2013/09/30

Chelsea'de yumurta meselesi

Mourinho'nun ikinci Chelsea dönemi nasıl başladı?
Hayatım Futbol 98. sayıda.

Sezona İngilizlerin şampiyonluk adayı olarak giren Chelsea'de küçük çaplı kriz var. Mourinho klasiği olarak yavaş başlamaları bekleniyordu ama 4 maç üst üste kazanamamaları şüphesiz ki sürpriz oldu. Stamford Bridge'de Basel'e mağlup oldular ve skor haricinde ortaya koydukları da henüz pek parlak görünmüyor.

Mourinho'nun yumurta benzetmesi, Mata'nın dışlanışı gibi popüler konular ışığında yeni Chelsea'nin ilk emarelerini dört başlıkta toplamaya çalıştık. Aslında durum o kadar da kötü olmayabilir.

1) Mourinho'nun yumurtaları

Mourinho, 6 sene önce Chelsea menajeri olarak katıldığı son basın toplantısında yumurtalardan bahsediyordu: “İyi bir omlet yapmak için kaliteli yumurtalara sahip olmalısınız.” Gazeteciler Basel maçı öncesi bu benzetmeyi hatırlattıklarında mutlu biriyle karşılaştılar. Mourinho'nun artık “taze, güzel yumurtaları” vardı.

Chelsea'nin maç kazanamadığı bu 4 maçlık süreçte, Mikel ve Mourinho 'olgun' bir takım olamamalarından yakındılar. Birbirinden değerli altı ofansif orta saha oyuncusunun yaş ortalaması 23 olan Chelsea'de, son yıllarda gençleşme politikası öne çıkıyor ve yumurtaların 'taze'liği de buraya bir atıf; fakat yapılan olgunluk vurgusu, ilk plânda yaşla ilgilenmiyor. Mourinho'nun ilk dönemlerinde bir takım olarak Chelsea'nin gol atamaması değil, kendi sahasında Basel'den 2 gol yiyecek kadar kırılgan bir takım olması esas sorunu teşkil ediyor. Bahsi geçen olgunluk, bu kırılgan yapıyla ilişkili. Hull City'e 2 gol atıldıktan sonra maçın öldürülmesi çokça sevinçle karşılanmış ve Mourinho Chelsea'sinin geri döndüğüne yorulmuştu fakat sonraki maçlar işlerin o kadar çabuk yürümeyeceğini ortaya koydu.

Chelsea'nin nispeten düşük skorlu maçları ve izleyenleri henüz tatmin etmeyen oyunu, Mourinho takımı gelişiminin kaçınılmaz bir parçası ve gereği. Mourinho o arada, Chelsea'nin henüz olgunlaşmamış kadrosundan kendi oyuncularını seçip bulmak zorunda. Dünyada en sevildiği yerde, İngiltere'de çalışıyor olmasıysa bu aşamada onun en büyük destekçisi. Chelsea maç kazanamıyor ve son iki yılın en iyi oyuncusu seçilen Mata kadroya giremiyorken, basında 'Chelsea krizde!' yazılarının dozu fazlasıyla yumuşak kalıyor. Düzgün bir üslupla “Niçin Mata'yı oynatmıyorsunuz?” sorusunu yönelten Jamie Redknapp, “Çünkü Chelsea menajeri Jamie Redknapp değil, Jose Mourinho” cevabını aldığında, sempatiyle karşılanan Mourinho olabiliyor.

Jose Mourinho yeniden, yenilmez bir Chelsea inşa edebilir fakat zamana ihtiyacı olacak.

2) “It doesn't Mata!”

Juan Mata sezonun ilk maçlarında oynamadığında, sakatlığı olduğu söyleniyor ve Konfederasyon Kupası yorgunluğu bahane ediliyordu. Öncesinde, Rooney'le takas dedikodularında adı geçmişti. Mesut Özil öncesi Premier Lig'in en iyi 10 numarası olan Juan Mata, iyileşip hâlâ ilk 18'e giremediğinde, Mourinho'nun bir açıklama yapması gerekti. Mata'nın yeni oyun stiline uyum göstermesini, top kaybedildiğinde daha istikrarlı olarak takıma yardımcı olmasını istiyordu. “Bu onun suçu değil, senelerdir savunma görevlerinden kayrılmış.” diyerek açık kapı bırakmayı da ihmâl etmedi.

Mata sonsuza dek takımdan dışlanmış değil. Fakat bundan böyle takıma girmek istiyorsa kanat rotasyonunu zorlaması gerekecek. Çünkü onun önünde tercih edilen Oscar, kadroda Kroos'a en çok benzeyen, Mourinho'nun aradığı 10 numaraya en yakın isim ve bu anlamda onun çok önünde. En son Fulham karşısında rakipten 7 kez top kaparak bu alanda maçın en iyisi olan, oyun içindeki akıllı koşularıyla takım arkadaşlarına alanlar açan ve Juventus maçında olduğu gibi beklenmedik gollerin adamı Oscar, çalışma etiği ve taktik disipliniyle tam bir Mourinho 10 numarası. Mourinho, ilk Chelsea rejiminde yaptığı en meşhur açıklamalardan birinde, 4-3-3'teki ekstra orta saha oyuncusuyla rakiplerin 4-4-2'sine nasıl karşı geldiğini söylüyor ve Premier Lig'i domine ettiğini ustalıkla anlatıyordu. Ligde 4-4-2 oynayan takımlar daha da azaldı; fakat her halûkarda, Oscar'ın takım şekline katkısı, gerideki iki oyuncuyla üçlü oluşturabilecek bütünlüğü ve kısa vadede, orta ikiliye defansif koruyuculuğu onu çok değerli bir parça yapıyor. Bir Real Madrid kıyası yapmak gerekirse, oyun stili daha çok Mesut Özil'e benzeyen, forvete daha yakın oynayan ve savunma görevlerinden azledilen çok yetenekli Mata'ysa takımı daha heterojen kılacak ve güçlü bir rakip karşısında önemli bir külfet oluşturacak. Forvetine yakın oynayan Özil'e karşı, Kroos'un homojenize ettiği Bayern orta sahası 3'e 2 üstünlükle Real Madrid'e üstün gelmişken; kendi takımı inşa etme peşindeki Mourinho, böyle bir elması kaçırmak istemiyor. Oscar, sadece Chelsea'de değil, Brezilya milli takımında da yıldızları birleştiren, onların arkasını toplayan en önemli parça konumunda; çok değerli bir takım oyuncusu.

