2008/09/28

Takım Olmak

2006 yazını hatırladınız değil mi? Üstünden iki yıl, berbat bir turnuva geçmiş olmasına rağmen hâla tadı damağımızda. Litvanya'yı açılış maçında yenmemiz, birkaç sene önce Machado'nun son saniye basketiyle yenildiğimiz Brezilya'yı çok hoş bir mücadeleyle yenmemiz, Slovenya'yı Engin'in el üstünden attığı iki üçlükle başlayan bir seri sonucu dize getirmemiz, berbat bir turnuva geçiren Ender'in mucizevi bi şekilde çevirdiği Litvanya maçı hala Milli Basketbol Takımımız adına hatırlamak istediğimiz sınırlı güzel anlar. Bütün bunları tarihimizin belki de en yetenekli iki oyuncusu olan Hido ve Memo'suz başarmak takım üzerindeki beklentileride yükseltmişti doğal olarak. Kimse pek dile getirmek istemese de Hido ve Memo'nun bu takıma iyi bir şekilde monte edilmesi durumunda İspanya’da şampiyon olabileceğimiz düşünülmüştür sanırım. Fakat yine olmadı ve beklentilerden uzak kaldık. Aslında hep sorun olarak gösterilen Hidayet ayakta kalan nadir oyuncularımızdan biri olmuş hatta İtalya'ya karşı efsane bir şekilde tek başına direnmişti ama en son Fransa örneğinde şahit olduğumuz gibi bir oyuncu tek başına bir takımı sırtlayamıyordu işte.Yine hayal kırıklıklarıyla kapatmıştık bir turnuvayı.

Bu yaz geçen seneden biraz farklı başladık işe.Takıma alınmamaları gerizekalılıktan başka birşey olmayan Kerem Tunçeri ve Ömer Onan takıma monte edilmiş, Hidayet NBA'in en çok gelişme kaydeden oyuncusu olmuş ve bir sene önce takıma liderlik yapabileceğini göstermiş, Ömer Aşık gibi NBA draftında seçilmiş parlak bir oyuncu takıma eklenmişti. Bir diğer farklılıksa Mehmet Okur'un oynayamayacak olmasıydı. Şahsen ben buna sevinmiştim. Nedenini ise birazdan açıklayacağım, çünkü yazıyı esas yazma sebebim bu! Hazırlık maçlarında pek iyi bir görüntü vermesek de eleme maçları başladığında 2006'dan izler taşıdığımız açıkca görülüyordu. Fark ne olursa olsun her top için mücadele veriyor, maçı kesinlikle bırakmıyorduk.Bunun sonucu olarak da 6da 6 yaparak Polonya'ya lider olarak gitme şansı yakaladık.

Eleme maçlarında yenilgi almadan bir büyük turnuvaya gitmek gayet güzel bir başarı. Grubumuzdaki takımların vasat olduğu gerçeğini inkar etmiyorum.Lakin takımın oynayış tarzı, kazanmayı alışkanlık haline getirmesi, Hidayet'in önderliği bizi gelecek yaz için umutlandırıyor. Bu yaz sakatlıklarından dolayı takıma katılamayan gayet iyi oyuncularımız da var. Onlardan "doğru" oyuncular takıma monte edilirse Polonya'da sürpriz bir başarı elde ederiz diye düşünüyorum. Ancak dediğim gibi doğru oyuncuların seçilmesi önemli.

Fransa maçı sonunda oyuncuların röportajlarını dinlerken Engin'in dedikleri bayağı bir dikkatimi çekti. Yanlış hatırlıyor olabilirim ama sanırım Mehmet Okur'la ilgili sorulan bir soruya "Her yaz takımın kimyası değişiyor,doğru kimyayı oturtursak Polonya'da iyi birşeyler başarırız" gibilerinden bir cevap verdi. Engin son derece terbiyeli ve düzgün biri olduğu için bu şekilde söyledi ama esas demek istediği –bence- Memo’nun takımın uyumunu bozduğuydu. Bunu yazarken de Memo’nun kişiliği hakkında yargıda bulunduğum sonucu çıkarılmasın sakın. Memo’yu severim,hatta takıma uyum sağlamasını çok isterim ama olmuyor işte. Allstar olarak her zaman övünebileceğimiz,üstünden 1.5 sene geçmesine rağmen hala gururlanabileceğimiz bir an yaşattı bize. Maçtan önce Türk bayrağını sahada görünce hepimiz ne kadar duygulanmıştık. Mehmet bence bu şekilde NBA’de bizi temsil ederek devam etsin ve daha yıllar boyunca bize gururlu anlar yaşatsın. Ilgauskas yanlış bilmiyorsam ömrü boyunca Litvanya formasını giymedi. Mehmet için de aynısı neden yapılmasın?

