2013/12/30

Alternatif San Marino hikayesi: Marco Macina


Hayatım Futbol 110. sayıda.

"San Marino ve futbol deyince akla kötü şakalardan başka bir şey gelmiyor. Marco Macina'nın hikayesiyse biraz bunlardan farklı."

Marco Macina bir süredir San Marino'da bir turizm ofisinde çalışıyor. Futbol dünyasından izole olmak için en doğru yerde, bir zamanlar hayal edilenden bambaşka bir hayat yaşıyor. Macina, Serie A'da boy göstermeyi başarmış iki San Marinoludan biri. Bu mütevazı ülkenin gördüğü en kusursuz yetenek. 24 yaşında kramponlarını asmasa, kim bilir, belki San Marino futbolu dahi farklı bir hüviyete bürünebilirdi.

“16-20 yaşlarındayken Mario'dan daha fazla çılgınlık yaptığıma eminim. Belki insanlardan daha iyi saklanıyorduk ya da daha akıllıydık, bilemiyorum.” diyordu Roberto Mancini. Mario Balotelli'yle olan ilişkisinde, kendi gençliğinden örnekler veriyordu. “Ama” diyordu, “Mario'ya benzeyenler arasında, bir kişiyi, Marco Macina'yı, kesinlikle ayrı tutmam gerekir.” Onu, gördüğü en klas futbolcu olarak tanımlıyordu.

İkilinin tanışıklıkları çok eskiye, Bologna günlerine dayanıyor. Burada, henüz 14 yaşındayken yolları kesişen Macina ve Mancini, çok geçmeden genç takım Allievi'ye yükselecek ve kazanmadık maç bırakmayan takımın sihirli gol ayaklarını oluşturacaklardı. Onları Bologna'nın Brezilyalıları olarak çağırıyorlardı. Takım kaptanı Mancini, pas becerisi ve oyun vizyonuyla sivrilen saf bir oyun kurucuydu. Macina'ysa ele avuca sığmayan, istediğinde her rakibi çalımlayabilen bir kanat oyuncusu. 16 yaşına geldiklerinde, artık Bologna'nın A takımında oynuyorlardı.

Bologna'nın şampiyon çocukları. Alt sıra, soldan dördüncüyü tanıdınız mı?

Bologna'nın tarihinde ilk kez küme düştüğü 1981-82 sezonu, çok farklı seyredecek iki kariyerin de başlangıcıydı. Takımdaki forvet oyuncularının yokluğunda süre bulmaya başlayan 17 yaşındaki Mancini, gün geçtikçe yerini sağlamlaştıracak ve 9 gol attığı sezonda takımın en golcü oyuncusu olacaktı. Son maçta kendi sahasında kaybederek dramatik bir şekilde küme düşen Bologna, para eden oyuncularını elinden çıkarma yoluna gidiyor ve Mancini 15 senesini geçireceği Sampdoria'nun yolunu tutuyordu. Daha sönük bir sezon geçiren Macina ise sonraki iki sezonu diğer Serie B takımlarında geçirecekti.

Macina, ters giden kariyerinden söz açıldığında, 'şanssızlık' diyor. “Futbol kariyerimin en önemli anlarında sürekli şanssızlıklarla karşılaştım.” Kendi hatalarının olduğunun farkında, fakat olayların yansıtılmasında medyanın abartmasının da bir o kadar payı olduğunu düşünüyor. Erken ulaşılan ünün elbet kaçınılmaz sonuçları oluyor. Çok da haksız sayılmayabilir.

Artık 21 yaşına gelen Macina, kiralık ve gölgede geçen iki seneye karşın hâlâ el üstünde tutulan bir yetenekti. Milan'ın hocası Nils Liedholm tarafından isteniyordu. 1985 yılıydı ve belki de Milan'a transfer olmak için seçebileceği en talihsiz sezondu. Öyle ki, 1980'de karıştığı şike skandalından sonra iki lig arası git gellerle sarsılan Milan, Macina'nın transfer olduğu sene yepyeni bir döneme giriyordu. 1986 yılının Mart ayında, Silvio Berlusconi adlı bir girişimci Milan'ı satın alacaktı. Önünde Paolo Rossi, Pietro Paolo Virdis gibi forvetlerin olduğu, Berlusconi'yle beraber yeni bir harcama dönemine girmeye hazırlanan Milan'da, Macina gibi bir gencin filizlenmesi hiç de kolay olmadı. O yıl yalnızca 5 maçta oynayabildi.

Bologna'daki oda arkadaşı Roberto Mancini içinse işler bir hayli yolunda gitmişti. Başkan Paolo Mantovani'nin yarattığı aile havası içinde yönetilen Sampdoria, şaşaalı Milan'dan farklı bir kulüptü. Mancini, gençliğindeki hırçınlıklarını törpülemek bir yana dursun, Sampdoria organizasyonu içinde başlı başına kült bir karakter hâline geliyordu. O günleri anan Macina, “belki benim de Mantovani gibi bir baba figürüne ihtiyacım vardı.” diyecekti.

Marco Macina Milan'da.
Bir fikre göre, Serie A'nın en rekabetçi olduğu zamanda Sampdoria'yla şampiyonluk yaşayan Mancini, çok daha yükseklere çıkabilir; daha önemlisi, daha başka bir futbolcu olarak anılabilirdi. Allievi'de 37 gol atan oyun kurucu, Bologna A takımına yükseldiğinde bir forvete dönüştürülmeye çalışılmış ve bu dayatma, bir türlü peşini bırakmamıştı. Bologna'dan hocası Tarcisio Burgnich, elindeki forvet oyuncularının yetersizliğinden dolayı bu yola gittiğini söylerken, kariyeri boyunca orta saha olarak oynatılsa yeni bir Michel Platini olabileceğinden bahsediyordu. Mancini daha sonraları antrenörlük tezi olarak 'il trequartista', yani oyun kurucuyu yazacaktı.

Ertesi sene Gullit, van Basten gibi yıldızları transfer eden ve Arrigo Sacchi'yle futbol tarihini baştan yazmaya hazırlanan Milan'da Marco Macina'ya yer yoktu. Alt lig kulüplerinden Reggiana'ya kiralanacaktı. Bir sonraki sezon gittiği Ancona'ysa futbol kariyerinin son kulübü oldu. Çok ciddi bir diz sakatlığı geçirdiği o sene, sadece 5 maç oynayabilecekti. Daha kötüsü, Milan'daki kontratının son senesiydi. Futbola bir sene ara vermeye karar veren Macina, San Marino milli takımındaki birkaç maç hariç, bir daha geri dönemedi. Bazı güzel sözler işitse de onu gerçekten isteyen bir kulüp yoktu.

Roberto (Mancini) ve ben, Bologna'da en iyi yıllarımızı geçirdik. O anılar hiçbir zaman unutulmayacak.”

2013/12/22

Popescu'dan sonra: Vlad Chiricheş


Hayatım Futbol 108. sayıda.

"FourFourTwo İngiltere'nin 'Bu maçtan ne öğrendik?' köşesinin son konuğu Vlad Chiricheş'ti. Rumen savunma oyuncusu, Lamela, Eriksen, Paulinho gibi transferlerin önünde, takımın en iyi yaz transferi olarak tanımlanıyordu."

Futbolun taktiksel evriminin bu noktasında yoğun talep gören, yeni nesil sofistike stoperler açısından vasat bir sezon oluyor. Hiç değilse Premier Lig açısından durum bu.

Ayağı iyi top yapan, risk almayı seven, önde kurulan savunmalarda hızıyla fark yaratan; savunma sanatında doruk noktaya ulaşan İtalyan okulundan biraz daha farklı şekillerde mükemelliği arayan o oyuncu grubundan bahsediyorum. Bu sezon ortalarda yoklar. Her hâliyle ligin en eksantrik savunmacısı olan David Luiz kesiği yerken John Terry ikinci baharını yaşıyor. Bir zamanlar 'en iyilerden olacak' denen Dejan Lovren tekrardan herkesin birbirine fısıldadığı futbolcu ve Per Mertesacker, ya da Arsenal taraftarının söylediği şekliyle 'Big Fucking German', ligin kült karakterlerinden biri durumunda. Üç oyuncuda da akla ilk gelen zayıflık, yavaşlıkları oluyor ve pek çok durumda, bildiğimiz klasik savunma oyuncularını anımsatıyorlar. Şu hâlde, henüz bu isimler kadar öne çıkmayan ama ligin bir diğer göz kamaştıran stoperi Vlad Chiricheş önemli bir istisna teşkil ediyor.

Arkaya atılan toplarda rakip forvetlere son hamle şansı tanımayan, riskli müdahalelerden kaçınmayan, topla bir anda hızlanarak çok rahat adam eksilten Vlad Chiricheş ilk izlendiğinde sanki o savruk, her an hata yapacakmış gibi duran stoperlerden biri gibi duruyor. Aslında pek öyle değil. Chiricheş tüm bunları hayranlık veren bir kusursuzlukla, aksatmadan yaptığından, sonraki izleyişlerde hareketlerinde bir zarafet aramaktan kendinizi alamıyorsunuz. Bu oyun tarzına sahip oyunculardan bekleyeceğiniz aşırılıklar, konsantrasyon ve disiplin sorunları da konu Chiricheş olduğunda gündeme gelen eleştirilerden değil. Bilakis tam tersi bir profil söz konusu. Bu zıtlıklar, onun gerçekten ne kadar iyi olabileceğine dair beklentileri de bir adım öteye taşıyor.

Villas-Boas'ın savunmacısı

Tottenham'ın bu yaz yaptığı büyük çaplı temizlikten, kulübün en parlak gençlerinden biri olan Steven Caulker da payını almış ve Cardiff City'e satılmıştı. Lider karakteri ve güçlü fiziğiyle öne çıkan bir stoper olan Caulker'ın yeriyse 9,5 milyon euro'ya Romanya tarihinin en pahalı transferi olan Vlad Chiricheş'le dolduruldu. Doğruluğu yanlışlığı bir yana, bu sirkülasyonun mantığı bugün daha iyi anlaşılıyor. Oyun kurulumunda beklerini abartıyla öne çıkaran ve stoperlerini orta çizgiye yaklaştıran Villas-Boas'ın takımı için, Chiricheş çok değerli bir parçayı temsil ediyor.