“Yeni bir Casillas krizi mi?” demeden önce, meseleyi bir de Mourinho'nun ağzından dinleyelim.

“Ramires ve Oscar'ı kullanıp rakibi boğmak veya Mata'yı forvet arkasında değerlendirerek onun harika paslarından yararlanmak iki ayrı tercih. Oyuncuların, bizim oynamak istediğimize adapte olmalarını istiyoruz. Şu anda benim 10 numaram Oscar ve eğer bana Chelsea'nin bu sezonki en iyi oyuncusunun Oscar olmadığınızı söylerseniz, size kesinlikle katılmayacağım. Bir 10 numara olarak, bize ön alanda yaratıcılık getiriyor ve pres yapmamızı, daha iyi savunmamızı mümkün kılıyor. Bu durumdayken, ona rakip beklerini peşleme görevi vermek istemiyorum. Dünyanın en iyi 10 numaraları Brezilya'dan çıkıyor ve Brezilya milli takımında oynayan Oscar'ı ben de kendi takımımın 10 numarası olarak görmek istiyorum. Takıma girecek diğer iki oyuncu bu gerçekle yüzleşmek ve daha önce yapmaya hazır olmadıkları görevleri üstlenmek zorundalar. Chelsea'nin son yıllarda oynadığı futbolu beğenmiyorum, kulüp de beğenmiyor ve bunu değiştirmek istiyoruz. Farklı bir stil getirmek istiyoruz. Geçmiş geçmişte kaldı, bu benim için de geçerli. Sanki buraya ilk kez gelmiş gibi çalışmak zorundayım.”
3) Mourinho'nun adamları ve yeni eklenenler

Birkaç senedir futbolcu kimliği alt sıralara düşen John Terry ligde 5 maçta da forma giydi; Lampard kaldığı yerden devam ediyor ve takımın Lukaku'ya tercihi 32 yaşındaki Samuel Eto'o. Mourinho'nun eski öğrencileri, 'olgunlaşacak' takımda diğerlerinden bir adım önde gözüküyor. Lukaku'nun atacağı goller, Mourinho'yla telepatik olarak anlaşabilecek Eto'o'dan daha az önemli. Bu anlayışı Mourinho kayırıcılığıyla açıklamak da çok doğru değil. Oyuncuların vereceği katkılardan çok, Chelsea'nin tekrardan Mourinho takımı olmasına etki yapacak, takım bütünlüğüne katkı yapacak her hamle, diğerlerinden daha önemli görülüyor.

Oscar bir yana, yenilerden özellikle Schürrle'nin kilit bir oyuncu olması beklenebilir. Ronaldo gibi savunma görevlerinden kaçmayacağı da düşünülürse, kanatlarda başlayarak gol üretebilme ve kontra atak silahı olabilme özelliği, onu önemli bir oyuncu hâline sokuyor. Top tutma özelliği ve takıma sakinlik getiren oyunuyla Hazard da şu ana kadar takımın bankolarından. Mourinho takıma denge getiren, garanti oyuncuları diğerlerinden daha üstte tutacak ve tercihlerinin pek çoğu bu şekilde açıklanabilir. Heyecanlı David Luiz de Mata'yla beraber Fulham maçının ilk 18'ine alınmayan oyunculardandı, Cahill onun önünde görülüyor olabilir.

4) Orta saha nasıl şekillenecek?

Takımın geleceği hakkında pek çok konuda iyi niyetli ve belli açılardan öngörülebilir tahminler yürütebiliyoruz, fakat Chelsea'nin orta ikilisine gelindiğinde, işler pek de öyle yürümüyor. En iyi tahminimiz, Mourinho'nun birbirine yakın görevli, İngilizlerin tabiriyle box-to-box oynamaya müsait iki oyuncuyla uzun vadede şekillenmek istediği olabilir. Lampard ve Ramires'in Mourinho için fazlasıyla 'açık' bir ikili ve yeni transfer genç van Ginkel'in yine box-to-box özellikli bir oyuncu oluşu; diğer yandan, 185. maçında ilk Premier Lig golünü atan Mikel bu düşünceyi destekler gözüküyor. Fakat henüz fonksiyonel, kendi oyun stilini oturtamamış Chelsea'nin oyun biçimi, rakibe göre büyük dalgalanmalar gösteriyor ve ikilinin, savunmanın önünde çakılı kalarak fazlaca vakit geçirdiği de oluyor. Chelsea'nin orta ikilisi, mevcut durumda değişmeye en açık, en belirsiz bölge. Kalitenin de diğer bölgelere kıyasla daha düşük olması, bu sezon görüleceklerle beraber transfer önceliğini orta sahaya getirebilir.

2013/09/14

30'undan sonra zirvede

Rickie Lambert'ın hikayesi ilk kez geçtiğimiz yıl manşetlere çıkmıştı, şu araysa başka bir boyuta taşındı. Southampton'ın 31 yaşındaki golcüsü artık İngiltere milli takımının da forveti.

Hayatım Futbol 96. sayıda.

Rickie Lambert pek çok yönden sıradışı bir golcü. Kariyerinin tamamını İngiltere'nin alt liglerinde geçiren biri olarak, 30 yaşında ilk kez çıktığı Premier Lig'de 15 golle geçen sezonun en golcü İngiliz oyuncusu. Önce Liverpool'dan kovulmuştu, 19 yaşındayken de Blackpool onu beğenmedi. 4 aylığına pancar fabrikasında çalışmak zorunda kaldı. Döndüğündeyse haftalık 50 pound'a Macclesfield'da oynuyordu. Geçen hafta 31 yaşındayken çıktığı ilk milli maçı yeni bir rekora tanık oldu. Topla ilk dokunuşunda, oyuna girdikten 2 dakika sonra attığı gol şu ana kadarki en hızlısı. Dahası, Rickie Lambert bir İngiliz forvetten beklenmeyecek ölçüde oyun zekasına ve Hodgson'ın aradığı hedef santrafor özelliğine sahip. Bu da onu Brezilya'ya götürülecek kadronun muhtemel değerli elemanlara arasına sokuyor.

Poster çocuk

Rickie Lambert'ın bir İngiliz olması neticesinde, 30'undan sonra yaptığı çıkış ülke içinde çok daha farklı bir boyutta algılanabiliyor. İtalya'da Luca Toni'nin yaptığına benzemiyor bu. İngilizler kendi değerlerini yetiştirmekten o kadar uzaklar ki, her hikayeye sıkı sıkıya sarılma peşindeler. Lambert da Premier Lig'deki yabancı istilasından şans bulamadığını söyleyen genç İngilizler için bir rol model olarak sunuluyor. Hatta daha öte giderek, milli takım için bir kurtuluş reçetesi.

