2014/07/19

Muzip, dindar ve golcü: Demba Ba

Demba Ba, kariyerine Patrick Vieira tarzı bir orta saha olarak başlamış; fakat daha sonra top kazanma işinin ona uygun olmadığında karar kılınmış. Uzun bacakları ve fuleli adımlarını gördüğünüz vakit, Vieira'nın hiç de kötü bir benzetme olmadığına siz de hak vereceksiniz.
(Patrick Vieira template, işte bunlar hep Jean-Marc Bosman'ın mirası...)

Premier League’in en yüzü gülen adamı Demba Ba, muzipliğini artık Türkiye’de yapacak olmasının yanı sıra gollerini de Beşiktaş için atacak.

Dünyada en fazla izlenen ligin, en göz önündeki oyuncularından biri olarak Beşiktaş'a transfer oluyor Demba Ba. Öyle ki, Premier Lig'e ayak bastığı Şubat 2011'den bu yana yalnızca altı oyuncudan daha az gol atmayı (43) başarmış; imzaladığı zorlayıcı kontratlar ve can sıkıcı menajerleri nedeniyle, istisnasız her transfer döneminde adı en fazla zikredilen oyuncular arasında yer almış birinden bahsediyoruz. Üstelik bu gol rekorunu yakalarken, ligden düşen West Ham'da, tablonun ancak orta-üst sıralarına oynayabilen Newcastle'da oynuyor; ve son olarak Chelsea'de ikinci tercih olarak görülüyordu. Tahmin ediyoruz ki, daha önce rast gelmediğiniz yeni bir şeyler söylememiz çok kolay olmayacak. Demba Ba'nın oyun tarzı, sakatlık problemleri ve dini yönü hakkında hemen herkes bir şeyler biliyor. Yine de, bunların biraz daha üzerine gidip belli noktaları keskinleştirmemiz gerekebilir.

Sakatlık meselesi

Demba Ba'nın sol dizindeki sakatlığın tam olarak ne olduğunu, ve 2009'daki ikinci operasyonda neyin ters gittiğini bilemiyoruz. Elimizde doktor raporları yok, bunlar paylaşılmıyor. Kesin olan şu ki, Demba Ba kariyerinin hemen başında çok ciddi bir sakatlık geçirdi ve bundan 3 yıl sonraki ikinci operasyonu sırasında dizinde yeni bir travma meydana geldi. İyileşmesi sonrası yeni bir kulüp arıyor ve Stoke City'le imza aşamasına gelmişken kulübün sağlık testlerinden geçemedi, ve bu olay, yani Ba'nın dizine şüpheyle yaklaşılması, İngiltere'de imzaladığı tüm kontratların -daha sonra bahsedeceğimiz meşhur sözleşme fesih bedelleriyle beraber- ana maddesi oldu. “Ba'nın kronik sakatlığı mı var?” kaygısının oluşturulmasında, şüphesiz ki, Demba Ba'nın 'bir saatli bomba' olduğunu söyleyen Tony Pulis'in büyük payı vardı. West Ham ile 'maç başı üzerinden' anlaştığı konuşuluyordu ve daha sonra Newcastle menajeri Pardew de 'çok kötü görünen bir MRI taraması'ndan bahsedecekti. Bunlar bir yana, en fiziksel ve tempolu ligde, üç buçuk sezonda toplam 6000 dakikanın ve sezon başına yaklaşık 20 maçın üzerine çıktı. Hâlâ, sakatlığının eskiden şüphe uyandıran ve fakat artık geride kalmış bir mesele mi olduğunu, yoksa ileride nüksetmesi muhtemel derin bir sorun mu teşkil ettiğini bilmiyoruz. Bunu ancak doktorlar biliyor. Lakin yaşananları art arda sıralayıp bir anlam çıkarmayı denersek, sakatlık haberlerinin esas olarak Premier Lig'e ilk geldiği vakitler yediği veto üzerinden serpilip geliştiğini söylemek yerinde olacak. Keza Demba Ba uzun süredir yeni bir ciddi sakatlık yaşamış değil, fakat şüpheler de bitmek bilmiyor. Belki Pulis o sözü söylemeseydi...