Alt yaş kategorilerinde orta saha ve forvet de oynayan Chiricheş, topu ayağına aldığındaki rahatlığı büyük oranda bu geçmişe borçlu olabilir. Henüz fark yaratan bir oyun görüşüne, vizyona sahip değil; ama bir savunma oyuncusu topla ne yapmak isterse, büyük oranda başarabiliyor. Repertuarında pas becerisi kadar, ve aslında bundan daha çok, topla kat edişler var ve genel stoper dribblinglerinin aksine çok daha yavaş çekimde, yumuşak dokunuşlarla ilerleyebiliyor. En son Fulham maçında attığı golse işin başka bir boyutu. Ceza sahası dışından vurduğu yarım vole beraberliği getirmiş ve hiç yoktan gelen bu gol maçın çevrilmesinde büyük rol oynamıştı. Savunma kısmında, onun pozisyon hafızası Villas-Boas'ın savunma kurgusunda bir kat daha değerli hâle geliyor. Salt yerini kaybetmeme değil, agresif bir şekilde ilk hamleyle topu çalmada da üst düzey olan Chiricheş, takım geriye çekilmeden topu yeniden Tottenham'a kazandırmada önemli bir görev üstlenebiliyor. Çok keskin, yerinde müdahaleler yapmaktan çekinmiyor.

Vlad Chiricheş'e göre en önce geliştirilmesi gereken yönü fiziği. Hamle zamanlaması ve tekniği, ciddi bir sorunla karşılaşmasını şu ana dek önlemiş gözüküyor fakat daha komple bir futbolcu olmak için ilk yapması gereken bu olacak. 1.83 olan boyu da bir stoper için nispeten kısa ve akla gelen ikinci önemli zayıflık olarak, hava toplarına yeterince hakim olamadığını eklemek gerekiyor. Bunlar, kariyer seyri içinde belki de en rahat geliştirilebilecek özellikler arasında ve elimizde Gigi Popescu'dan sonra yeniden, dünya çapında bir Rumen savunma oyuncusu duruyor olabilir.

2013/11/27

Prens Cortese'nin takımı Southampton

Nicola 'Machiavelli' Cortese.

11. hafta sonunda kendini Premier Lig'in 3. sırasında bulan Southampton, alışageldik mütevazi orta sıra takımlarından biri değil. Oturmuş oyun kimliği, şampiyonluk adayı ekiplerin hemen bir aşağısında olan ve bunu çok kereler kanıtlamış bir takım.

Geçen sezon Alex Ferguson'ın 'bu yıl Old Trafford'da karşılaştığımız en iyi rakip' övgüsüne nail olduklarında, büyük takımlara karşı daha iyi sonuçlar alan ve henüz tam olarak dengesini bulamamış, idealist bir takım görünümündeydiler. Artık kendilerine denk takımları da kolaylıkla yenebiliyorlar ve kalelerini gole kapama konusundaki kabiliyetlerini bir adım öteye taşıyorlar. Kaleci Begovic'in maçın ilk dakikasında attığı gol gibi saçmalıkların dahil olduğu 5 golü kalesinde gören Southampton, an itibariyle ligin en az gol yiyen takımı. Onlara normal yollarla gol atmak pek mümkün olmuyor.

Southampton önümüzdeki iki hafta sonu sırasıyla Arsenal ve Chelsea deplasmanlarına çıkacak. Liverpool'la Manchester United'dan 4 puan çıkardıklarını ve Pochettino'nun gelişiyle beraber büyük takımlara karşı galibiyet oranlarındaki belirgin artışı hesaba katarsak, izleyende merak uyandıracak değerli performanslar ortaya koyduklarını görmek sürpriz olmayacak. Bu yazı vesilesiyle, sezonun şu ana kadarki bölümünün flaş takımını daha farklı bir gözle izlemenizi sağlamayı umuyorum.

Başarının bileşenleri

Southampton'a düzülen methiyeler, haklı olarak, çoğunlukla altyapı sistemlerinin mükemmeliyeti üzerinden gelişiyor. Arsene Wenger'in ülkeye getirdiği havadan esinlenerek, 90'lı yılların sonunda Fransız hoca Georges Proust'u altyapı tekniklerini değiştirmek üzere görevlendiren Southampton, İngiliz sistemine aykırı teknik oyuncular yetiştirme başarısıyla örnek bir kulüp. Son olarak, altyapı faaliyetlerine 15 milyon pound daha harcayacaklarını duyurdular ve sözün ağırlığının farkında olarak, La Masia'yı örnek almaya çalıştıklarını belirtiyorlar. İlk önemli jenerasyondan Gareth Bale, Theo Walcott, Alex Oxlade-Chamberlain gibi dünya çapında değerler çıkardıklarını düşünürsek, yeni gelişmelerin ifade ettiği potansiyel gerçekten çok büyük.

Bu yaz 40 milyon euro bonservis bedeli ödeyebilecek kadar transfer bütçesine sahip olan kulüp, Premier Lig'in zorlu rekabet iklimine rağmen altyapıdan gelen oyunculara genç yaşta forma şansı verebilme peşinde. Geçen yıl 17 yaşındayken 30'un üzerinde maça çıkan ve ligin en potansiyelli sol beklerinden biri olarak görülen Luke Shaw bir örnek. Bu hafta milli takımda boy gösteren 25 yaşındaki takım kaptanı Adam Lallana da yine altyapı çıkışlı oyunculardan biri. Southampton'ın böyle bir organizasyon üzerinden gelişen başarısı, büyük bir kesimin ilgisini çekiyor ve takdirini kazanıyor.

"Southampton for England!"
Soldan sağa İngiliz oyuncular: Rodriguez, Shaw, Lallana, Ward-Prowse, Lambert. 
Rodriguez, Lallana ve Lambert son milli takım kadrosuna çağrıldılar, ve süre de aldılar. Yaş toplamları 40 etmeyen diğer iki oyuncuysa, A takım içinde bu potansiyeli taşıyan en değerli iki isim olarak öne çıkıyor.
Bir diğer öne çıkan konuysa, takımın oyun tarzı. Geçen yıl sürpriz bir kararla, 2 sezonda 2 lig atlatan hocasını sezon ortasında, hem de takım orta sıralardayken gönderen kulüp, La Liga'nın dibine demir atmış Espanyol'un hocası Pochettino'yla anlaşmıştı. O sıralar futboldan anlamayan bir yöneticinin işi gibi görünen Pochettino ataması, takımın bugün üçüncü sıra pozisyonunun temel taşını oluşturuyor. Marcelo Bielsa'nın takipçilerinden olan ve tiki-taka bağımlısı La Liga'da daha dikey ve presli bir oyun anlayışıyla farklı bir isim olarak öne çıkan Pochettino, ortaya koyduğu taktik zeka ve genç oyuncularla çalışmaya yatkınlığıyla Southampton'la kusursuz bir paralellik yakalamayı başardı.

Southampton, kaynakları ve bu kaynakları yönlendiren gerideki zekasıyla korkutucu derecede potansiyel içeren bir kulüp. İşte tam da burada, bu kaynakları yönlendiren zekaya dair, Pochettino'nun ortaya koyduğu saha içi akıl ve altyapı olanakları kadar göz önünde bulunmayan bir kişi daha var. Böyle olmasını, o tercih ediyor. Southampton'ın sonsuz potansiyelinin kaynağı, ligin en esrarengiz CEO'su Nicola Cortese.

Korkulan biri

Southampton blogger'ı Neil Cotton, onun için Nicola 'Machiavelli' Cortese diyor. Daha yerinde bir benzetme düşünemiyorum.

Machiavelli, sevilmenin sizin elinizde olmadığını düşünür. Hem sevilen hem korkulan biri olunamıyorsa, ki ideali budur, o hâlde korkulan biri olmanız daha hayırlıdır. Cortese'nin yaptığı da buna benzer bir şeydi. 2009 yılında, kulübü satın alan İsviçrelinin yanında getirdiği 41 yaşında bir İtalyan banker olarak, hele ki Southampton'ın sıcak aile kulübü kimliğiyle geçen başarısız yıllarını düşündüğünde, kendini sevdirmenin çok yakın bir opsiyon olmadığını o da görmüş olmalı. Bu doğrultuda elini çabuk tuttu ve her zaman, soğukkanlı şekilde, Prens'in yapması gerekeni yaptı. Bunlar arasında, kulağa garip gelen fakat her seferinde Cortese'nin sonuna kadar haklı çıktığı pek çok ilginç olay var.

Onun profesyonel idaresinden ilk kesiği yiyen, şimdinin Newcastle hocası Alan Pardew olmuştu. Yeni sahiplerin sağladığı maddi kaynağı kullanarak rekor bir ücrete takımın şu anki bayrak adamı Rickie Lambert'ı transfer eden ve son yılları büyük hayal kırıklıkları, kupasız sezonlarla geçen kulübe yıllar sonra ilk kupasını kazandıran isim olan Pardew, üstelik kazandığı bir maçtan sonra, kovulmuştu. Aynı akibeti, Pardew'un yerine gelen ve kulübü üçüncü kademeden Premier Lig'e taşıyan Nigel Adkins de yaşayacaktı. Takım hiç de o kadar kötü gitmiyordu, fakat sezon ortasında Adkins'le yollar ayrılacaktı. Benzer bir olay Pochettino'nun başına da gelirse, artık şaşırmamamız gerekebilir. Cortese, menajeri de 'aynı diğer departmanlar' gibi bir departman olarak gördüğünü ve Kıta Avrupa'sında uygulanan modellere benzer bir iş modeli getirmek istediklerini söylüyor.

Pochettino.