Kulüp takımından hocası Pochettino'ya göre, gelecekte bir gün Lambert öncesi ve sonrasındaki İngiltere milli takımından bahsediyor olabiliriz. Çünkü Rickie Lambert, ülkesi için oynamayı umursuyor, bundan gerçek bir keyif alıyor. “İngiltere milli takımının imajını değiştirme, oyuncularını daha ulaşılabilir hâle getirme noktasında bir şeyleri değiştirebilir.” diyor Pochettino. Futbolcuların pahalı spor arabalarını milli takımdan daha çok önemsediği algısı bir süredir adada tartışılmakta. Çare, yine Lambert.

Bizden biri.

'Beklenen adam' olması yanında, Rickie Lambert gerçekten değerli bir futbolcu, değerli bir profesyonel. Yolu Singapur'a kadar düşen, iki sene önceki peri masalı hikayesinin kahramanı Grant Holt'a göre artıları epey fazla olan bir forvet. Yine de bu iki alışılmadık futbolcunun ortak yanlarını aramaya çalıştığımız vakit, bir kez daha İngiliz futbolunun kanayan yarası karşımıza çıkıyor. Alt liglerdeki İngiliz oyuncuları Avrupa standartına kavuşturan Paul Lambert'ın parlattığı Holt ve ülkenin en iyi yönetilen kulüplerinden Southampton'da büyüyen Rickie Lambert'ın ortak paydası şu: hoca yetişmiyor.

Pancar fabrikasından Wembley'e

Rickie Lambert, hâlâ koruduğu Scouse aksanıyla nereden geldiği konusunda şüpheye yer bırakmıyor. İlk red cevabını da burada, Liverpool'da almış. Devamı, hayal kırıklıklarıyla dolu, zor bir dönem. 15 yaşında Liverpool'dan atılmasına dair, “Dünyanın sonu gelmiş gibiydi. O yaşlarda reddedilmeyi kabullenmek kolay değildi.” diyor Lambert. Liverpool'un ardından 3 senesini geçirdiği Blackpool'da da yeterli bulunmuyor ve futbolu bırakma noktasına kadar geliyor.

Öyle ki, şansını son kez Macclesfield'da denemek isteyen Lambert, evine 1 saat uzaklıktaki bu yerin yol masraflarını karşılamak için bir pancar fabrikasında eş zamanlı çalışmak zorunda kalıyor. 4 ay kadar kulüpsüz dolaştıktan sonra Mart ayında Macclesfield'la imzalıyor ve ertesi sezonda takımın değişmezi olmayı başarıyor. O sezonun sonunda kulüp rekoruyla 300 bin pound karşılığında Stockport'a transfer oluyor. Dördüncü kademeden Wembley'e yürüyen adamın hikayesi böyle başlıyor.

İngilizler sanırım salatasını çok yapıyormuş, ben turşusunu seviyorum. Pancar.

O günlere geri giden Lambert, milli takıma yükseleceğinin hayalini dahi kurmadığını açıklıkla itiraf ederken niçin bu kadar geç kaldığını da anlayabildiğini söylüyor. Ona göre, ancak 27 yaşına geldiğinde gerçek bir profesyonel futbolcu olmuş. “Takımda en fit olmayan oyuncu her zaman bendim. Kendimi de her zaman böyle biri olduğuma ve asla değişmeyeceğime inandırmıştım. Sıradan biri nasıl yaşıyorsa öyle yaşıyor, dışarı çıkma, eğlenme fırsatları varken bunları kaçırmak istemiyordum.” diye durumu izah ediyor. Kendine biraz dikkat ettiği takdirde çok daha iyi yerlere gelebileceğini ilk fısıldayan Bristol Rovers'taki hocasıymış, fakat gerçek bir adım attığı kulüp Southampton olmuş.

Southampton yılları

Rickie Lambert, Southampton'ın bugünkü Premier Lig konumunun mimarları Liebherr ve Cortese'nin ilk milyonluk transferi. Daha evvel adanın en iyi altyapı kulüplerinden biri olarak bilinen Southampton, an itibariyle en hızlı büyüyenlerinden de. İkilinin başa geldiği 2009'dan bu yana iki kademe atlayıp Premier Lig'e geri döndüler ve şu anda ligin kıymetli orta sıra takımları arasında görülüyorlar. İngiltere'deki en Avrupai altyapı eğitimine sahip olan kulüp; Walcott, Bale, Oxlade-Chamberlain'den sonra Ward-Prowse, Shaw gibileriyle yeni bir altın nesle hazırlanıyor.

Yeni sahiplerin ilk yılında çalıştığı Alan Pardew'in transferi olan Rickie Lambert, durdurulamaz yükselişini Pardew'ın yerine gelen Nigel Adkins'le yaptı. Adkins, Pardew'den beklenen takımı modernize etme işini layıkıyla üstlenirken, Southampton 2 yılda 2 lig atlayarak Premier Lig'e yükseliyor ve Lambert üç sezona 79 lig golü sığdırarak kulübün kült oyuncuları arasına adını yazdırmaya başlıyordu.

Takımın Premier Lig'e çıkmasına tepkisi Gaston Ramirez, Mayuka, Jay Rodriguez gibi çoğunlukla ofansif transferler olan Adkins'in, modern 4-2-3-1'iyle Premier Lig'de neler yapabileceği ve Lambert'ın bu ortamda da formunu koruma ihtimali merakla bekleniyordu. Hırslı Cortese takımın savrukça ofansif hâlinden memnun olmayınca, işler o kadar da kötü gitmiyorken sezon ortasında radikal bir kararla Adkins'in görevine son verildi. Lambert'sa gerek Adkins, gerek onun yerine gelen Pochettino döneminde gollerini atmayı sürdürdü. İşine duyduğu büyük saygı, onun durmak bilmeyen ilerleyişinin en büyük garantörü.

Pochettino ve bundan sonrası

Kulübedeki esrarengiz ve somurtkan görüntüsüyle Cortese'nin sahadaki eli olduğu izlenimi veren Pochettino, Lambert'ın kariyerinde yepyeni bir sayfa. Marcelo Bielsa okulunun kuvvetli takipçilerinden olan Arjantinli hoca, geldiği ilk günden itibaren farkını belli etmişti. Ferguson'ın 'bizden daha iyiydiler' diyerek kabul ettiği bir maçta Old Trafford'da sinyali verdiler; ertesi haftada Manchester City'i 3-1 ile darmaduman ettiler. Pochettino atamasından yalnızca bir iki hafta sonra, agresifce önde baskı yapan ve rakipten kazandığı toplarla gol arayan bir Southampton ortaya çıkmıştı. Aylar sonra taraftarlar da soğuk ama haklı Cortese'nin bir kez daha doğru kararı aldığına ikna oldular.