Hayır, Demba Ba'ya ait değil.
Sportif aktivite kaynaklı tibia kırıklarında, futbol %80,1 ile açık ara en tepede bulunuyor. Hatta tibia kırığı vakalarının tümünde de %24,7 gibi bir paya sahip.
(http://www.msdlatinamerica.com/ebooks/RockwoodGreensFracturesinAdults/sid1337350.html) 
  (Court-Brown CM, McBirnie J. The epidemiology of tibial fractures. J Bone Joint Surg 1995;77B:417–421. )

Peki nasıl sakatlanmıştı? 21 yaşındayken Belçika'da, Mouscron'da oynuyordu ve ilk üç maçının tamamında gol attıktan sonra dördüncüsünde, yaptığı ters hareketle bacağındaki iki kemiği birden kırmayı başardı. 2006'da yapılan ilk operasyonda doktorlar tibia kemiğine bir çivi yerleştirdiler ve 8 ay sonra tekrardan futbol oynayabilir hâldeydi. Daha sonra, iyileşen kemikten çiviyi çıkarmak üzere 2009'da yapılan ikinci operasyonda, ters bir durum ortaya çıktı. Ba'nın internet sitesinde, “Çivinin çıkarılması sırasında muhtemelen bazı parçaların dizin hassas noktalarına temas ettiği ve nükseden ağrının bu sebepten olabileceği..” yazıyor. Sonrasını biliyorsunuz.

9 numara Demba Ba

Demba Ba bir 9 numara mı? Veya öyleyse bile, Beşiktaş'ın 9 numara laneti hakkında ne düşünüyor olabilir? Henüz Papiss Cisse'nin transferi gerçekleşmemiş ve Demba Ba, Newcastle hücumlarının tartışmasız odak noktası olarak neler yapabileceğini yeni yeni göstermeye başlamışken, Kasım 2011'de bir röportajda tam da bu meselelerden bahsediliyordu. Ba'nın kariyerindeki en parlak sezonu olacak 2011-12'nin henüz başında Pardew'un söyledikleri, Beşiktaş'ta kullanılabileceği rol üzerinden de önemli detaylar sunuyor.
Onu West Ham'da oynadığından farklı bir şekilde kullanıyorum. Bir bağlantı oyuncusu, köprü gibi ve bu şekilde ilerleme kat etmeyi başardığımızı düşünüyorum. Teknik açıdan çok iyi ve biz de oyuna daha fazla katılmasını olanaklı kılıyoruz. Pres altındayken topu ileride tutacak birine ihtiyaç duyuyoruz ve Demba bunu fazlasıyla iyi yapıyor. Nasıl zaman kazanması gerektiğini, topu nasıl bizde tutması gerektiğini, nasıl faul alması gerektiğini çok iyi biliyor.

Onun saf bir 9 numara olduğunu düşünmüyorum. Daha ziyade bir 10 numara gibi görüyorum ve bana kalırsa bu rolde çok başarılı oluyor. Dürüst olmak gerekirse, eğer ona 9 numarayı verseydik -19 numara giyiyordu- üzerindeki tüm o gol atma baskısıyla bugünkü başlangıcı yapabilir miydi, bilemiyorum. 9 numarayı vermemek, sezon başında bilinçli olarak yapılmış bir tercihti.”

Demba Ba, geçen seneki hücumlarında Hugo Almeida'yı gerek geriden koşucular için bir soluklanma noktası, gerekse de doğrudan bir gol silahı olarak kullanan Beşiktaş için fazlasıyla yerinde, bu işlerin ikisini de hemen hemen iki gömlek daha iyi yapabilen bir hücum oyuncusu transferi. Demba Ba, ceza sahası içinde aklınıza gelmeyecek bir vuruş yapabilir, veya bir anda akrobatik bir dokunuşla beklenmedik bir gol çıkarabilir. Ama yalnızca bu değil, başta Oğuzhan Özyakup olmak üzere, Beşiktaş'ın geriden gelen ceza sahası hücumcuları için de Almeida'dan çok daha alternatifli oyunlar sunabilir. Umarım basitçe bir 9 numara olarak düşünülmüyordur.

Profesyonel futbolcu

Demba Ba'nın iyi bir profesyonel olduğunu söyleyen pek çok farklı kişiye; Jose Mourinho'ya, Alan Pardew'a ve daha başkalarına da rast geleceksiniz. Yalnız, bu işin bir de başka boyutu var. Bazıları için, ki sayıları hiç de az değil, Demba Ba football mercenary şeklinde çağrılan konargöçer futbolculardan bir tanesi ve evet, bu anlamda iyi bir profesyonel, fazlasıyla iyi.