Bu noktada gerçekten hayranlık uyandıranıysa, Cortese'nin aldığı kararlarda sergilediği umarsız tutumu ve aynı zamanda, her seferinde çok büyük bir başarıyla haklı çıkması. Cortese sevilmeyi umarsamıyor. Yalnızca kovduğu hocalarla değil, takımın en büyük efsanesi Le Tissier'le takışmalarında da kendini taraftarın önüne atmaktan çekinmiyor. İtalyan, popülizmden veya başka şeylerden değil, birebir başarıdan ve geleceğe yönelik attığı sağlam adımlardan güç alıyor. Özellikle Adkins'i kovduğu vakitler, taraftarın şüpheleri tekrar güçlenmiş ve Cortese'nin, futbol takımlarını kendi oyuncağı yapan yabancı yönetici/sahiplerden biri olup olmadığı tartışma konusu olmuştu. Öyle gözüküyor ki, Pochettino'nun başarısı bu şüpheleri son ve kesin olarak silmiş oldu. Oldukça yakın bir dönemde yapılan taraftar anketinde, 'Sizce Cortese kalmalı mı?' sorusuna %95 evet cevabı çıkıyordu.

Southampton taraftarı zamanla Cortese'yi sevmeyi değil, fakat kabullenmeyi ve sahiplenmeyi öğrendi, denebilir. Bir zamanlar, eski değerleri temsil eden Le Tissier'nin yanında yer almak veya Cortese'nin tavırlarında haklılık aramak konuşuluyorsa; şu anda her ikisini de ayrı ayrı desteklemenin mümkün olduğu kavranmış olabilir. Cortese, aynı Southampton gibi, alışagelmedik bir karakter ve takımın bugünkü inanılmaz başarılı yapılanmasında bir numaralı etken. Cortese'nin iş başı yapmasından önce Southampton; harika bir altyapısı, büyük bir stadyumu ve sempatik seyircileri olan başarısız bir kulüpten ibaretti. Şu anda tüm İngiltere'ye model oluyorlar.

*Machiavelli'nin Prens adlı eserine ithafen.

2013/11/16

“Söylesene bize Andre, takım niye oynamıyor?”


Hayatım Futbol 103. sayıda.

"Tottenham'ın hücumdaki kısırlığı, White Hart Lane'deki homurdanmalarla daha fazla tartışılır hâle geldi. Halbuki takım maç kazanmaya devam ediyordu."

Bundan iki hafta önce, White Hart Lane'de pek de beklenmedik bir olay vuku buldu. Tottenham'ın 1-0 üstünlüğü ile biten karşılaşma, taraftarın tepkisi ve Villas-Boas'ın 'sanki deplasman takımı bizdik' karşı açıklamasıyla manşet idi. Takımın iç sahada oynadığı oyun taraftarı tatmin etmiyordu ve Hull City'e karşı oynanan maçta patlamışlardı.

Olayın neden beklenmedik olduğunu göstermek ve Tottenham'ın içinde bulunduğu garip hâli ortaya sermek için istatistikler iyi bir başlangıç olabilir. Şöyle ki, geçtiğimiz haftaya kadar zirvede bulunan Tottenham, topa sahip olma istatistiğinde ligin ikinci sırasında yer alıyor; en çok şut atıyor, en az ofsayta düşüyor ve 10 maçın yalnızca 3'ünde gol yemiş durumda. Avrupa'da gol yemeden, farklı galibiyetlerle yoluna devam ediyor ve ligde dördüncü sırada. “O hâlde, tepki neden?” diye düşünebilirsiniz. Lakin şöyle bir şey de var: Tottenham, 10 lig maçında yalnızca 9 gol atabilmiş durumda.

Taraftarın iç sahada daha keyifli ve gollü maçlar izlemek istemesi gayet olağan. Tepkilere kadar varan sabırsızlıksa, kulübün ne kadar büyük bir yol kat ettiğinin alameti olarak yorumlanabilir. Mourinho'nun Chelsea'deki 'nispeten' yavaş başlangıcına dair söylediğini, Villas-Boas ve Levy de tekrar edecek gibi gözüküyorlar: “Bu canavarı biz yarattık.”

Şu sıralar gol kısırlığıyla gündeme gelen Tottenham'ın yeni sezonunu, değişen ve büyüyen beklentilerini ele alacağız.

Elvis'i satıp Beatles'ı alan kulüp

Tottenham'ın sansasyonel transfer sezonunu en iyi anlatan söz, kulübün eski kalecilerinden Erik Thorstvedt'ten gelmişti: “Elvis'i sattık, yerine Beatles'ı aldık!”

Takımın hücumdaki kısırlığına dair eleştirilerin bir kısmı, 100 milyon euro'luk transfer harcaması üzerinden gelişiyor. Bu kadar para harcayan bir takım nasıl gol atamaz? Fakat terazinin diğer yanında, hemen hemen sadece Bale'in satışından gelen bir o kadar da gelir var ve Tottenham çok para harcayıp geçen sezonun üzerine koyan bir takımdan ziyade, pek çok açıdan yeniden yapılanan bir takım. Kulağa güzel gelmesi yanında, Beatles benzetmesi bu anlamda da yerini buluyor. Dünyanın en pahalı oyuncusu ayrıldı ve yeni sezondaki ilk 11'de en azından 4 yeni isim oynuyor. Dolayısıyla, atılacak gollerden önce alınacak skorların şu aşamada daha önemli olabileceğini ve sabrın gerektiğini savunmaya buradan, basitçe başlanabilir. Ancak yeterli değil.

Yeni transferler
Soldan sağa: Paulinho, Eriksen, Soldado, Chadli, Capoue, Chiricheş, Lamela.
Toplam bonservis: 121,875,000 €
Yaş ortalaması: 24,3

Esas mesele şu ki, Tottenham bu sezon gerçekten Villas-Boas'ın takımı gibi gözükmeye başladı. Geçtiğimiz sezonki 8 yeni transfer ve ayrılanlara rağmen, kadro büyük ölçüde Redknapp'dan kalmaydı. Bu sezon geri kalanlar da ayrıldı ve 7 tane çok değerli yeni isim katıldı. Artık takımın oyun tarzına da belirgin prensipler hakim olmaya başladı.

Orantısız idealizm

Bir önceki sezonu 72 puanla bitiren Tottenham, kulübün Premier Lig puan rekoruna imza atmış ve Villas-Boas da rüştünü ispat etmeyi başarmıştı. Adaya ilk ayak bastığında özel insan Mourinho'nun varisi olarak gösterilen ve çocukluğuna kadar gidilerek 'özel'lik alametleri sıralanan Portekizli hoca; Chelsea'de prensiplerinden vazgeçmeyen, oyunculara inemeyen dahi hoca profili sunduktan sonra şüpheyle bakılan bir figür hâline gelmişti. Daha önce hiçbir takımı iki sezon üst üste çalıştırmayan 36 yaşındaki hoca, Chelsea'deki deneyiminin ardından çok daha esnek bir yöntem izledi ve Tottenham'ın rekor puanla biten sezonunun karakteri bu oldu. Takım Redknapp'tan farklı olarak daha Avrupai bir futbol oynamaya başlamış ve Villas-Boas bu anlamda imzasını atmayı başarmıştı; fakat sezon içinde 4-4-2'ye de geçtiler, sağ kanatta sağ ayaklı oyuncu da oynattılar, maçların 60. dakikasından sonra Huddlestone'u oyuna sokarak 4-3-3'e de geçtiler ve en kritik olarak Gareth Bale'den merkez oyuncusu da yaptılar. Villas-Boas, prensipleri üzerinden başarı getirmeyi bir süreliğine erteleyip dehasını ortaya koyan çözümler üretmeye girişmiş ve çok başarılı olmuştu.

Bu sezon farklı. Chelsea'deki dönemini hatırlatırcasına, orantısız idealizmle oynuyorlar. Bol gollü, agresif, eğlenceli bir futbol tarzını benimsemekten ziyade, zihni methodik işleyen Villas-Boas, esas olarak oyunu kontrol etmekle ve oyuncuların pozisyonel yerleşimleriyle ilgileniyor. Top hakimiyetinin, 'kontrol'ün en önemli bileşeni olduğu sezgisel olarak anlaşılabilir fakat oyuncuların saha içindeki yayılışına gösterilen hassasiyetin niçin önemli olduğunu kavramak, sanırım biraz daha karmaşık. Topsuz değil, toplu oyunda da oyuncuların belli alanların dışına çıkmadan oynaması, zorunlu olarak birbirini takip edecek savunmadan hücuma ve hücumdan savunmaya geçişlerde oldukça önemli.

Bu sezon 1-0 kaybettikleri Arsenal karşısında Spurs'un ileride kurulan savunması ve sahada yerleşimi.

Yakın zamandan somut bir örnek olarak, Barcelona'daki sol kanat günlerinden bahseden Fabregas'a kulak verebiliriz. Geçtiğimiz günlerde Guardian'a verdiği röportajda, 'kendisini Arsenal'deki gibi oynatmak istediğini' söyleyen ve daha 'anarşik' bir oyun anlayışı olan Tata Martino'nun bu sezonki formunda belirleyici etkisine vurgu yapıyordu. “Geçen sene sistemi bozan isim olmaktan çok korkuyordum ve kafamdan şuna benzer şeyler geçiyordu: 'Eğer oraya hareketlenecek olursam ve o anda topu kaybedersek, benim alanım boş kalacak ve bu durumda hiç de eğlenceli şeyler olmayabilir!' Şimdi hocadan aldığım onayla, boşluklar gördüğüm vakit o noktalara koşular yapabiliyorum.”

Bu anlamda Tata Martino ve Pep Guardiola'yla benzer fikirleri paylaşan ve oyun anlayışını 'pozisyonel' bazda kuran Villas-Boas'ın takımı, serbest akışkan Arsenal'den farklı ve çok daha belli kurallar dahilinde hareket ediyor. Bu yapı içinde yücelen Gareth Bale bir yana; Tottenham taraftarı sol kanatta sağ ayaklı ve sağ kanatta sol ayaklı oyuncuları görmekten bıkmış durumdalar ve bunun hiçbir vakit değişmemesi nedeniyle tepkilerini belirtiyorlar. Sezonun yıldızı sağ kanat oyuncusu Townsend, merkeze kat edip sol ayağıyla şut denediği 60 dakikadan sonra, bir 30 dakika daha bunu yapmaya devam ediyor. Tottenham, rakibe göre esneklik göstermeye hemen hemen hiç gitmiyor ve maç içindeki oyuncu değişiklikleri, farklılaştırıcı yönde olmuyor. Görev alan herkes de ancak belli 'pozisyonel' desenler içinde görevlerini yapıyorlar ve hücumun keskinleşmediği durumda, bu durum yaratıcılığı kısıtlayıcı bir etken hâline dönüşebiliyor.