Gelişmiş kulüp yapısı ve Adkins'in bıraktığı miras Pochettino'nun çalışması için çok uygundu. Ama devraldığı bu hazır ortamda onu en çok şaşırtan Lambert idi. “Kariyerini öğrendiğimde Premier Lig'de daha fazla oynamamış olmasına hayret etmiştim. Birbirinden aşağı kalmayan pek çok özelliği var; uzaktan çok iyi şut çekebiliyor, iyi bir bitirici, iyi bir tekniği var fakat beni en çok şaşırtanı onun mentalitesi oldu.” diyordu Manchester City maçı sonrası. Rickie Lambert deyince ilk aklımıza gelen, onu farklı kılan özellik bu olmalı, kesinlikle.

Pochettino'yla formu en gözle görülür şekilde yükselen isim Jay Rodriguez'di. Lambert'ın gol adediyse, değişen rolüne bağlı olarak düşüş göstermişti. Southampton'ın geçen yılki kısırlığının (iyi oynuyorlardı, ama sonuç gelmiyordu. Savunmada açıklar, hücumda değerlendirilemeyen pozisyonlar) ofansif yöndeki çözümü olarak, onun üzerine Osvaldo takviyesi yapılmış durumda ve Puncheon'un yerine de fit bir Lallana geliyor. Bu üçlü ve arkalarındaki Wanyama - Cork (Ward-Prowse) - Schneiderlin oynama alışkanlığı kazanıp belli çalışılmış oyunları ezbere yapar hâle geldiğinde, Southampton yalnızca teorisyenlerin ve altyapı uzmanlarının favorisi olmaktan çıkacak. Özellikle geçtiğimiz yılın iki görünmez kahramanından (diğeri West Bromlu Yacob) biri olan Schneiderlin'in bu değişimden nasıl etkileneceğini görmeyi merakla bekliyorum. Schneiderlin - Cork ikilisi, oyun aklı ve birbirini tamamlama becerisi çok çok üst düzeyde olan, başlı başına bir Nigel Adkins başarısıydı.

Pochettino'nun Southampton'da yerleştirmeye çalıştığı felsefe üzerine incelikle yazılmış bir yazıyı şurada bulabilirsiniz:
 Pochettino and His Ball Winning Philosophy: An In-depth Analysis.

Pochettino bu yıl projesini bir adım öteye taşıyor. Transfere yüksek bedeller harcayarak Lovren, Wanyama, Osvaldo gibi çok değerli üç yeni oyuncu getirdiler. Bu isimlerin kadroya katılışıyla, oynanmak istenen çizgi savunmalı, ön alanda presli futbol için çok daha uygun bir ortam oluşmuş durumda. Açıkçası, başka şansları da yok. Cork, Wanyama, Schneiderlin'den oluşan ve ligin en iyi kesicisi Schneiderlin'in ön önde oynadığı bir takımdan başka ne bekleyebilirsiniz? Pochettino felsefesinin önünü tıkayan sorunların tespiti doğrultusunda ilerliyorlar.

Osvaldo transferiyle Lambert'ın geçirmesi muhtemel evrim daha da netlik kazanıyor. Hâlihazırda kanatlara açılma, geriden gelenlere duvar olma gibi takımı yukarı taşıyıcı özellikleri barındıran Lambert, yeni hoca sonrası özellikle Jay Rodriguez'le başarılı oyunlar kurgulamıştı. Aslen bir forvet oyuncusu olan Rodriguez'in sol kanattan başlayarak savunma arkasına koşuları veya tek paslarla karşı karşıya bırakılışları çoğunlukla Lambert'ın varlığı ve pozisyon alışıyla mümkün oluyordu. Lambert'ın kanatta başlamasının çok düşük bir ihtimal olduğunu hesaba katarsak Osvaldo'nun benzer bir rolü daha iyi şekilde üstlenmesi yüksek ihtimal gözüküyor. Pochettino, Lambert'ın bu görevden de başarıyla kalkacağından emin. “Rickie ne kadar entelektüel bir futbolcu olduğunu ve rekabeti sevdiğini bize tekrar tekrar hatırlatmaktan geri kalmıyor. Osvaldo'nun burada olduğuna sevindiğini düşünüyorum çünkü oyununu daha da ileri götürmesine yardımcı olacak.” diyor.

Hodgson'ın elinde Rooney, Sturridge, Welbeck gibi çok değerli forvetler olduğu kesin. Ama onun vazgeçemediği, arkadaşlarına pozisyon hazırlayan bir hedef forvet lazım olursa artık Zamora gibi figürlerden çok daha değerli Rickie Lambert'ı var. Üstelik gol de atıyor ve daha da iyiye gidecek gibi gözüküyor.

2013/09/10

Eski gücünde değil (!)

Romanya maçı öncesi milli takım, ve Romanya.
Romanya'dan önce, Türkiye

Öyle ya, bizim memlekette kimse eski gücünde değil. “Onların değil, bizim ne yapacağımız önemli.” Bu kalıplar o kadar sık ve yerli yersiz kullanılıyor ki, durumun yarattığı kötümserlikle, olduğundan da kötü görmenin doğru olduğuna inanmaya çalışıyoruz.

Türkiye milli futbol takımı, aldığı turnuva başarılarına rağmen şüphesiz ki hiçbir zaman dünyadaki en iyi 10 jenerasyondan, takımdan veya sistemden biri olmadı. Fakat gerçekten o kadar da dibe vurmadık. Yıllardır var olan problemler üzerinden gelen başarılar sonrası, mevcut başarısızlığı Abdullah Avcı üzerinden görememek ve sistemin dibe vurması üzerinden eleştirmek çok da doğru değil. Dibe vurmadık; senelerdir üç aşağı beş yukarı aynı halet-i ruhiye içindeyiz. Yalnızca, o anın şartlarına göre kaderimiz şekilleniyor.