Şunu kesin olarak belirtmemiz gerekiyor: Demba Ba'nın bu imajında, doğrudan kendisi sorumlu değil. Futbolu yalnızca ekmek teknesi olarak gördüğünü umarsızca söyleyen, ve daha geçtiğimiz günlerde saha içinde Kamerun milli takımdan arkadaşıyla kavga eden Assou-Ekotto gibi biri değil, kesinlikle. “Gençken, eğer futbolcu olamazsam bile yine de futbol oynamaya devam edeceğim, diyordum. Her zaman için yapmak istediğim şey buydu.” Demba Ba'nın saha içi ve dışı hareketlerinde bu doğallığı, bilakis sempatik tavırları görebilirsiniz. Lakin konu bu değil. Demba Ba'nın transfer işleriyle kalabalık bir menajer ekibi ilgileniyor ve açıkçası, tek derdi futbol oynamak olan Demba, buna karşın sanki futbol oynadığı kulüp önemsizmişçesine bir tavır içine giriyor. Newcastle'a transferinde örneğin, “Niçin Newcastle Demba?” diye sorulduğu vakit, “Bu işi menajerlerime bıraktım ve en iyi teklifin Newcastle'dan geldiğini söyledikleri için buraya imza attım.” diyordu. West Ham'la yaptığı kontratta kulübün küme düşmesi hâlinde serbest kalma maddesi vardı; daha önce Hoffenheim'dan da sorunsuz ayrılmamıştı ve Newcastle'la yaptığı kontrata da 7 milyon pound'a serbest kalma maddesi ekletmişti. Haftalık maaşını 80 bin pound'a çıkaran yeni bir kontrat yapmak üzere menajerleri bu maddeyi gündeme getiriyor, ve sonrasında Chelsea'ye transferi de bu madde sayesinde gerçekleşiyordu. Her şey bittiğinde, Pardew futbolcusunun çevresindeki yanlış yönlendiricilere ateş püskürüyordu. Beşiktaş'ın yakın tarihte menajerlerle yaşadığı sıkıntılar düşünüldüğünde, Demba Ba'yla yaşanacak olası bir anlaşmazlıkta oyuncunun bu geçmişini bir kenara not düşmek gerekecek.

Diğer yandan, Demba Ba denince artık ilk akla gelen Müslüman futbolcu algısı. Şu anda Ba'ya olan ilgi, bu tip durumlardaki pireyi deve yapma hâlimiz gibi gözüküyor; lakin mesele bundan biraz daha fazlası. Aslında motivasyonunuzun ne olduğunun çok önemi yok: Gareth Bale için profesyonel bir oyuncu olarak yaşamak o kadar da zor değildi; çünkü zaten hiçbir zaman içkiden hoşlanmadığını söylüyordu. Ba ise bu gücü dini inançlarından alıyordu, hem de çok güçlü bir şekilde. “Benim enerjim inancımdan geliyor. Herkesin bir enerji kaynağı var; ailesi, çocukları ve bazıları için inançları. Ben onlardan biriyim. Her zaman böyleydim.” Newcastle'da sayısı sekizi bulan Müslüman futbolculara atıfta bulunarak, “Yaşam şekilleri profesyonel hayatlarına fazlasıyla yardımcı oluyor.” saptaması yapan Pardew, işi maç günlerinde kullanılmak üzere dua odaları yapma fikrine kadar götürüyordu.


Tüm bunlar bir yana, benim için Demba Ba demek büyük, hem de çok büyük gülen bir adam demek. Dwight Yorke'dan sonra Premier Lig'in gördüğü en büyük gülüşlü futbolcu dendiğini hatırlıyorum. Ve şurup! İngiltere'nin en çekilmez spor insanlarından biri olan Geoff Shreeves'in müdahil olduğu röportajı bile eğlenceli hâle getirebilmişti. Shreeves, “Haydi bana kimsenin bilmediği bir sırrını söyle..” diye üstelediğinde, bir süre düşündükten sonra “Şurup!” cevabını yapıştırmıştı. “Şurup! Şurubun ne olduğunu biliyor musun? -Elbette.”