Andros Townsend, artık İngiltere milli takımının da göz bebeği.

Villas-Boas'ın çözümüyse, geçen sezonki gibi pragmatik önlemler yerine, bu yapı içinde oyuncuların ilişkilerini geliştirmek olacak. Paulinho'nun ceza sahasına koşuları keskinleşecek, sol bek Rose'un iyileşmesiyle Sigurdsson'un içeri kaçışları daha fazla anlam kazanacak ve Eriksen'in de varlığıyla Soldado daha iyi servis alacak. Yine de sonuç olarak Arsenal'den farklı bir şey olacaklar. Villas-Boas penceresinden bakıldığında, başka türlü düşünülmesi söz konusu olamaz. Artık gerekli materyallere sahip takımda, bu kısır oyunun uzun vadede daha iyiye geliştirilmesinin tartışılmaz tek fikir olarak görülmesi kendi içinde kesinlikle haklı. Fakat şu ana kadar 4 golünün 3'ünü penaltıdan atmış Roberto Soldado gerçeğiyle karşı karşıyalar ve ligin en az ofsayta düşen takımı olmaları da ne kadar berbat bir servis verdiklerini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Sonuç: Tottenham daha iyi

Neresinden bakarsanız bakın, Tottenham geçen seneden çok daha iyi bir takım. Geçen yıl bu dönemlerde daha az puan toplamışlardı ve oyunları aynı ölçüde olgunluk göstermiyordu. Daha da önemlisi, geçen yıl başarıyla uygulamayı beceremedikleri ve bu yüzden ancak dönem dönem kullandıkları pek çok stratejiyi bu yıl alışkanlık hâline getirmeyi başardılar. Öne çıkan çizgi savunma örneğin. Geçen yılki Arsenal maçında savunmayı öne çıkarmak isterken öyle fahiş boşluklar vermişlerdi ki, televizyonda maçın analizini yapan Gary Neville, 'hobi olarak yapsınlar.' demeye kadar getirmek üzereydi. Bu yılsa, aynı diğer pek çok şey gibi, maç seçmeksizin ve düzgün bir şekilde uygulamayı başarıyorlar. Gol yemeyen savunmanın ve top hakimiyetinin sürdürülebilirliğinin en önemli bileşeni, başarıyla uygulanan bu yapı oluyor. Süpürücü kaleci Lloris, top tekniği üst seviyede savunma oyuncuları Vertonghen, Chiricheş ve kapayıcılar Sandro, Capoue ile hemen hemen hiç hata yapmaz hâle geldiler. Tüm bunları olanaklı kılansa, özenle seçilen transferler ve ortaya çıkan yeni, derin, alternatifli oyuncu grubu oldu.

Bu sezon ligdeki ilk iç saha maçı, Swansea karşısında Tottenham'ın sahaya yayılışı. Maçı 1-0 kazandılar.

Hücumdaki sorunların önemli bir kısmı, zaman içinde, daha önceki paragraflarda kısa kısa açıklandığı şekliyle çözülebilir duruyor. Henüz bahsetmedik, Erik Lamela gibi bir oyuncu henüz takıma dahi girememiş durumda. Yalnız, derinde oyun kuracak birinin eksikliği sadece kısa vadede değil uzun vadede de önemli sorunlar, kısırlıklar yaratabilir. Bunun ne denli önemli olabileceğini de sezon sonunda daha net konuşabilir hâle geleceğiz.

Terrace değil, vario sitze


Hayatım Futbol 103. sayıda.

"İngiltere'de ayakta maç izleme alanlarının geri getirilmesi için Bundesliga modeli öneriliyor. Alman güvencesi, Hillsborough'yu yeniden yaşamamak ve kabul edilebilir fiyatlarla maç izlemek için en önemli fırsat olabilir."

Borussia Dortmund'un 2012/13 sezonunda zirveye çıkışı, özellikle İngilizce konuşulan dünyada büyük bir heyecanla karşılanmıştı. Çeyrek finale takım gönderemeyip dibi gören İngilizler, gazetelerinde Alman takımlarına her geçen gün büyüyen övgüler diziyor ve gegenpressing en az tiki-taka kadar günlük konuşma dilen giren bir terim oluyordu. Sanki, İngiltere'ye dair kötü giden her şeyden bahsederken, karşı örnek olarak Almanya'yı vermek bir kural hâline gelmiş idi.

Övgülerin önemli bir kısmı da taraftar kültürüyle ilgilendi. En yüksek doluluk oranlarına sahip Bundesliga stadlarından söz açıldığında, 170 euroluk Dortmund kombinesine değinmemek mümkün olmuyordu. Hâl buyken, ülke futbolunun en değerli öğelerinden 'teras' geleneğini modernize ederek geri getirme olanağını yıllardır arayan kesim, rotasını yine Bundesliga'ya çevirecekti.

Peki neydi bu teras geleneği?

Hillsborough olayı

Anglosakson spor kültüründe koltukların olmadığı, seyirin ayakta yapıldığı ve geleneksel olarak en tutkulu tribünler 'teras' olarak bilinirler. 1989'daki Hillsborough faciasıyla futbol stadyumlarından kaldırıldılar.

İngiltere futbol tarihine geçen trajik olay, Liverpool taraftarı 96 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanmıştı. Kontrolsüzce açılan kapılar kale arkası tribününde izdihama neden oldu ve o gün maça giden 96 kişi bir daha eve dönemediler. Hillsborough, akabinde alınan kararlarla bir milat olmuştu. Tabloid gazete The Sun'ın spekülatif haberciliği ile dönemin başbakanı Thatcher'ın futbol taraftarlığını suçlayıcı tutumu birleşince, İngiltere'de tribün kültürü dramatik bir karalama kampanyasına hedef olacak ve tepeden gelen kararlarla ciddi bir değişime tabi tutulacaktı. Adalet bakanı Taylor'ın raporu yolu açtı ve ilk iki kademedeki takımlara tamamı koltuklu stadlarda maç oynama zorunluluğu getirildi.

Aston Villa'nın Holte End tribünleri.

Cüzi bilet fiyatlarıyla toplumun her kesimine, iç içe, başka bir atmosferde futbol izleme imkanı sunan teraslar; Liverpool'da Kop ve Aston Villa'da Holte End gibi farklı adlarla anılacak kadar tribün üstü önem arz etmiş ve işçi sınıfının sporu olarak bilinen futbolun bu anlamdaki en önemli elementlerinden biri olmuştu. Fakat Taylor Raporu'nu takiben Premier Lig'in kurulması, gelirlerin akıl almaz boyutlara ulaşması ve yabancı sahiplerin ortaya çıkmasıyla devam eden süreç, İngiliz futbol atmosferinin suni ve eski 'ulaşılabilirliğinden' uzak bir yapıya bürünmesine tanıklık edecekti. İngiltere'nin en değerli futbol ekonomisi yazarlarından David Conn'un işaret ettiği üzere, gençliği 80'lerde geçmiş biri için Manchester City maçlarına gitmek çok kolay ve aynı zamanda çok özeldi. 2006/07 Premier Lig taraftar anketiyse, stattaki seyircilerin %74'ünün ilk iki sosyal sınıftan geldiği ve bu kişilerin yaş ortalamasının 42 olduğu sonucuna varıyordu.

Gençler artık maça gelemiyor. 80'lerde Middlesbrough tribünü.

Gary Neville de bu haftaki 'Gelecek nesil tehlike altında' başlıklı yazısında konuya değindi. Kendi gençlik çağından örnekler verirken, yükselen bilet fiyatlarıyla genç taraftarların dışlanmasından ve aslında futbol kulüplerinin de zarar görmesinden bahsediyordu. Kulübe tutkuyla bağlı olan ve takımı öne taşıyan atmosferi oluşturan genç taraftarlardı. Aynı yazıda, şu istatistikler paylaşıldı:

2011-12'de maça gelen taraftarın yaş ortalaması: 41 ('06/07'den bu yana değişmemiş.)
Premier Lig'in ilk sezonunda 16-20 yaş arası seyircilerin oranı: %17
2006/07 sezonunda 16-24 yaş arası seyircilerin oranı: %9
1983'te (Neville'ın dönemi) 16 yaş altı seyircilerin oranı: %22
Şu anda 16 yaş altı seyircilerin oranı: %9

FSF'in kampanyası

Futbol Taraftarları Federasyonu (FSF), ayakta izleme yapılabilen tribünlerin güvenli izleme alanları (safe standing areas) adıyla geri gelmesi için 2002'den bu yana resmi kampanyalar yürütüyor. Bunlar arasından 2009'da başlayan en sonuncusu Safe Standing ise halihazırda uygulanmış ve güven veren teknik altyapısıyla en çok ilgi toplayan, gerçekten umut veren bir proje olarak öne çıkmakta. Bu projenin temel argümanı olarak sunulan 'vario sitze' tribünleri, (ya da İngilizlerin bildiği şekliyle 'rail seats') Bundesliga'da yaklaşık 10 senedir kullanılıyor ve gerek bu anlamda gerekse mevcut Alman sempatizanlığıyla ciddi bir güven teşkil ediyor. Kampanyaya resmi yoldan destek veren İngiliz kulüplerinin her geçen gün artışı bir yana, bu fikrin hiç değilse kamuoyunda daha fazla tartışılır hâle gelmesi için yoğun çaba sürüyor.