Ülkenin içinde bulunduğu futbol ortamını birebir yansıtan milli takımları çalıştırmak, ancak bu ortamı doğru şekilde algılayabilmek, dolayısıyla da öncelikle var olan üzerinden stabil bir yapı kurmakla mümkün oluyor. Özellikle de bizim gibi sistemsel sıkıntıları olan ülkelerde. Tepeden yaratılan bir projenin elemanları olarak getirilmeyen teknik direktörler, durumun farkına varıp 'doğaçlama' çalışmada başarılı olmak zorundalar. Bu zorunluluk, futbolun dışına çıkarak üçüncü dünya ülkelerindeki herhangi bir iş koluna kadar da genişletilebilir.

Bugüne taşınan kriz hâli, bir 'proje' getirdiğini söyleyen Avcı'nın içteki ortamı yeterince tartamaması ve 'tek başına' getirmeye çalıştığı sistemin, en başta bu yüzden sınırlılığıyla ortaya çıkmıştı. Geleceğe taşınanların azlığı bir yana, sahip olunan kadrodan alınacak 'standart' bir verimle bundan daha iyisinin çıkacağı muhakkaktı.

Fatih Terim'in 4 maçlık varlığıyla, milli takım hiç değilse 'eder'ini oynayabilir. Ve en başından itibaren bu kadarı oynanabilse, 'garanti' değil ama çok daha rahat bir ikincilik yolu tutulabilirdi. Şu ansa her şey muamma.

Eski gücünde değil, ama eskisinden iyi

Romanya, tam da ederini oynayan bir milli takıma sahip. Evet, eski güçlerinde değiller. Hagili kadroya kadar geriye gitmeye gerek kalmadan, 5 sene önceki Euro 2008'e katılan kadronun kalitesine dahi sahip olmadıkları söylenebilir. O vakitler Mutu, Chivu gibi Avrupa'nın önemli takımlarında oynayan oyunculara ve onların hemen bir alt kalitesinde birden fazla oyuncuya sahiptiler.

İki hafta önce Tottenham'a 8,5 milyon pound'a transfer olan Vlad Chiriches. Şu transfer döneminde Tottenham'a transfer olmak dahi yeterli bir övgü.

Bugünkü kadroysa büyük oranda ülke içi oyunculardan ve Avrupa'nın daha alt kulüplerinde top koşturan lejyonerlerden oluşuyor. Hakeza çok yakın zaman önce Otelul Galati, Cluj gibi şampiyonlar çıkaran ligde tek hakim yeniden Steaua ve ezeli rakipleri Dinamo da ciddi bir 'feda' döneminden geçiyor. Fakat Romanya 5 yıl önceki hâlinden çok da geride değil, hatta gayet verimli bir dönemden geçtikleri rahatlıkla söylenebilir. Kaynakları daha mütevazı, fakat bunlardan bir ürün çıkarabilmeyi daha iyi başarır hâle geldiler. Steaua en son 2008'de yer aldığı Şampiyonlar Ligi organizasyonuna geri döndü ve Vlad Chiriches'i 8,5 milyon pound'a Tottenham'a satarak Romanya tarihinin en pahalı transferini gerçekleştirdi. Piturca'nın milli takımının omurgasını da büyük oranda Reghecampf'ın Steaua'sı oluşturuyor.

Omurga Steaua'dan

Ülke içinde en başarılı olan kulüp yapısının doğrudan milli takıma taşınması en iyi futbol ülkelerinden daha zayıf olanlarına kadar pek çoklarınca kullanılıyor. Üçlü savunmaya geçen İtalya'nın doğrudan Juventus defansını kullanması, İspanya'nın Barcelona etkili tiki-taka'sı, 7 Zenitliden oluşan Rusya milli takımı yakın zamandan örnekler. Romanya'nın 24 kişilik kadrosunun 7'si Steaualı oyunculardan -henüz transfer olan Chiriches'i de sayarsak 8- oluşuyor ama etkisi biraz daha fazla. Tüm takıma dengeli bir temel sağlayan orta ikili ve defansın lideri Chiriches Steaua çıkışlı oyuncular.

5 - 55. Pintilii - Bourceanu. Eminim Rafa Benitez bu ikiliyi çok beğenirdi.

Kulüp takımlarında 5 ile 55 numaraları paylaşan Pintilii ve  Bourceanu, pozisyon bilgileri, alan kapama özellikleri ve hepsinden önemlisi uyumları yüksek bir ikili olarak 4-2-3-1'e bütünsellik kazandıran oyuncular oluyorlar. Geçtiğimiz ay bugünlerde oynanan Dinamo – Steaua derbisinde tribündeydim ve iki takım arasındaki kalite farkı en baştan bu modernlikten doğuyordu; Steaua'ya ne yaptığını bilen bir takım olma özelliğini kazandıran öncelikle bu ikili. Yalnız, müthiş ara paslar attıklarını veya çok sert oynayarak rakibi yıldırdıklarını, böyle ekstrem özellikleri düşünmeyin. Ön alandaki oyunculara kendilerini daha rahat ifade edebilecekleri temeli sunuyorlar ve tüm takımı daha iyiye götürüyorlar. Onların ceza sahasına geç koşularına dikkat etmemiz gerekebilir.

Vlad Chiriches'se açık ara takımın en potansiyelli ve kalite sahibi oyuncusu. Öyle ki, bir stoper olmasına ve Liga I gibi seviyesi düşük bir ligden transfer olmasına rağmen Tottenham'ın 8,5 milyon pound ödemesi gerekiyor. Topla dribbling özelliği çok üst seviyede. Boşluğu gördüğünde kendi yarı alanında çıkıp 2 kişiyi ekarte ettiğini, sonra bir duvar pasıyla devam etmeye çalıştığını görürsek sürpriz olmasın. Bazen kendisine olan bu fazla güveni sorun olabiliyor, ama geride de gerçek bir lider ve savunma özellikleri üst seviyede. Sadece hava toplarında henüz yeterince iyi değil. Onun milli takımda sorunsuzca ileriye çıkışları yapabilmesi, önündeki Bourceanu-Pintilii ikilisinin varlığıyla daha da mümkün.

Geçen ay bugünlerde Rumen derbisindeydim. Romanya'da geçen bir ayın ardından bu maç benim için biraz daha anlamlı. Şahane bir ülke değildi, ama gayet de sevdik aslında oraları. 5 yıl sonra bir daha belki.

Kalede bir başka Steaualı Tataruseanu oynuyor ve ön üçlüde bir değişiklik yapılması gerektiğinde oyuna girecekler takımın sol ve sağ kanatları Tanase veya Popa olacak.

