise 'kapanıyorlar'. Görüldüğü üzere, içinde çok fazla esneklik bulunduran raylı tribünler, tercihe göre tek veya iki sıralık olarak da ayarlanabiliyor. İkinci grafikte, oluşturulan tümsekle iki sıralık tribünün oluşturulduğunu ve üçüncü resimde de Avrupa maçları için koltukların açıldığı anlatılıyor. 

Ayakta oturma alanları için dahiyane çözümler oluşturan Alman kulüplerinin tamamı raylı sistem kullanmıyor; Hoffenheim gibi farklı teknolojiler kullananlar da var fakat önemli bir çoğunluğu, 18 takımdan 8'i, raylı sistemleri tercih ediyor. Bu 8 takım arasında Dortmund ve Leverkusen gibi şu anda Bayern Münih'in en büyük takipçisi konumundaki iki ekip de var. Son olarak, Alman tribünleri örneklemesinin güncel değil 2011'e ve hatta belki daha eskilere de gittiğini belirtmemiz gerekir. Fakat son dönemde Bundesliga'nın yükselişi ve Safe Standing kampanyasının nispeten hızlanışına takiben çok daha fazla öne çıkıyorlar. 

Son: Hillsborough'nun bugünü

Ayakta izlemenin geri dönmesine dair yapılan sohbetlerde 'teras' sözünden titizlikle kaçınıldığını belirtmeliyiz. Kimse eski usül terasların geri dönmesini istemiyor. Teraslar Hillsborough'dan önce de çok kereler izdihama ve ölümlere neden oldular. Bu yüzden ve de gerekli Hillsborough hassasiyeti yüzünden 'teras' sözünün kullanılmamasına özen gösterilmekte. Lakin şöyle bir durum var. Ayakta izleme alanlarının geri dönmesi, Hillsborough ile futbol ortamlarından haksızca dışlanan kesimin geç de olsa haklarının geri kazanması şeklinde de okunabilir.

80'lerde doruk noktasına çıkan holiganizm, hükümet ve medyanın ortak çabasıyla teras kültürüne indirgendiğinde, terasta maç izleyen insanların tamamına 'suçlu' damgası yapıştırılmış ve bu insanlar akıl almaz çirkinliklere alet edilmişlerdi. The Sun, Hillsborough'un ertesi günü 'Gerçek!' manşetiyle çıktığında, can verenlerin cüzdanlarını yağmalayan ve tribünde idrarını yapan Liverpool taraftarları olduğunu iddia ediyordu. Olayın üzerinden 23 sene sonra geçtikten sonra, geçen yıl yapılan 'Hillsborough Bağımsız Paneli'nde bu suçlamaların ne kadar haksız olduğu ortaya çıktı ve her ne kadar yeterli olmasa da, başbakan Cameron, Hillsborough'un mağdur ailelerinden özür dilemek zorunda kaldı.

Meselenin diğer tarafında, yani ayakta izlemenin tehlike ve holiganlıkla eş anlamlı gitttiği mitinin yıkılması doğrultusunda, safe standing'e büyük iş düşüyor.

*FSF Safe Standing Projesi hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için http://www.fsf.org.uk/campaigns/safe-standing/ adresini ziyaret edebilirsiniz.