“Avrupa'dan yükselen ve artık Birleşik Krallık'a ulaşan yeni hareketi biz de hissediyoruz. Bu enerji ve gençliği en güvenli şekilde entegre edebilme yöntemiyse güvenli ayakta izleme alanları (safe standing) oluşturmaktan geçiyor. Avrupa'da uygulanan sistemler son derece güvenli; bunları Celtic Park'ta da görebilmenin yollarını araştırıyoruz.” 
Celtic CEO'su Peter Lawwell 

Yakın zamandan iki yeni gelişme, bu satırların yazılmasına ön ayak oldular. İskoçya'daki kuralların esnekliğini kullanmak isteyen Celtic, geçen ay yaptığı açıklamayla konuyu ciddi şekilde önemsediğini gösterirken; iki hafta evvel de bundan daha düşük ölçekte benzer bir beyan Manchester United'dan geldi. Önemle vurgulanmalı ki, bu ölçekteki kulüpler hükümet erkanı ve futbol otoritelerini ikna edebilme noktasında çok değerli roller üstlenebilirler. Bu iki kulüp yanında, Arsenal, Tottenham, Manchester City gibileri de 'fikre açık' olduklarını belirtiyorlar. Aston Villa, Cardiff, Crystal Palace, Hull, Sunderland ve Swansea'nin oluşturduğu 6 Premier Lig kulübü ise kampanyaya resmi olarak destek veriyor.

Neden Safe Standing?

FSF'in yayınladığı 5 maddelik bildiride, Safe Standing'in arkasındaki nedenler şu şekilde izah ediliyor:
  1. Popüler destek: 2012 FSF Ulusal Anketi, 10 seyirciden 9'unun oturmakla ayakta durmak arasında seçim yapabilmek istediğini gösteriyor.
  2. Seçim: Her hafta binlerce taraftar, oturma alanlarında ayağa kalkarak maç izliyor. Maç sırasında sürekli ayağa kalkanların yeni tribünlere geçmesiyle bu sorun büyük ölçüde ortadan kalkacak.
  3. Güvenlik: Yeni tribünler hükümetin onayı ve güvencesiyle hayata geçebilir; öngörüldüğü şekilde tehlike arz etmiyorlar.
  4. Esneklik: UEFA'nın düzenlediği turnuvaların, tamamı koltuklu stadlarda oynanması zorunluluğu bulunuyor. 'Safe standing' tribünlerin aynı zamanda açılıp kapanabilen portatif koltuklar içermesi, Avrupa maçlarında sorunlarla karşılaşılmasının önüne geçiyor.
  5. Bilet fiyatları: Ayakta izleme alanlarında maç izlemek çok daha ucuz olacak. Böylece stadyumlar daha geniş bir sosyal kesime açık hâle gelecek.
İngiltere'nin örnek aldığı Almanya'da, ve aslında Avusturya ve İsveç gibi Avrupa'nın başka yerlerinde de, raylı tribünler kullanılıyor. Almanların vario sitze (vario seats) olarak adlandırdığı bu yapılara İngilizler de rail seats diyorlar. Korkuluk bulundurmayan ve bu yönüyle arbedeye açık kapı bırakan İngiliz terasların aksine, raylı tribünlerde ön ile arkayı ayıran bir tutunma alanı, korkuluk bulunuyor. Ama yalnız bu değil. Raylı tribünler açılıp kapanabilen koltuklar içeriyor ve ihtiyaca göre kolaylıkla koltuklu tribünlere çevrilebiliyor. Aynı Premier Lig gibi UEFA'nın da 'tamamı koltuklu' stat zorunluluğu var ve bu ikileme uygun olarak geliştirilen Alman tribünlerinin koltukları, Avrupa'daki maçlarda 'açılıyor'. Kendi liglerindeki maçlarda ise 'kapanıyorlar'. Görüldüğü üzere, içinde çok fazla esneklik bulunduran raylı tribünler, tercihe göre tek veya iki sıralık olarak da ayarlanabiliyor. İkinci grafikte, oluşturulan tümsekle iki sıralık tribünün oluşturulduğunu ve üçüncü resimde de Avrupa maçları için koltukların açıldığı anlatılıyor. 

Ayakta oturma alanları için dahiyane çözümler oluşturan Alman kulüplerinin tamamı raylı sistem kullanmıyor; Hoffenheim gibi farklı teknolojiler kullananlar da var fakat önemli bir çoğunluğu, 18 takımdan 8'i, raylı sistemleri tercih ediyor. Bu 8 takım arasında Dortmund ve Leverkusen gibi şu anda Bayern Münih'in en büyük takipçisi konumundaki iki ekip de var. Son olarak, Alman tribünleri örneklemesinin güncel değil 2011'e ve hatta belki daha eskilere de gittiğini belirtmemiz gerekir. Fakat son dönemde Bundesliga'nın yükselişi ve Safe Standing kampanyasının nispeten hızlanışına takiben çok daha fazla öne çıkıyorlar. 

Son: Hillsborough'nun bugünü

Ayakta izlemenin geri dönmesine dair yapılan sohbetlerde 'teras' sözünden titizlikle kaçınıldığını belirtmeliyiz. Kimse eski usül terasların geri dönmesini istemiyor. Teraslar Hillsborough'dan önce de çok kereler izdihama ve ölümlere neden oldular. Bu yüzden ve de gerekli Hillsborough hassasiyeti yüzünden 'teras' sözünün kullanılmamasına özen gösterilmekte. Lakin şöyle bir durum var. Ayakta izleme alanlarının geri dönmesi, Hillsborough ile futbol ortamlarından haksızca dışlanan kesimin geç de olsa haklarının geri kazanması şeklinde de okunabilir.

80'lerde doruk noktasına çıkan holiganizm, hükümet ve medyanın ortak çabasıyla teras kültürüne indirgendiğinde, terasta maç izleyen insanların tamamına 'suçlu' damgası yapıştırılmış ve bu insanlar akıl almaz çirkinliklere alet edilmişlerdi. The Sun, Hillsborough'un ertesi günü 'Gerçek!' manşetiyle çıktığında, can verenlerin cüzdanlarını yağmalayan ve tribünde idrarını yapan Liverpool taraftarları olduğunu iddia ediyordu. Olayın üzerinden 23 sene sonra geçtikten sonra, geçen yıl yapılan 'Hillsborough Bağımsız Paneli'nde bu suçlamaların ne kadar haksız olduğu ortaya çıktı ve her ne kadar yeterli olmasa da, başbakan Cameron, Hillsborough'un mağdur ailelerinden özür dilemek zorunda kaldı.

Meselenin diğer tarafında, yani ayakta izlemenin tehlike ve holiganlıkla eş anlamlı gitttiği mitinin yıkılması doğrultusunda, safe standing'e büyük iş düşüyor.

*FSF Safe Standing Projesi hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için http://www.fsf.org.uk/campaigns/safe-standing/ adresini ziyaret edebilirsiniz.

2013/10/08

Aston Villa'nın ne kadarı kontra atak, ne kadarı Christian Benteke?


Bu yazıya geçen hafta başlamıştım, ancak zaman ve sabır gerektiren tutumundan dolayı tamamlamak mümkün olmadı. Buraya kadar yazdığımın taslaklarda kalmasını istememem ve tek parça hâlinde okunmasının güçlüğünden, bölüm bölüm paylaşma kararı aldım. Çokça Villa taraftar blogu olarak tuttuğum Hayat Yuvarlaktır'a, bir yılı aşkın süredir gerçek bir Villa yazısı girilmiyordu. İşi bu yüzden sıkı tutmak istemiştim. Fakat araya giren başka şeyler ve okul sebebiyle diğer bölümlerin tamamlanması 'en iyi ihtimalle' 2-3 haftada sonunda olacak gibi görünüyor.

Aston Villa'nın Arsenal karşısında ortaya koyduğu oyunun skorun ötesinde ifade ettikleri vardı. Geçen yıl enkaz hâlinde alınan kadro korkusuzca deney üzerine deney geçirmiş; ancak bahara gelindiğinde Lambert'ın aklındakine yakın, kazanan bir takım ortaya çıkabilmişti. Sezon öncesi plânlarının büyük ölçüde göstergesi olan bu ilk maç, geçen sene öğrenilen doğruların yeni sezona ustalıkla taşınması açısından çok değerli idi.

Benzer bir planla Chelsea'ye kıl payı kaybedildi, Rotherham'a karşı tarz bir oyunla kazanıldı; fakat iç sahadaki Liverpool ve Newcastle mağlubiyetleri, üstü örtülmediği takdirde geçen seneki defoların tekrarlanacağına işaretti. Benteke'nin 6 haftayı bulacak yokluğunda, Villa için işler bir süre daha belirsizlik içinde yürüyebilir.* (Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da yüzler gülmüyor, çok sakat var.) 

İlk ayın ardından, Villa'nın oyun stiline dair öne çıkan durumlara bir bakalım.
*İki hafta sonradan gelen not: hiç de öyle olmadı, hoca bu işi iyi biliyor.

1) Kanat savunması

Kanat savunması, Lambert'ın geldiği günden bu yana Villa için en önemli sorunlardan biri. Merkezi bir oyun planı kurmak istenirken kanatlar sıklıkla tek adamla savunuluyor ve yenen gollerin büyük kısmı buradan kaynaklanıyor. Konunun Villa açısından önemi hayati. Aslına bakılırsa, oyun planlarında yapılan sürekli değişiklikler en başından beri  bu iki sorunu dengeye getirme çabasından doğuyor. Villa; merkezi, homojen bir hücum organizasyonu kurmak istiyor ancak bunu efektif bir şekilde yapmaya yaklaştığı her vakit geride korunmasız yakalanıyor. Tekrardan geriyi toparlamaya yönelik adım atarken, fark yaratan hücum aksiyonundan feragat ediyor ve kısır döngü devam ediyor.

Terazinin iki tarafındaki 'merkezi hücum' ve 'kanat savunması'nın kronolojk olarak bir örneklemesini sunmak da gerekirdi. Villa hangi dönem merkezi oyun biçimleri tercih etti, ne vakit, niçin bunlardan döndü gibi. Yalnız, bunun objektif olarak gösterilebilmesi takdir edersiniz ki çok kolay değil ve epey zaman alıcı. Kısaca, baklava, 3-5-2 gibi dizilimler ve üç ön alan oyuncusunun birbirine çok yakın ve savunma blokuna katılmayacak şekilde önde bırakıldığı oyun biçimlerinin denendiği ve dönem dönem bunlardan vazgeçildiğinden bahsedelim. Vakti zamanında WhoScored.com'un verilerini kullanarak geçen yıl kullanılan formasyonları ve bu formasyonlarla elde edilen başarı yüzdelerini bir grafikte çıkarmıştım (Çizgili sütun başarı yüzdesini ifade ediyor, 7 = %70 gibi). Ayrıca, Villa'nın iki maç süren baklava deneyimine dair şu yazı, belki yararlı olabilir. Görüntü o döneme ait, 4 gol yenilen Southampton maçından.