Diğerleri

Steaua'nın sağladığı temel haricinde Romanya'nın opsiyonları sınırlı. Dengeli bir ilk 11 çıkarabiliyorlar, fakat alternatifleri yetersiz. Savunmada Chiriches'in partneri 32 yaşındaki Goian ve başka güvenilir bir isim yok. Sol bek Rat, West Ham'da süre bulamıyor ve genel anlamda defansın güven vermediği söylenebilir.

Marica'ya dikkat, biraz 'complete forward' ekolünden.

Ön üçlüdeki oyuncuların hepsi maç kondisyonu eksikliğinden muzdaripler; Macaristan maçında Stancu'nun, Steaua'nın bankosu Tanase'nin önünde tercih edildiğine bakılırsa ona da güvenilmiyordu. Tanase  oyuna sonradan girip golünü attı, bu maçta sol kanatta başlayabilir. Diğer iki açığı doldurması kuvvetle muhtemel Torje ve Maxim takımın yurt dışında oynayan oyuncularından; Espanyol ve Stuttgart forması giyiyorlar ve yeni nesil, tehlikeli futbolcular. Ama hücumda esas tehlikeyi Ciprian Marica oluşturuyor. Kendisi bizi ilk maçta da çok zorlamıştı; takımdaki en komple forvet. Geçen sene Schalke'deydi, şu ansa kulüpsüz.

Sonuç


Gara de Nord'u (galiba Gara de Nord) Macarlar basmış. Şu trenlere de ne lanet etmiştik.

Chiriches'i Avrupa'nın en değerli stoperi, Bourceanu'yu en büyük orta saha lideri olarak gösterdiysem affola. Rakibimizi tanıyalım temalı yazılarda genelde bu tip yanlış anlaşılmalar olabiliyor. Amacım sadece takımın genel bir betimlemesini yapmaktı, seviyesini net olarak göstermek o kadar kolay olmuyor. Aslında Romanya'nın sorunları da bizden farksız; pek çok başka şeyle beraber bizim 6+4 absürdlüğümüze paralel, 'lig başladıktan sonra' 18'den 16 takıma indirmeyi ciddi ciddi düşünmüşlerdi. Keza Piturca da anlaşılması çok kolay bir karakter değil. Bu hâldeyken, bilinçli ya da bilinçsiz, eldeki dengeli bir şekilde kullandığında başarılı oldular. Rumenler Macaristan maçından önce 1-0'a razıydı, 3-0 kazandıkları maçtan sonraysa niçin 6-0 olmadı diye düşünecek kadar gol pozisyonuna girdiler. Basit doğrular ortaya konduğunda, Piturca'ya rağmen olabiliyor. Macarlar maça trenle geldiler, garı işgal ettiler ve sonra da şehrin en güzel bölgesi Lipscani'ı yerle bir ettiler. Zaten komşular birbirinden pek hoşlanmıyordu. Macar zaferinin ardından moralli çıkacakları Türkiye maçınaysa fazla ilgi yok. O maça 40 bin kişi gelmişti, bizim maç için şimdilik 15 bin bilet satıldığı söyleniyor.

Maçın ardından not: Fatih hoca çok büyük. Bourceanu cezalı imiş, hata benim. 15 bin olayı da dün yazılmıştı, parası neyse verip girmiş demek Rumenler.

2013/09/07

Arsène knöws

Mesut Özil Arsenal için ne ifade ediyor? Yeni Bergkamp mı? 

Hayatım Futbol 95. sayıda.

Tüm yaz manşetleri süsleyen Gareth Bale'in aksine, Mesut Özil'in ismi son güne kadar adada hiç geçmemişti. Belki Arsenal de böyle bir fırsatın doğacağını beklemiyordu. Ancak ilginç bir şekilde, Gareth Bale'in Tottenham'dan Real Madrid'e transferi bu iki kulüpten daha fazla Arsenal'e yaramış oldu.

Mesut Özil, Arsenal'de yeni dönemin müjdecisi. Emirates sonrası titizlikle planlanan yüksek harcama döneminin ilk 'çilek' transferi. Üstelik Galatasaray'ın sistem değiştiren çileklerinin aksine, bir süredir iyiye giden yapıyı bozmadan, onunla bütünleşerek en iyiler arasına taşıyabilecek bir isim. Mourinho'ya göre, Arsenal şampiyonluk adayları arasına girdi bile.

Tüm ihtişamına ve haklılığına karşın, Mesut Özil kimilerine göre 'lüks' bir transfer. Daha önceki transfer hedeflerinin de gösterdiği üzere, forvet rotasyonunun orta sahadan zayıf olduğu açık. Ancak bu durum, takımın bir sonraki seviyeye forvet transferiyle atlayacağına dair tek başına kanıt oluşturur mu?

Wenger'in yaz boyu yaptığı açıklamalara ve transferdeki titizliğine göz attığımızda, bu düşüncede olmadığını ve çok haklı noktalara değindiğini göreceğiz. Arsenal'in geçen yıldan itibaren girdiği saha içi yapılanması, bu yaz boyunca söylenenler ve yaşananlar beraberce okunduğunda, esas alınması 'gereken' oyuncu tipinin en başından Suarez veya Higuain değil, Mesut Özil olduğu fikri daha fazla ağırlık kazanacak. Bu esnada oyuncunun saha içinde ne gibi değişiklikler getireceğinden bahsedeceğiz.

İngilizlerin yaşadığı heyecanın tarifi çok kolay değil. Mesut Özil, Premier Lig'e hoş geldi.

Yıldızını arayan Arsenal

Arsenal'de bu yazın ana maddesi transfer rekorunu kimin kıracağı idi. Böyle bir şeyin gerçekleşmeme ihtimali üzerinde ise hiçbir zaman durulmadı. Hedef oyuncular bir bir başka takımları tercih ediyor ve yaz hayal kırıklığıyla geçiyorken, tarihler 17 Ağustos'u gösterdiğinde Arsene Wenger'den şaşırtıcı bir açıklama geldi: “Eğer şu anda sahip olduğumuzdan daha iyi oyuncular getirebilirseniz, söz veriyorum, hemen yarın onlarla ilgileneceğiz.”

Bir Arsènal hatırlatması
Emirates stadının yapımıyla beraber Arsenal'in girdiği yolu anlamanın çok kolay olmadığı bilinen bir gerçek. Öyle ki, Wengerciliğin rasyonel düzeyde değil ancak romantizmle benimsenebileceği ağırlık kazanan bir fikir hâline gelmişti. Saha içi başarının iyiden iyiye azalıp 'loser'lığa terfi edilmesiyle kolaycı zihinlerde 'hedefsiz' Arsenal imgesi oluşmuş ve o arada Wenger'in haklılığının tartışılması çokça unutulmuştu.