“Çilekli şurup. Su içerken içine şurup damlatıyorum, hem de her gün! 10 yıldır böyleyim, şurupsuz yapamıyorum!”

2014/07/07

Hangi ekol?



Galatasaray, Alman ekolü hülyasıyla açtığı, başka bir belirsizliklerle dolu sezona merhaba diyor. Belirsizliklerin esas nedeniyse elbette ki Cesare Prandelli değil.

1 Temmuz 2014 tarihi itibariyle 2014-15 sezonu resmi olarak başlamışken, Galatasaray futbol takımının ne idari yapılanması, ne yeni forma sponsoru, ne yeni hocası, ne de gidecek ve gelecek oyuncuları belirlenmiş durumdaydı. Cesare Prandelli ismi yüreklere biraz olsun su serpmiş olsa da, getiriliş süreci neticesinde, tüm bu meselelerin üzerindeki sis perdesini ortadan kaldırmıyor. Açıklamalarına bakacak olursak, Financial Fair Play nedeniyle eli kolu bağlı olan Ünal Aysal, elindeki imkanlardan fazlasını talep etmeden şampiyonluğa ulaşabilecek yeni bir marka teknik adamla anlaştığını düşünüyor, ve belki gerçekten de öyle. Taraftarın ağzına bir parmak bal çalmak ve bundan önemlisi, olmazsa olmaz Şampiyonlar Ligi geliri ve reklamından mahrum kalmamak açısından dördüncü yıldız mottosuyla servis edilen şampiyonluk hedefi, Galatasaray'ın kısa ve uzun vadedeki tek hedefi hâline gelmiş durumda. Peki Galatasaray'ın planı nedir? Ne zaman bir futbol aklı oluşturmaktan bahsedebileceğiz?

Galatasaray'ın tüm sorunlarının temelinde, uzun vadeli plânların yaratılamaması, ve bunun, yani büyük resmin bir türlü görülememesi neticesinde, kısa vadede ortaya çıkan ve ancak işleri daha da içinden çıkılmaz hâle getiren tutarsız kararlar yatıyor, ve gittikçe sona yaklaşıyoruz. Galatasaray saha dışında yakaladığı başarıları; sponsorluk anlaşmalarınu, reklam ve marka transferleri, bunların belki de tamamını saha içinde başardıklarına borçluydu, ve saha içindeki tutarsızlık sürdüğü takdirde, bunlardan da mahrum kalmayla karşı karşıya kalacak. Prandelli'yi getirmek, tek başına düşünüldüğünde harikulade bir iş olarak yorumlanabilir; fakat öncesinde yaşananlarla değerlendirildiğinde, Fatih Terim'in gönderilmesinin ardından, boştaki yüksek profilli hocalara Şampiyonlar Ligi kozunu kullanan Galatasaray'ın birbirine uymayan hamlelerinden bir başkasıyla karşılaşıyoruz. Ünal Aysal'ın ortaya attığı hedeflere uygun düşebilecek yegâne yerli hoca takımdan uzaklaştırıldı; belli ki Roberto Mancini'yle yola devam etmeme kararı da öncelikle etrafı kolaçan ederek alınmamıştı ve Lucescu ile Tuchel'den red yanıtı alan Galatasaray, yine ne yaptığını tam olarak bilmez bir şekilde, başka bir yüksek profilli hocanın peşinden gidiyordu. Aşık olduğu ülkede büyük çaplı bir projenin tam ortasında yer alan Klinsmann'ın veya Dünya Kupası'ndan sonra emekli olacağını sayısız kez açıklayan Hitzfeld'in adaylar arasında olduğu haberleriyse ancak bu hedefsizliği daha net gösteren örnekler olabilirdi, ama Alman ekolü hedefinin değil.

Geçtiğimiz günlerde çıkan bir habere göre, yeni sezon kamp programını belirlemek zorunda olan Galatasaray, götürülecek oyuncuları Mancini'nin verdiği direktiflere göre belirleyecekti. Galatasaray'ın şu çok konuşulan kadro çıkmazlarını bir de Roberto Mancini'nin kalması ihtimaline göre ve Roberto Mancini'nin ayrılma sebepleri üzerinden konuşmamız gerek.