'Merkezi oyun' ifademi de açıklığa kavuşturmam gerekli. Bundan kasıt, kısa paslaşmalarla merkezi yığılmak istenen, rakibi buradan delmeye çalışan bir oyun değil. Kısa veya uzun pasın çok önemi yok, tempo ilk plânda. Lambert için takımın homojenliği , bir bütün olarak hareket edebilmesi ve belli bir hücuma çıkış alışkanlığı kazanması çok önemli. Herkes birbiri için çalışmalı, tüm parçalar birbirini tamamlamalı ve bu sürekli bir tempo hâlinde sürdürülmeli. İki sene önce Elite Soccer Coaching'e verdiği demeçte "akıcılığı ve tempoyu sağlayalım ve bırakın oyuncular kendi senaryolarını uygulasın." diyordu. Şurada PDF'ini paylaştığım bu yazı benim hâlâ aklımda ve Weimann - Gabby - Benteke kontra ataklarında açılan ortalarda veya Lowton'ın ilk zaman ortalarında (first-time cross'u böyle kazmaca çevirdim işte) da yine oradakiler aklıma geliyor.

 Geleneksel kanat oyuncuları tarihsel olarak belli açılardan dışlanmıştır. İngiltere'ye tarihindeki tek dünya şampiyonluğunu getiren Alf Ramsey de bunu 4-3-1-2 kırması kadrosuyla yapmıştır örneğin. Bu tip oyuncular ister istemez oyunu iki aşamaya bölüyor ve Lambert'ın homojen takımında bilindik 'kanat organizasyonları' pek tercih edilir değil. Kontra atağın bu kadar ciddi bir silah hâline gelmesiyse onun savunmacı bir hoca olmasından değil, en önce olarak takımının nasıl aktif atak yapacağı üzerine düşünmesinden kaynaklanıyor. Evet, savunmayı çözmelisiniz ama bunu çözdüğünüz vakit düzgün bir hücuma çıkma yöntemi bulamıyorsanız hemen yeni bir şey bulmalısınız diye düşünüyor olmalı. Bir örnek olarak, takımı üç maç üst üste kazanan ama Suarez'in yokluğunda kontra atak silahı hiç olmayan Liverpool ikinci yarıların tamamını kendi yarı sahasında geçirdi fakat Rodgers için bu çok da önemli olmadı. Lambert ise, belki takıma zarar verecek ölçüde değişme yoluna giderdi.

Rotherham'a atılan golü mutlaka izleyin. Aston Villa'da henüz başarılamayan, ama başarılmak istenen buna benzer bir şey. Deplasmanda kontra ataklar üzerinden beliriyor, iç sahadaysa şimdilik kayıp.










4-3-3 / 4-1-4-1 geçişleriyle takıma en dengeli yapının sağlandığı, geçen sezonki deneyimlerin üzerine eklenen Arsenal galibiyetiyle taçlanmıştı. Lambert'ın Liverpool karşısında kanat güvenliğini ön plânda tutarak 4-4-2'yi tercih edişi, takımın savunmadan hücuma geçişlerindeki başarısını ciddi sekteye uğratmış; galibiyet inancıyla çıkılan Newcastle karşısındaysa tekrardan 4-3-3'e dönüldüğünde kanatlar şuursuzca birebir savunmaya bırakılmıştı. Böyle olunca, geçen seneden bilinen defolar ortaya çıkmış; kontra atak yapamadığında rakibi bozamayan (Liverpool karşısında) ve rakibin en değerli oyuncusu Ben Arfa'yı yıldızlaştıran bir Aston Villa izlenmişti. Villa sonraki maçlarında Benteke'siz 4-4-2'siyle Norwich'e çok net bir taktiksel üstünlük kurdu, maçı kazandı ve topa sahip olduğu 4-3-3'ü ile (bir ara %65 idi) Hull karşısında oyunu net olarak kontrol etti. Paul Lambert'ı özel kılan ve Villa'ya dair ümitkar konuşturan onun değişime dair korkusuz tavrı, bu açıdan, Ben Arfa'nın gol attıracağı göz göre göre belli olsa da daha iyiye dair umudunuzu hiçbir zaman yitirmiyorsunuz.

Herkes fit olduğu takdirde 4-3-3 / 4-1-4-1 geçişleri üzerinden kurulan takımın mümkün olduğunca bozulmaması gerektiği ve takımın iç saha/dış saha galibiyet oranlarındaki dengesizliğin bu yapıyı bozarak değil, ancak bu yapı üzerinden gerçekleşebileceği anlayışının yerleşmesi çok daha doğru gözüküyor. Fakat şu sıra çok daha farklı şeyler oynanması da mümkün ve haklı olabilir; keza Benteke'nin sakatlığı durumunda, başka formasyonlar üzerinden daha verimli kadrolar kurulabilir.

Takımın kanat savunmasına dair bu sorunun belgelenmesi, bu yılki maçlardan görüntülerle mümkün. Ligde yenilen 6 golün 4'ünün, doğrudan kanattaki hata kaynaklı geldiği söylenebilir (Arsenal 1, Chelsea 1, Newcastle 2).

Kanatların Benteke'yi tamamlayacak şekilde ön alanda tutulması anlayışı, ofansif anlamda ciddi verim verse de (bir sonraki maddede değineceğiz) savunmada önemli sıkıntılar yaratıyor ve bir şekilde dengeye çekilmesi gerekli. Bu denge ayarının bir yönü daha önce bahsettiğimiz 4-1-4-1 / 4-3-3 geçişleri olmakla beraber, yazının ilerleyen kısımlarında pres ve daha fazla topa sahip olma gibi yan fikirlerden de söz açacağız. Görüldüğü gibi, rakip takım kenarlarda sayı fazlalığıyla ciddi bir karmaşaya yol açabiliyor ve kolaylıkla gol pozisyonuna girebiliyor. Lowton'ın nasıl pozisyon alacağını bilememesi yine bu durumun sonucu. Golün hareketli hâli, maçın özeti şurada var.
Arsenal'in attığı golde yine sağ koridor işgal edilmişti. Frikik sonrası kendini sağ kenarda Wilshere'e pres yaparken bulan Lowton alanında yoktu ve Chelsea golündeki gibi rakibe hamle için öne çıkan Vlaar'dan Rosicky kurtuldu. Bu durumda sağ koridoru idare etme görevi tek başına El Ahmadi'ye kaldı ve Gibbs'in getirdiği topta Giroud golü yaptı. Chelsea'nin golü daha basit ve daha çok Villa'nın hatası ileyken Arsenal 'spend some fucking money'e inat ilk maçtan harika bir gol ortaya çıkardı. Çizgide Lowton'dan kolaylıkla kurtulan ve çok çabuk etrafında dönerek Rosicky'i gören Wilshere, dikine çok rahat giden Rosicky, sol koridoru müthiş verimle kullanan Gibbs ve gol vuruşu öncesi bir adım öne çıkarak 2 kişiden kurtulan Giroud... Şahane bir goldü. Chelsea maçında 'hata' yapan Villa'nın aksine risk aldığı vakit bunun cezasını ödeyen bir Villa vardı, rakip çok sağlam çıktı. Villa'nın oyunu her zaman ekstrem risk içerecek, önemli olan bunları mantıklı bir şekilde minimize edebilmek. Bu arada maçın özet görüntüleri şurada, ama ben fırsatınız olursa oturup izlemenizi öneririm. 
Diğer yandan, Arsenal maçına dair baştaki ümitkar konuşmamızın en önemli nedenlerinden biri takımın 4-3-3 / 4-1-4-1 geçişlerini uygulamaktaki isteğiydi. Geçen seneki hedef maçlardan en net olarak Manchester United'da gözlediğim üzere, Villa'nın başarı getiren 4-3-3'ünü daha genel geçer bir hâle sokabilmesi bu şekilde mümkün oluyor. O maçta ön üçlü her zamanki gibi daha fazla önde bırakılmaya ve çizgi savunma yapılmaya çalışılmış, ilk yarıda 3 gol atan Manchester United maçı da bu skorla kazanmış ve şampiyonluğunu ilan etmişti. İkinci yarıdaysa kanatlar orta sahayla aynı hizaya çekildi ve oyuncuların birbirine yakın olmasıyla daha rahat hareket edebilmesi bir yana, bu şekilde orta saha oyuncuları da kontra atak organizasyonlarına dahil edilmiş oldu. Diğer türlü, orta sahada top kazanıldığı vakit rakibi hazırlıksız yakalayan ön üçlü üyelerinden birine aktarılıyorken, bu durumda kendileri topla çıkabilir hâle geliyor. Fabian Delph'in her geçen gün büyüyen ve özellikle bu tip bir oyuna yatkın tarzı sistem için yeni bir artı.
Devamı...
2) Üç forvetin varlığı
3) Oyun kurucu eksikliği
4) Kontra atağa sıkışan oyun
5) Christian Benteke
Çare: Pres!
Ayın oyuncusu: Fabian Delph.

2013/10/03

Neden Mancini?



Roberto Mancini'nin Sampdoria'daki futbolcu günlerinden itibaren yazımı sanırım şimdiden tamamlanmıştır veya yakın zamanda tamamlanacak. Fiorentina'da başkan çatışmasıyla ayrılan Terim'in yerine getirilen isim olduğundan bahsedilecek, aldığı kupalar söylenecek ama Avrupa'da başarısız olduğu da tembih edilecek. Bunların tamamının yazılması kesin olarak gerekli, fakat diğer yandan yetersiz. Çünkü gerçekten, Roberto Mancini'nin Galatasaray'a neler getirebileceğinden bahsetmiyor.