Bugün Bayern Münih'in hemen arkasında, kendi kaynaklarıyla yaşayanlar arasında en zengin futbol kulübünü inşa eden Wenger'i kutlamaktan geri kalan yok. Eleştiriler, saha dışını inşa etmekle uğraşırken saha içinde geri kalan Arsenal ile başlıyor. Bu çok haklı bir tespit; yalnız, Wenger'i haksız göstermek için yeterli değil. Şayet bu sıkıntının yüksek sesle haklılaştırılması ancak Arsene Wenger'in Mourinho, Klopp, Guardiola gibi yalnızca bir futbol koçu olduğu durumda gerçekleşebilirdi. Lakin onun bütünselci yaklaşımını gördüğümüzde, saha içinin de dışından ayrı gidemeyeceğini ve belki bu yüzden talihsizce, Wenger'in zorunlu tek adamlığı altındaki Arsenal'in saha içinde belli sonuçlar ödemek zorunda kaldığını söyleyebiliriz. Ona yapılabilecek en büyük haksızlıksa, sabit fikirli, eski kafalı biri olarak görmek ve koçluk becerilerinin yeterli olmadığını düşünmek olacak. Şimdi tekrardan zirveye çıkmak için elinde epey malzeme var.

Bu bölümün özeti şu: Mesut'un Arsenal'e transferi sonrası yapılan alaycı, kötümser yorumlara aldırış etmeyin. Durağanlık, eskide kalmışlık ve tembellik kötü alışkanlıklar.

Arsenal'in genel transfer politikasını olduğu kadar, bu yazki 'yıldız avı'nı da en iyi şekilde özetleyen açıklama buydu. “Wilshere'in süper bir oyuncu olduğunu söyleyip neden ondan daha iyi bir oyuncu almadığımızı sormanız doğru değil.” diyordu Wenger. Takım içi harmoni, o ufak dengeler onun en önem verdiği konuyken, Arsenal'in alacağı o büyük oyuncu da çok başka bir boyutta olmalıydı. Higuain çok değerli bir futbolcuydu, ama Arsenal'in Napoli ölçüsünde ona ihtiyacı yoktu. Gelişme hâlindeki bir Giroud'nun önünün yıldız transferiyle kesilmesi, ancak gerçekten ikna edici bir isimle olabilirdi ve buna en yakın kişi olarak bir zamanlar Suarez öne çıkmıştı. Liverpool satmamakta direnince, Wenger ileriki günlerde şöyle bir açıklama yaptı:

“Eğer bizim oyun stilimize uyum sağlayabilecek oyuncuları ekleyebilirsek, emin olun bunu yapacağız. Bunu başarmak için gerçekten çok yoğun çalışıyoruz, ama eğer başaramazsak sırf bir şeyler yapmış olmak için saçma bir işe girmeyeceğiz. Mantıklı olanı uygulamaya çalışıyoruz, hepsi bu. Takım ruhuna, oyuncular arasındaki bağların önemine derinden inanan biriyim. Kadromdaki herkes özel ve eğer yeni birini getirmek istiyorsam, o da özel olmalı.”

Yine de, şu 'yıldız' transferi artık araç olmaktan çıkıp amaç hâline gelmiş gibiydi. Arsenal'in ses getirecek bir oyuncu alamadan transfer sezonunu kapaması gerçek bir hayal kırıklığı yaratacaktı. Wenger'in en büyük destekçisi ve takımın ruhani lideri Jack Wilshere bu durumu şöyle açıklamıştı: “Antrenmanlarda herkes transfer edeceğimiz o büyük oyuncudan bahsediyor. Eğer adımızın anıldığı o değerli oyunculardan birini transfer etmeyi başarırsak bunun bize çok büyük bir moral getirisi olacak. Sadece biz oyunculara değil, teknik kadro ve Arsenal'e bağlanan herkese.”
Nihayetinde, Arsenal 'o' oyuncuyu bulmayı başardı. Mesut Özil, başlı başına büyük bir transfer başarısı olması yanında, kadro mühendisliği açısından da kusursuz bir iş. Suarez'in terfisiyle potansiyeli kısıtlanacak Giroud veya Gustavo'nun alınmasıyla statikleşecek orta saha kurgusu gibi durumların aksine, Mesut Özil tam da Arsenal'in sahip olduğuna uyan yeni bir parça, gerçekten 'özel' bir transfer.

Özil'in eklendiği takım: reforme Arsenal

Teknik kadroya yapılan Steve Bould takviyesiyle, Arsenal geçtiğimiz sene farklı bir yola girdi. Pat Rice'ın emekliliğini istemesi üzerine yeni bir asistan bulma zorunluluğu doğan Wenger, tercihini kulübün eski savunma oyuncularından olan Bould'dan yana kullanmıştı. Pek alışılmadık şekilde, ligi en az gol yiyen ikinci takımı olarak bitirdiler. Zaman içinde de, serbestçe akan savruk Arsenal'in yerini çok daha mekanik, ne yaptığını bilen bir takım aldı. Wenger, Arsenal'in bu oyununu 'çok çabuk kombinasyonlara' dayalı olarak tanımlıyor.

Diğer yandan, bu 'çabuk kombinasyonlara' ve 'mekanikliğe' dayalı oyunun, elbette Ferguson'ın Manchester United'ına benzer bir hâli yok. Bir Wenger takımı olmanın getirisi olarak, çok yüksek oranda oyuncuların saha içi yer değiştirmelerine dayanıyorlar. Esnekliklerini kaybetmiş değiller, fakat buna yüksek düzeyde eklenen pozisyon alma bilincini eklediler. Aynı Dortmund gibi,savunma pozisyonunda 4-4-1-1 şeklinde diziliyorlar; hücumda da 4-2-3-1 üzerinden geçişleri kolayca yapabiliyorlar. 8 gol yiyebildikleri maçlardan sonra, bir ayarlama yapılması gerekmişti.

 Jamie Carragher ve İngiltere'nin en iyi TV analisti Gary Neville Arsenal'in paramparça olduğu Aston Villa maçını yorumluyor. Arteta'nın yokluğunda rollerin kavranamaması; transferin bir türlü gelmemesi sonucu taraftardaki gerginlik ve Villa'nın cezalandırıcılığıyla birleşince maç 'Spend some fucking money Arsene' ile kapanmıştı. Halbuki Arsenal o kadar kötü bir takım değildi, sezon öncesi de epey umut dağıtmıştı. 