La Gazzetta'dan okuyun

Ülkenin futbol ortamının yabancı düşmanlığı ve düşük entelektüel düzeyi hemen her fırsatta kendini belli ediyor. Geldiği günden bu yana yorumcularımıza bir türlü kendini kabul ettiremeyen Sneijder'in, Meksika maçında “Koşmuyor!” eleştirisine tanık olduğunu duyuyoruz; Roberto Mancini'nin dolaştırdığı kağıt, sonraki yıllarda da hatırlanacak eğlenceli bir ritüele dönüşebilecekken, bazı taraftarlar için bir utanç kaynağı hâline gelebiliyor. Şu hâlde, Türkiye'de 6 ay geçiren Mancini'nin bir, iki, belki de üç farklı profiliyle karşılaşıyoruz. Bir grup için, belki futboldan anladığı dahi şüpheli olan işe yaramazın teki veya daha aklıselim yargılama yapabilen ama yine Mancini'nin gönderilmesi tarafında olanlar için, Galatasaray'a artı değer katması imkansız biriydi. Roberto Mancini'yle röportaj gerçekleştirmiş gazeteciler ise ağız birliği etmişçesine, mütevaziliğinden, sıcaklığından ve göründüğü gibi biri olmadığından dem vuruyorlardı. Bir de bunların dışında, İtalya'da verdiği röportajlarla ülkemize konu olan Mancini vardı. Roberto Mancini'nin gelecek sezonda Galatasaray'ı çalıştırmayacağını da ilk kez İtalya'dan, La Gazetta dello Sport'tan öğrenmiştik. Türk muhabirlerden, Galatasaray kulübünün kendisinden, KAP'tan önce...


Mancini'nin aklından geçen somut birtakım fikirlere La Gazetta aracılığıyla ulaşmamız mümkündü; keza Türkiye'de çıkanlar hiçbir zaman böyle şeylerle ilgilenmez, genelde ülkeyi nasıl bulduğuyla başlayan, kemikleşmiş ve futbol dışı ağırlığı fazla olan bir tür soru dizisini izlerdi. Ayrılmasından henüz birkaç gün önce, ilk geldiği günkü enerjiyi başkandan alamadığını ima eden açıklamalar yaparken, gelecek sezonda takımda kalmak istediğini ve transferleri de buna uygun olarak gerçekleştirmek istediğini söylüyordu. Levent Tüzemen'in -dünkü telefon bağlantısında Prandelli'nin kariyerinin sonuna gelmiş biri olduğunu iddia eden Tüzemen'in- ısrarla önümüze koyduğu meşhur 40-50 milyon euro'luk bütçe isteği, hocanın o röportajda bahsettiği Fabio Quaglierella, Seydou Keita gibi isimlerden mi oluşuyordu o hâlde? İşin aslı, takımın eksiklerini en sonunda tartmış ve bütçenin farkında olan Mancini'nin, buna uygun ve fakat belli kalitedeki oyuncuların alınması yönündeki isteğiydi. Galatasaray'ın orta sahada yaşadığı sıkıntı ve alternatifsizlik ortadayken, bugün Roma'yla kontrat yapabilecek kadar hâlâ futbolcu olan ve Drogba'nın aksine kenarda oturduğu vakit ülke çapında krizlere gebe olmayacak Keita, orta saha alternatifi için sahiden kötü bir transfer hedefi miydi örneğin? Her geçen gün bir sonra gelecek hoca için içinden çıkılmaz bir hâl alan Galatasaray kadrosunun, bir transfer dönemliğine, gerçekten takımın başındaki hocanın istekleri doğrultusunda şekillenmesi herkesin yararına olacaktı. Mancini, Manchester City'nin geçen sezonki şampiyon kadronun mimarı bendim derken aslında haksız değildi; doğru oyuncuyu getirme hususundaki yargılamalarına güvenilebileceğini biliyorduk. Hocanın ne tip transfer hedeflerinin peşinden koşacağını, ve bunların, bu sezon görülen defoları yüksek ihtimalle örteceğini tahmin edebiliyorduk. Lakin belli kesimler tarafından pohpohlanan 'kötü' algısı ve Galatasaray'ın yeni ekonomik realitesinde Mancini'nin doğru adam olarak görülmemesiyle, Mancini'nin de bahsettiği üzere, Aysal'ın ilk vakitlerde koyduğu hedefler değişmeye başladı ve fakat sorunun, Türk medyasının aktarmaya çalıştığı şekliyle maddi yönü, en azından Mancini açısından, muhtemelen çok daha düşüktü. Mancini'nin tek gerçek beklentisinin tutarlı bir çalışma ortamı olduğu da reddettiği tazminatıyla hemen hemen belli olmuştu aslında.