Roberto Mancini, yalnızca medyada adı geçen diğer hocalar arasından değil, kendi başına da benim için birinci tercih olabilirdi. Çünkü Fatih Terim'in gönderiliş mantığı, miras alınacak kadro ve yönetimin transfere bakışının toplamında genel bir mantık arıyorsak, Roberto Mancini bu mantığa uyan bir isim. Ne gibi özel faktörlerin rol oynayacağını, ne kadar başarılı olabileceğini tartışmak belki çok kolay değil; ancak niçin kağıt üzerinde iyi bir tercih olduğunu tartarak daha önemli konulara değinebiliriz.

Fatih Terim'in yerinin dolmayacağı duygusallığıyla elbette pek çok Galatasaray taraftarı için yetersiz bulunacak ve belki de Bielsa gibi bir isim onun yerine tercih edilir olacak. Fakat artık Fatih Terim'in olmadığı, ve onun olmadığı yerde çok başka bir yapılanmanın olacağı gerçeğinin farkına varmak ve daha çok, Fatih Terim'in mirası sonrası nasıl bir hoca profili üzerine gidilmesi gerektiği üzerinden düşünmek durumundayız. Kulüplerdeki saha içi devamlılığın en önemli etkenlerinden biri, bu geçişleri doğru şekilde yapabilmek. Yazı boyunca anlatacağım meselelerin tamamı benim açımdan bu temele dayanıyor; Aysal'ın futbol mantığı ve Terim'in mirası doğrultusunda, Terim sonrası Galatasaray için Mancini'yi yerinde bir atama olarak görüyorum.

Kadrosunun yaş ortalaması neredeyse 30'u bulacak Galatasaray'a çılgın bir taktik deha getirip bizi eğlendirmesini beklemek fazlasıyla hayalcilik. Bielsa tercihi saha içinde bu yüzden, saha dışında da korkutucu derecede asosyal bir insan olması nedeniyle taca çıkıyor. Antrenman tesislerin inşaatı yüzünden başkanla takışabilen, odasına kimseyi sokmayıp kilitli tutan bir kişiden bahsediyoruz. Neticesinde, Terim'in yerine gelecek kişi öncelikle zorunlu olarak kadronun yapısından ve sonra da yönetimin transferlerin 'kurumsal' yönüne önem veren tutumundan dolayı, belli taktik esneklikler gösterebilen ve başarı endeksli bir hoca olmalıydı Bu tanım aslında birebir Fatih Terim'i karşılıyor fakat geldiğimiz süreçte Galatasaray'ın yeni hocasının Roberto Mancini oluşu, İtalyan hocanın bu tanıma ek olarak kendinden üsttekilerle çok daha başarılı bir paralellik yakalamasıyla açıklanıyor. Nihayetinde bir İtalyan.

Para babası kulüp sahiplerinin ilk tercihleri, sanki değişmez bir kural gibi İtalyan hocalar oluyor. Chelsea'nin ilk döneminde Ranieri, Manchester City'de Mancini ve Monaco'da tekrar Ranieri gibi. Hatta Monaco'nun ilk tercihinin de Mancini olduğu, Guardian gazetesinin yaptığı özel haberle ortaya çıkmış, Mancini'nin geçen yaz Monaco'yla uzun süren görüşmeler yaptığı anlaşılmıştı. Bu liste PSG'de Ancelotti, Zenit'te Spalletti örnekleriyle de çoğaltılabilir; ancak bu son iki isim bizim vermek istediğimiz örneğe tam olarak uymuyorlar. Ranieri ve Mancini çok yüksek ihtimalle uzun vadeli isimler olarak görülmemiş, 'geçiş' hocaları olarak düşünülmüştü. Ancelotti ve Spalletti'de ise beklentiler daha uzun vadeli idi.

İtalyan hocaların futbolun 'iş' yönünde dünyada bir numara olmaları, dolayısıyla yöneticilerle yakaladıkları uyum ve başarı endeksli mentaliteleri, planlarının ilk aşaması olarak 'kupa' koyan takımlar için onları bir numaralı tercih yapmakta. Örneğin Monaco ölçeğinde bir takımın, yaptığı sükseli transferlerle bir an önce Ligue I'i kazanması gerekliyken, Ranieri'nin uzun vadedeki yeterliliği ancak bu gerçekleştikten sonra tartışılabiliyor. Saha içi, saha dışı dengesinde saha dışının bu aşamada ciddi bir baskınlığı var; ve “Futbol 'takımı'nı nasıl daha iyi yapabiliriz?”den önce “Futbol 'kulübü'nü nasıl daha iyi büyütebiliriz?” fikri öne çıkıyor. Şu an Galatasaray'ın da benzer bir durum içinde olduğu söylenebilir. Saha dışının doğrudan saha içi için çalışması için en azından bir iki sene daha geçmesi gerekli; fakat o esnada saha içindeki başarıların da sürmesi isteniyor.

Şampiyon, defansif, yıldızsever. Hangisi en doğru?

Roberto Mancini'ye dair en önemli eleştiriyse, muhtemelen çok para harcadığı yönünde olacak. Bir paragraf yukarıdaki profile uygun olarak, Inter'i 15 yılı aşkın zamandan sonra ilk kez şampiyon yapan ve bunu iki kez daha başaran, City'e iki kupa kazandıran ama bu arada çok para harcayan Mancini. Fakat Mancini'nin bunlardan önceki Fiorentina ve Lazio kariyerine bakarsak, iflasın eşiğindeki iki kulübe iki İtalya Kupası kazandırmış bir hocayla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla, Mancini'nin çok harcıyor oluşu tek başına doğru ve yeterli değil. İlk söylenmesi gereken 'ancak para harcadığında başarılı olabilen, bu yüzden Galatasaray'a uyumsuz' değil; 'kazanan' hoca, risksiz hoca Mancini olmalı.

Mancini her şartta kazanıyor. İngiltere'de çıkmış röportajlarından biri, masa tenisinde kaybetmeye tahammül edemeyen 9 yaşındaki Roberto'nun, raketi kuzeninin kafasına fırlattığıyla başlıyor. Fiorentina, Lazio, Inter, Manchester City... Çalıştığı her kulüpte en az bir kupası var ve büyük takımlardaki 'çok harcayan' yapısı ancak kazanma özelliği üzerine yerleşebilecek, çekingen oyun yapısıyla açıklanabilir. Evet, parası olan kulüplere geçen Mancini çok harcamış ve daha fazlasını istemişti; hatta Manchester City'de 'geçiş' hocası olarak kalmasının ve o eşiği geçememesinin en önemli sebebi de, İtalyan usülü taktiklerin, temposu düşük futbolun limitlerinin belli, ve daha fazlasını kazanabilmek için talep ettiklerinin fazla olmasıydı. Fakat bu meselenin “Mancini'nin çok para harcadığında başarılı olması”yla ele alınmaması gerektiğini düşünüyorum. Mancini'yi aynı anda kupa canavarı ve bir sonraki aşama için limitli bir hoca yapanın, iki önceki cümlede sözünü ettiğim karakter olduğunu söylemek çok daha doğru olabilir.

Son olarak, ve esas olarak, taktikler... Hocanın saha içindeki muhtemel etkilerine değinmek üzere başladığım bir yazı, söylenmesi gereken pek çok şeyle beraber buraya kadar uzamış oldu. Özellikle son paragrafta söylenenler Mancini'yi Catennacio savunma okulunun bir temsilcisi olarak tanıttıysa hata bende. Bu yüzden öncelikle 'il trequartista'dan başlamak en iyisi.

Coverciano tezleri

İtalya Futbol Federasyonu'nun Floransa'daki merkezi yerleşkesi Coverciano, aynı zamanda çok değerli bir kütüphaneye de ev sahipliği yapıyor. Burada, antrenörlük lisansı alan kişilerin futbol üzerine tezleri bulunuyor. Futbolculuk kariyerinde ülkenin en değerli 10 numaralarından biri olan Roberto Mancini'nin bitirme tezi de 'il trequartista' olmuş: oyun kurucu.

Trequartista Mancini.
- Tezin İtalyanca orjinali şuradan okunabilir: http://fliiby.com/file/50584/n7u6eyas84.html
- Uğur Karakullukçu'nun girişimiyle ilk kısmını İngilizce'ye çevirtmeyi başardık, o da şurada: http://www.soccertranslator.com/2013/10/part-i-of-tactical-thesis-trequartista.html
(İkinci kısım ve Uğur'un Türkçe'ye çevirisi de çok geçmeden gelecektir.)

... Oyun kurucu kullanımının bir diğer önemli yönü, bloklar arasında boşluklar bulmayla ilgili. Dar alanda becerileri yüksek olan bu oyuncular, savunma bantları arasına kolayca girip çıkabiliyorlar. Bu şekilde topu kendi takımlarında tutmaya yüksek oranda yardımcı olmaları da, oyunun akışı için de ayrıca değerli bir durum. Yalnız merkezden değil, kanatlara yanaşarak da bir şekilde boşluk bulabilir, çözümler üretebilir (daha önce, oyun kurucuların futbolun mevcut gidişatı içinde hâlâ oyunu farklılaştıran, beklenmedik işler yapan unsur olduklarından bahsediyor) ve bu alanlardan buldukları boşluklarla takım arkadaşlarını ortalar, paslarla besleyebilirler (Rui Costa'nın asistlerinin sol çaprazda yoğunlaştığına dair grafik paylaşılıyor.) Özellikle kanatlarda, asist opsiyonlarının artışından bahsedilebilir, ama bu daha çok da oyuncunun kişisel özelliklerine bağlı olarak farklılık gösteriyor. Örneğin Zauli ve Micoud, sıklıkla kenarlara yanaşmalarına karşın nadiren orta açıyorlar. Eğer alan bulamazlarsa, diyelim ki sıkı bir markaj altındalarsa, bu sefer geriye top olmaya gelirler, çünkü mümkün mertebe oyunun içinde kalmak isterler. Bu durumda dahi, top hakimiyetini sürdürme yanında ön alandaki koşucu forvetler için alanlar yaratırlar (Amerikan futbolundaki quarterback'lere benzetiyor) ve bu yüzden 1 veya 2 koşucu forvet bulundurmak avantajlı olabilir (Yazı, değişik tipteki oyun kurucuların -dribbling'i öne çıkan Zidane veya daha çok uzun pas oynayan Veron gibi- özelliklerinden bahsederek devam ediyor.)”