Böyle bir yapıya giren Arsenal'de, orta saha kurgusu da değişti. Örneğin takımın en değerli 'defansif' orta saha elemanı Mikel Arteta oldu. Arteta'nın sakatlığında bu rolü yapan isimse Ramsey idi. Gücünü orta sahasının esnekliğinden ve çift yönlülüğünden alan Arsenal, 'defansif orta saha' rolünü pas yüzdesi yüksek ve pozisyon bilincine sahip orta saha oyuncularından biriyle karşılamaya başladı. Fazlasıyla 'disiplinsiz' Wilshere şimdilik bu rolü yapamaz, ancak Arteta ve Ramsey yapabiliyor. Orta saha oyuncularının birbirini anlama becerisinden, homojenliğinden güç alan Arsenal, onların kombinasyon becerileriyle rakiplerine üstünlük sağlıyor. Örneğin bu haftaki Kuzey Londra derbisinin hikayesi, 'yaratıcı' Arsenal'in mi yoksa 'güçlü' Tottenham'ın orta sahasının mı üstün geleceğiydi, fakat pek de beklenmeyen bir şey oldu. Arsenal'in rakipten çalınan toplarda da (tackle) 27'ye 13 üstünlüğü bulunuyordu. Aaron Ramsey her geçen gün büyüyorken, -maçı 7 tackle ile tamamlamış- Wenger'in defansif orta saha transfer etmeme ısrarını saygıyla karşılamalıyız.

Özil'in yeri

Görmeyen kalmasın.
Peki bu yapıda Mesut Özil nasıl bir önem teşkil ediyor?

Mesut Özil, geçtiğimiz sene ligin en iyileri arasına giren Santi Cazorla'nın yerini alarak, üçüncü bölgedeki ana belirleyici, link oyuncusu görevini üstlenecek. Bunun iki anlamı var. Birincisi, oyunu 'çok çabuk kombinasyonlara' dayanan Arsenal'in, hücum gücü için en kritik ikinci rolde -birinci rol Walcott'ın- Cazorla'nın bile üstüne ekleme yapabilmiş olması. İkincisi ise Cazorla'nın sola geçmesine bağlı olarak Arsenal'in daha net bir 'asimetrik' şekil kazanması ve kaydırmalara bağlı olarak kadroda yaratılacak ek derinlik. Bu iki maddeyi yeni bir paragrafla genişletelim.

Theo Walcott'ın sağ kanattaki kaleye direk giden veya takıma en verebilen oyunu senelerdir Arsenal'in en değerli silahı olageldi. Bununla beraber Arsene Wenger'in kanatlarda ters ayaklı oyuncu bulundurma ve Walcott'la beraber daha belirginleşen, kanatları farklı özelliklerle kullanma alışkanlığı bilinir. Örneğin oyun kurulumu kanatlara eş olarak dağıtılmaktansa genelde sol üzerinden kurulur ve bu bölgeden atılan çapraz paslarla Walcott hareketlenir. Tam tersi de olabilir. Jenkinson'ın sağ bek oynadığı dönemde oyun sıklıkla onun üzerinden kuruluyor ve top soldan koşan Gibbs'in önüne yuvarlanıyordu.

Rosicky'nin merkeze geçmesiyle Tottenham karşısında solda başlayan, sürekli içe kat ederek Giroud ve Walcott'a bu pasları atan, gerektiğinde orta sahayı dörtleyerek rakibi bozan Cazorla maçın diğer önemli ayrıntısı idi. Esasında, Arsenal geçtiğimiz senenin sonunda inanılmaz bir form tutturup dördüncülüğü alırken de, Rosicky'nin merkeze yerleşmesi ve Cazorla'nın kanada geçmesi söz konusu olmuştu. Solda başlamak Cazorla'nın performansını bireysel olarak daha iyiye götürmese dahi takıma çok olumlu yansıyor ve muhtemelen, Mesut Özil'in varlığıyla onun soldaki performansı da daha iyiye gidecek. Oyununu inanılmaz bir olgunluğa ulaştırarak takıma her girdiğinde ayrı bir katkı yapan Rosicky, stili gereği daha çok dikey yer değiştirmeler, dikey gidiş gelişler yaparken Mesut'un yer değiştirmeleri esas olarak yatay eksende gelişir. Dolayısıyla, Rosicky'le oynadığında topla merkeze kat eden Cazorla'nın aksine Mesut'un sol kanada yaptığı zamanlı koşularla merkezdeki boşluklara topsuz koşular yapan bir Cazorla'yı daha sık görebiliriz. Podolski sol kanattan apayrı bir 'direkt'lik katıyordu, fakat 'Arsenal yolu'yla oynamak daha ziyade bu şekilde bir orta saha orjinli oyuncu kullanmaktan geçiyor.

Yazının gidişatına uygun olarak Walcott veya Cazorla'dan birini koymam daha uygun olurdu, ama Rosicky'i pas geçemedim. Bu takımda hayran olunası pek çok topçu var,  ama ben bu adamı bir ayrı seviyorum. Ramsey'e de bu sene başlayan dilenme durumum söz konusu; Cazorla'ya, Arteta'ya hepsine ayrı bir saygım var fakat Rosicky başka.

Neyse, ne diyorduk? Konuyu (Mesut Özil) çok daha ayrıntılı ele alan yazılar arasından dördünü seçtim. İlgisi olana.

1) Analyzing Arsenal 2013/14. Kesinlikle birinci sırada, ve epey uzun.
2) O kadar derinlemesine girmeden, net bir şekilde, Özil ne getiriyor? 
3) Blog günlerinden takipçisi olduğum Adam Bate yazmış, kimin Özil'e ihtiyacı yok ki? (biri lüks mü dedi?)
4) Özil'i aldık, fakat transfer sezonu gerçekten iyi mi geçti demiş. (Çıkarımlara katılmakla beraber, eleştiri seviyemi daha önceki Wenger savunmama bağlı olarak aşağıda tutuyorum. Evet, hocanın zaafları var.)
Arsenal, Mesut Özil transferiyle hem sol hem de merkez orta saha bölgelerinde ilk 11'inde çok önemli eklemeler yapmakla kalmıyor, bir oyuncuyu da kulübeye göndererek önemli bir derinlik kazanıyor. Yine de, Arsene Wenger'in en büyük transferini bu kadarla sınırlamak sanırım çok da doğru olmayacak.