Ünal Aysal, Cesare Prandelli'nin çok fazla yeni transfer istemediğinden, ya da daha doğru bir ifadeyle, şartları bu şekilde konuştuklarından bahsediyor. Galatasaray'ın son birkaç transfer döneminde düzenli olarak erozyona uğrayan kadrosu, Prandelli'nin küçük dokunuşlarıyla tekrardan bir kazanana dönüşebilir mi?

Bazı benzer alışkanlıklar

Financial Fair Play ve Türkiye Ligi'nin yabancı sınırlamasından henüz haberi olmuşçasına acil önlem planlarına geçen Galatasaray'da, Sneijder'in transfer olması düşüncesi dahi eskisi kadar uçuk gelmiyor. Lakin eğer kalacaksa, Galatasaray'ın derin kadro mühendisliği sorunlarının miladı kabul edilebilecek Sneijder transferinin, artık radikal bir şekilde kesin olarak çözüme kavuşturulması gerekiyor. Bir önceki sezonun aksine, takım için önemini ve takıma bağlılığını su götürmez bir şekilde kanıtlamış Sneijder'i merkeze koyan yeni bir takım düzenine geçmek, transferleri buna göre yapmak lazım geliyor. Olcan Adın, tüm bunların dışında sadece yerli oluşu ve kalitesiyle, şablonlar ve teknik adamlar üzeri bir transfer; fakat Prandelli'nin de bu meselenin ehemmiyetini ilk fırsatta kavraması fazlasıyla değerli olacak. Tekrardan bir beyin jimnastiği yapacak olursak, Mancini yönetimindeki Galatasaray'ın ilk yapacağı işlerden birinin bu olacağını büyük bir güvenle söyleyebiliriz.


Prandelli ve Mancini'nin iyi giyinmeleri ve İtalyan olmaları haricinde ortak bir noktaları olmadığını söyleyenlerin çıkacağına eminiz. Büyük oranda haklılar da. Fakat yerli medyada yazılacakları şimdiden tahmin etmek o kadar da zor değil. Dünya Kupası öncesi basın toplantılarının birinde, “7 maçın 7'sinde farklı dizilimler kullanarak şampiyon olduğumuzu hayal ediyorum.” şeklinde bir beyanat veren, teknik açıdan ilk akla gelen özgünlüğü 'esnek'liği olan bir hoca Prandelli. Bu bir yana, elindeki bütün iyi orta saha oyuncularını aynı anda sahada görmekten hoşlanıyor; patlayıcı kanat oyuncularından ziyade, parlak, yaratıcı oyun kurucuları tercih ediyor. Fiorentina'da Montolivo'yu hatırlayın. Uzunca bir süre hangi pozisyonda en verimli olabileceği tartılmış ve belki bu uzun denemeler tatmin edici bir sonla noktalanmamıştı bile! Ama Montolivo harika bir sanatçıydı ve takımdaki yeri tartışılamazdı. 'İtalyan!', 'Üçlü savunma!', 'Takımın ayarlarıyla oynuyor!' homurdanmalarını şimdiden duyuyor gibiyim. İki hocanın karakterlerinin ve futbola bakış açılarının benzerlik gösterdiğini söylemek fazla iyi niyetli bir çıkarım olacak, diğer yandan şaşırtmayacaktır.

Ali Ece'nin “Prandelli, Selçuk İnan'dan Pirlo yaratır!” çıkışı bu bağlamda yerini buluyor olsa gerek. Pirlo değil, ama belki Montolivo. Onun da eleştireni çok.