Il trequartista'dan bu pasaj, Manchester City'nin şampiyon olduğu sezonu ligde 6 gol, 17 asistle bitiren David Silva'nın üstlendiği rol hatırlandığında ayrı bir değer kazanıyor. Roberto Mancini'nin futbol anlayışı merkezi oyuncular kullanma ve top hakimiyeti üzerine kurulu. Bu yapı genelde 4-4-2'nin kanatlarında Silva, Nasri gibi değerli oyuncuların oyuncuların kullanımı veya 4-3-1-2, asimetrik 4-2-3-1 gibi sistemler üzerinden şekilleniyor. Nispeten yavaş gelişen ve bu anlamda garantör, paslı oyun tarzına farklılık katan Silva gibi trequartistalar ve çokça, başka bireysel yetenekler olmakta. Hâliyle, oyunu yavaş oynadığınız noktada sistemden değil bireylerden alınan verimi öne çıkarıyorsunuz ve bu anlamda, yalnız Silva değil, Toure gibi oyuncuların da artan hücum rolleri Mancini'nin City'deki dönemine dair öne çıkan notlar. Diğer yandan, City'nin fazlasıyla bu oyuncular üzerine kuruluşu, dolayısıyla 'mekanik' bir düzen oturtamaması, Mancini'nin bahsettiğimiz 'limit'ini oluşturmuştu. Silva'nın sakatlığında takım ciddi yara aldı ve yeni yıldızlar gelmediğinde Mancini'nin takımı yerinde sayar hâle geldi. Wesley Sneijder'in sağlıklı kalması hâlinde takımdaki etkisinin ciddi düzeyde artacağı günler yakın gözüküyor.

Sneijder, Amrabat ve futbolcu algısı

Wesley Sneijder'in 'formsuz'luğuna, 'top oynamama'sına değinmeden önce bir paragrafı Nordin Amrabat'a ayırmak istiyorum.

Bizdeki popüler futbol algısı fazlaca yetenek ve ön yargı üzerinden yürüyor, bu yüzden de bazı şeyleri kaçırıyoruz diye düşünüyorum. Örneğin Nordin Amrabat. Amrabat'ın limitli bir oyuncu olduğu konusunda herkes hemfikir, ama sohbet o noktada bitmekte. Geçen yıl Şampiyonlar Ligi'nde Galatasaray'ın en önemli 3-4 performansından birini ortaya koymuş ve hepsinde karakteristik servisler yapmış Amrabat'tansa bahsedilmiyor. Oyuncuların ancak belli desenler içinde verim verdiklerini unutuyoruz. Nordin Amrabat, oyun vizyonu yetersiz ve dar alanda yapabilecekleri sınırlı bir oyuncu olarak Galatasaray'ın oynadığı 4-4-2'de başarısız olmuştu. Yukarıdaki iki özelliğinden dolayı kalitesi de tartışılır bir oyuncudur. Fakat 4-2-3-1'in sol kanadında başlayan, açık alan bulan ve bu zamanlarda topu hızlıca öne taşıyan, sağa çekip açtığı ortalarla Burak'a harika ortalar kesen ve hatta Manchester United veya Napoli'ye karşı olduğu gibi çok değerli şutlar çıkarabilen bir oyuncu gerçeği de var. Ki bunu bir kez değil, hemen her seferinde yapmış durumda. Bu durumda Amrabat'ın rolüne yönelik tartışmalar yapılması gerekirken, olay 'gereksiz' oluşuyla kapatılıyor.

Eleştirilmeliler, ama çok da haklı nedenlerle eleştirilmiyorlar.

Buradan Sneijder'e gelelim. Yaz hazırlık kampında attığı gollerle yeni sezonda harika bir Sneijder olacağı beklenmişti, ama yine öyle olmadı. Peki hazırlık kampındaki ve geçen senenin son dönemi Sneijder'inin gösterdikleri neydi? Topu üçüncü alana sabırlı bir şekilde getirebilen ve bu alanda bir süre tutabilen Galatasaray hücumlarında Wesley Sneijder geçen seneden beri fark yaratıyor. Buna ceza sahasıı yay civarından attığı golleri, Real Madrid maçındaki arkaya koşuları ve golü, al verlerle üçüncü bölgedeki hareketliliğini, dikey gidişlerini ekleyebilirsiniz. Inter döneminde adeta ikinci forvet gibi oynayan, Mancini'nin tanımına uygun olarak özellikle sol kanadı sürekle çoklayan ve sürekli hareket halindeki Sneijder'den çok farklı özellikler göstermiyor. Sorun şu ki, takım kurgusu inanılmaz ölçüde bozulan ve blokları fazlaca hızlı geçmeye çalışan Galatasaray'da, Wesley Sneijder edilgenleşiyor. Burada, Ajax okulundan çıkmasına rağmen sanki yıldan yıla eski 10 numaralara evrilen tek tip Sneijder'in vasıflarına da aynı Amrabat gibi vurgu yapmamız lazım; fakat konuşulması gereken yalnızca bu kadarla kalmamalı.

Roberto Mancini'nin oyun kuruculara bakışı ve futbol tarzıyla Galatasaray hem son yıllarda mecburen artan şekilsel dengesizliğine hem de Wesley Sneijder'e çözüm üretebilir. Bana göre Fatih Terim döneminin saha içi dengesi en yüksek takımı ilk yıla aitti; sonraki yıllarda hızlı oynama düşüncesiyle top hakimiyeti ve pozisyon alış şekilleri istikrarsız hâle bürünmüştü. Mancini'nin yavaş ama sakin oyun biçimi Türkiye Ligi için handikap gibi görünse de Galatasaray bu yapıyı yüceltecek ve tam da Mancini'ye uygun, Drogba, Sneijder gibi isimlere sahip. Bu arada Drogba'nın ceza sahasında nasıl bir güç olduğunu da unutabiliyoruz. Tempoyla oynanmaya çalışılan baklava denemelerinde Drogba da zamanının çoğunu başka bölgelerde geçiriyor ve etkinlikten uzak kalıyordu. Onun dar alanda duvar olabilir özelliği; bu alanlarda vereceği kararlar; bunun yanında ceza sahasında Burak'la oluşturabileceği uyum çok değerli alternatifler yaratıyor. Galatasaray'ın bu yapıya en çok yaklaştığı maç sanırım geçen seneki Kayserispor karşılaşmasıydı; özellikle Melo'nun attığı gol Galatasaray'ın baklava dizilimi ile neler yapabileceğinin göstergesiydi. Sanırım Mancini'nin gelişiyle bu tip golleri daha sık görebiliriz.

Savunma duruşu ve Bruma

Her şey çok güzel ve Mancini topa sahip olmayı seviyor; peki kaybettikten sonra planı nedir? Topu kaybettikten sonraki savunma yerleşimi modern futbolda belki de en önemli itici güçlerden. Guardiola'nın Bayern'deki 4-1-4-1 evrimi örneğin, daha çok işin savunma kısmıyla alakalı. Mancini'ye gelindiğinde, top kaptırıldığında fazla bir şey yapmıyor ki fazlasıyla İtalyan derken kastımız biraz da buydu. Geçen sene Bayern karşısında yarı sahasından çıkamayan 3-5-2 Juventus'u hatırlayın; temposu düşük ve daha çok top hakimiyetine kurulu bir takım olarak Mancini'nin Avrupa'daki başarısızlıklarını hatırlatıyorlardı. Diğer yandan, başarabilirlerse çok etkili kontra ataklar da yapıyorlar ama Bayern gibi fazlasıyla mekanik takımlar buna pek izin vermiyorlar. Mancini takımı da topu kaptırdıktan sonra genellikle çok bariz bir strateji izlemeyip geriye çekiliyor ve tekrar kazanmayı bekliyordu ki bu bir sorun teşkil edebilir.

Bu savunma dizilimi Inter ve Manchester City'de basitçe 4-4-2 veya 4-3-1-2 olarak belirmişti ama City'de kullandığına benzer şekilde Galatasaray'da da 4-2-3-1 geçişlerini sık yapması olası gözüküyor. Genç oyunculara dair özel bir ilgisinin olmadığı biliniyor, fakat Bruma 'sadece' bir genç oyuncu değil ve bu durumda, takıma farklılık katan özelliğiyle zaman içinde yerini sağlamlaştıracağını ve 4-2-3-1 geçişlerine ön ayak olacağını düşünüyorum. Onun öncesinde, geçen senenin ilk dönemlerinde kullanılan baklava diziliminin oyun yapısına benzer bir iş çıkacağı düşüncesindeyim. Emre Çolak, Engin Baytar gibi oyuncuların daha fark yaratacak roller üstlenmeleri de beklenebilir.

Sonuç ve sonrası

Sonuç olarak, Galatasaray'ı iki sene evvelki görüntüsüne yaklaştırması muhtemel ve bu anlamda benim açımdan doğru bir tercih Mancini. Merkezi oyuncular kullanmayı seven, hatta yıldız oyuncular olmadan sisteminin farklılaştırmakta zorlanan bir isim. Bu açıdan da Galatasaray kadro yapısına uyuyor. Bu yıl büyük kaos ve bir şeyler söylemek kolay değil; Ocak transfer döneminde çıkacak bir kriz dahi olabilir. Ama her şey yolunda giderse, gelecek sene için ligi çok rahat domine edecek, taktiksel olarak stabil, daha az gol yiyen ve rahat rahat izlenecek bir Galatasaray'ın çıkacağını beklemekte hakkımız var. Türkiye Ligi, süreklilik kazanabilen, dengeli en küçük taktiksel yapıyla kazanılabilen bir lig. Malum olaylı sezonda Fenerbahçe'nin arkasında bitiren Trabzonspor, şampiyon Bursaspor ve Terim'in ilk senesindeki Galatasaray birer örnek. İki senenin sonundaysa, futbolcularıyla anlaşamayan, fazla transfer isteyen, sevimsiz Mancini de ortaya çıkabilir. Bu durumda, aynı daha önceki görevlerinde olduğu gibi 'teşekkür edilir' ve yaratılan yeni düzenle çok daha uzun vadeli bir hocaya yönelinebilir.