Brezilya 1970


“Brezilyalılar, yalnız onlara bahşedilmiş olan yeteneklerinden gurur duyuyorlardı; ama sanki bir o kadar da, oyun hakkında bir şeyler söylemek istiyor gibiydiler. Bir oyunu sevmeden o oyunda dünyanın en iyisi olamazdınız; ve hepimiz, o gün Azteca'da, büyük bir hayranlık ve coşkuyla maçı izleyen herkes, sanki bir tür 'oyuna hürmet' gösterisine tanıklık ettiğimizi hissetiyorduk.” 
İskoç spor yazarı Hugh McIlvanney, Brezilya'nın 4-1 kazandığı final maçında

1970 Dünya Kupası, pek çok açıdan, bugünkü şekliyle bildiğimiz Dünya Kupalarının ilkiydi. İlk kez, tüm dünyada canlı ve renkli televizyon yayını yapılıyor; Meksikalı gazetecilerin ortaya attığı grupo de la muerte, ölüm grubu tabiri, bundan böyle ölümsüzleşiyor; Adidas Telstar, siyah-beyaz çokgenli Dünya Kupası futbol toplarının ilki oluyordu. 1961'de İtalya'da başlayan Panini serüveninin ilk Dünya Kupası baskıları, 1970 Meksika'da yapılmıştı. Oyuncu değişikliği hakkı ve sarı-kırmızı kart uygulamaları, ilk kez bu kupada ortaya çıkıyordu. 1970, tüm dünyada takip edilebilirliğin önemli bir boyut atladığı ve getirdiği yeniliklerle, modern Dünya Kupası izleyicisinin hayal gücünü meşgul eden pek çok konunun temellerini atan unutulmaz bir turnuva olarak tarihe geçmişti. Lakin, bu kupanın hayal ile gerçek arasında gidip gelen efsanevi betimlemelerinin en değerli öğesi, kuşkusuz ki, John Motson'ın deyişiyle 'tüm futbol fantezilerimizi gerçekleştirmeyi başaran' sihirli Brezilya takımı idi.

Belki de, tarihin gördüğü en iyi takım oldukları algısı doğru değildi. Belki, İspanya 2012 onları çoktan sürklase etti bile; veya belki, böylesine bir futbol takımının ortaya çıkması, ancak taktik ve fiziksel gelişimin atıl kaldığı bir dönem içinde mümkündü, ve tekrarı imkansızdı. Fakat onların niçin özel olduğunu ararken baktığımız yerler de, Güney Amerika elemeleri dahil olmak üzere, tüm maçlarını kazanarak kupaya ulaşmaları gibi hayranlık uyandıran istatistikler; veya maçı ne kadar domine ettikleri, turnuvayı ne kadar golle tamamladıkları gibi kıyaslamalar üzerinden sonuca varmaya çalışan değerlendirmeler olmamalıydı. McIlvanney, bu ayrımı en iyi yapanlardan biri olmuştu. Başka takımlar da sizi heyecanlandırmayı başarabiliyor ve onlara saygı duyuyorsunuz, diyordu. “Fakat Brezilyaları izlemek, derin ve doğal bir haz veriyor; sanki saf bir fiziksel deneyimden geçiyordunuz.” Renkli televizyonların karşısında, altın sarısı formalı adamların tiyatrosunu büyüleyerek izleyen yüz binlerce insanın hissettikleri, kuşkusuz bundan farklı değildi. Brezilya 1970, artık tarihin en iyisi olmuştu.

Saldanha'nın sürgünü

Brezilya; dünya şampiyonu İngiltere ve Avrupa şampiyonu İtalya ile beraber turnuvanın üç önemli favorisinden biri olarak gösteriliyordu. Yine de, 1966'ta gruptan çıkamadıkları akıllardaydı ve dengesiz savunma hatları, hiç de Dünya Kupası kazanabilecek bir takımınkini andırmıyordu. Turnuvanın başlamasına üç aydan az bir zaman kala, João Saldanha kovulacak ve yerine, dünya şampiyonu oldukları iki kupada da ilk 11 oyuncusu olan Mario Zagallo getirilecekti. Ama bu görev değişimi, saha içi nedenlerle açıklanabilir değildi.


1964'ten bu yana dikta rejimiyle yönetilen Brezilya'nın yeni lideri, bir sene önce, general Emilio Garrastazu Medici olmuştu. Medici, aynı zamanda fanatik bir Flamengo taraftarıydı ve hatta, favori oyuncusu Dario'nun Flamengo'ya transferinde doğrudan etkili olduğu söyleniyordu. Eski bir gazeteci ve Komünist Parti üyesi olan Saldanha, Dario'yu milli takım kadrosuna almadığı Arjantin maçında beklenmedik bir yenilgi aldığında, hükümet kanadından tepkilerle karşılaşacaktı. Bunun üzerine, sonunu hazırlayan o meşhur karşı cevap ortaya çıktı: “Ben kabinenin nasıl kurulduğuna karışmıyorum; başkan da benim tercihlerime karışmamalı.”

Saldanha; Tostao ve Pele'nin benzer oyuncular olduğunu savunuyor ve savunma yönünden memnun olmadığı Pele'yi takıma almamayı düşünüyordu. Bu durumda, efsaneler arasına yazdığımız Brezilya takımının ortaya çıkması asla mümkün olmayacak ve aynı turnuvada, en yaratıcı iki oyuncusu Mazzola ve Rivera'yı değişmeli kullanan İtalya gibi, sadece 'saygı uyandıracak' bir takım olmakla yetinmek zorunda kalacaklardı. 1958 ve 1962 şampiyonluklarında kullanılan 4-2-4 dizilimini geri getiren Zagallo, halkın da isteğine uyarak, elindeki yaratıcı oyuncuların tamamına ilk 11'de bir rol bulmayı başarıyor ve savunması dahi ofansif oyuncularından kurulu fantastik bir takım ortaya çıkıyordu.

4-2-4

Brezilya'nın 'beş 10 numaralar' olarak bilinen hücum oyuncularından hiçbiri, gerçek anlamda bir merkez forvet değildi. Ortaya çıkan doğaçlama, akışkan futbolun -joga bonito'nun- en can alıcı noktası aslında buydu: öncelikle yaratıcı özellikleriyle öne çıkan beş oyuncuyla ve gerçek bir forvet kullanmadan oynuyorlardı. Takımın kağıt üzerindeki merkez forveti Tostão, gol becerileri kadar, ve belki bu becerilerinden de önce, oyun zekası -eski bir doktordu- ve paslarıyla bilinen bir futbolcuydu. Sürekli hareket halindeki 9 numara, sol iç oynayan Pelé'yle muazzam bir uyum yakalayacaktı. Sağ kanatta rakiplerin başını döndürme misyonu Garrincha'dan Jairzinho'ya geçmiş; 'altın sol ayak' Gerson, Didi'nin orta saha organizatörü görevini üstlenmiş ve merkezi oynayan sol kanat, yani bizzat Zagallo'nun oynadığı rol ise, 'Bay Bıyık' Rivelino'ya teslim edilmişti. Böylece, iki kez Dünya Şampiyonu olan kadronun dinamikleri bir nevi tekrardan vücut bulmuş oluyordu. Turnuva başlamadan 1-2 ay önce ortaya çıkan, oyuncuların pek çoğunun kulüp takımlarındaki esas rollerinde sahne almadığı bu takım, gelmiş geçmiş en iyilerden biri olarak anılacaktı.



Kupada oynadığı 6 maçta 7 gol yiyen ve bir o kadar net pozisyonu da kalesinde gören Brezilya, muhtemelen, Dünya Şampiyonu olmuş takımlar arasında en kötü savunma hattına sahip olanlardan biriydi. Gollerin hemen hemen tamamı, kaleci Felix'in bireysel hatası veya savunma hattının, çoğu zaman gereksizce, kendi yarı alanında yaptığı paslar esnasında topu kaybetmesi sonucunda gerçekleşmişti. Yetmezmiş gibi, sağ bek Carlos Alberto'nun sonu gelmez bindirmeleriyle, takımın şekli 3-1-6 gibi daha da içinden çıkılmaz bir hâl alabiliyordu. Transitiondan en az hasarla çıkma ve ayak işleri göreviyse, yalnızca 1 sene önce ilk milli maçına çıkmış olan 19 yaşındaki Clodoaldo'nun omuzlarına yüklenmişti. Tarihin en iyi takımı, final maçının son golünü tarihin en iyi golü olarak hafızalara kazırken, Carlos Alberto'nun deyişiyle 'karnavalı başlatan' oyuncu, kendi yarı alanında dört İtalyan'ı birden çalımlayarak topu sola açan, takımda teknik özellikleriyle belki de en son akla gelecek Clodoaldo oluyordu.