Ülke medyamızın biraz sapık olmasından dolayı herhangi bir milli başarısızlıkta ne denli spekülasyon yapıldığını iyi biliyoruz. Şayet Memo gelecek yaz takıma katılır ve yine bir başarısızlıkla karşılaşırsak eleştiriler geçen seferkinden de daha kuvvetli olacak.Bu ister istemez Memo’yu etkileyeceği için, iki tarafın da iyiliği adına bu radikal kararın alınması gerektiğini düşünüyorum. Umarım ben yanılırım ve Mehmet takıma katılırsa son derece başarılı olur. Yanılmaktan hoşlandığım sınırlı anlardan biri olur sanıyorum...

Uzun süredir üniversite işlerinden dolayı yazamadım.Bu yüzden de bir özür borcum var sanırım.

gica

2008/09/04

Kırmızı Kart!


Hakemlerimiz lige yine çok kötü başladı. Trabzonspor'un Ankara'daki 4 yanlış (hepsi net gol pozisyonu, ikisi gol) ofsayt kararı, verilmeyen penaltılar, öylesine çıkan ilk sarı sonrası ikinci sarıdan oyundan atılmalar... NTVSpor gün boyu tüm liglerin (İtalya-Hollanda-Almanya-Fransa...) maç özetlerini yayınlıyor, kulağım ne zaman oraya gitse 've kırmızı kart!' deyişini duyuyorum. Sahiden bu sezon biraz haşarı mı başladı? Yoksa - hakem konuşmak istemiyorum klişesini özellikle araya sıkıştırmayarak - yine mi hakem? Ben ikisi de diyorum, en azından Türkiye için.

...

Türkiye - 2 hafta - 7 kırmızı
Hollanda - 1 hafta - 5 kırmızı
İtalya - 1 hafta - 5 kırmızı
İspanya - 1 hafta - 2 kırmızı

İngiltere - 3 hafta - 2 kırmızı
Fransa - 4 hafta - 3 kırmızı
Almanya - 3 hafta - Henüz yok!

*** Polldaddy'de 'an email has been sent to our development team who will investigate it. Click back on your browser and try again.' yazısı çıktı. Üşenmeyenleri, yorumlara davet ediyorum. ***

St. Martin, Aston Villa, Delfouneso


St. Martin, Amerika'da bir dağ veya Orta Avrupa'dan bir aziz değil. Kendisi Martin O'Neill. Konuları genelde kısıtlı tutsam ve çok fazla yazı girmesem de, takımımızdan bir şekilde bahsetmek gerekiyor. Transfer dönemi kapandı ve yazıya da buradan giriyorum.

Martin O'Neill, esasında, çirkin bir adamdır. Ki Andy Murray ve son bölümde sahne alacak Delfouneso de öyledir. Ama beni burası ilgilendirmiyor, ezelden sevdiğim bir adam. Gerek gittiği her takımda başarılı olması (Leicester, Celtic, Aston Villa), gerek gittiği her takımda kendi yıldızlarını yaratması (Emile Heskey, Gabby Agbonlahor, Ashley Young...), gerekse taç çizgisine fazlaca inen biri olması nedeniyle... Transfer diyorduk, oraya geliyorum.

Premier lig, globalleşmeden öte 38 maç üzerinden dünya kupasına dönerken, üçüncü gruptaki takımlar (Premiership Preview yazısını hatırlayın, hatırlamazsanız tıklayın) arasında yerelliği koruyan üç takımdan biri Aston Villa. Diğerleri, Portsmouth ve Everton. Portsmouth'ta bu yapıyı ayakta tutanın Harry Redknapp olduğunu ama kendisinin aynı zamanda Fransa pazarından hoşlandığını ve Everton'ın da satılmasının gündemde olduğunu düşünürsek, bu ekolün tek temsilcisi olarak kalabiliriz. Benim rahatsızlığım bu konuda. Ne Robinho, ne Villa, ne de Mario Gomez'i istiyorum fakat O'Neill'ın her gittiği yerde yaptığı gibi, yalnızca Britanyalı oyunculara yönelmesi çok canımı sıkıyor.

Daha kaliteli yabancıları daha ucuza alabilecekken neden daha pahalıya bu adamları alıyoruz? Curtis Davies, Ashley Young ve hadi belki James Milner'ı ayrı tutuyorum, pahalı da olsa potansiyelleri yüksek oyuncular ve Young şu anda takımın en büyük 2-3 oyuncusundan. Ama Luke Young? Kaç senedir oynuyor ligde, 29 yaşında ve n'apacağı belli az-çok, İbrahim Üzülmez neyse o. Neden Miguel transferinin üzerine yoğunlaşmıyoruz? Veya De la Red'in, Nikola Zigic'in? Bu adamların hepsiyle adımız çıktı, Randy Lerner parayı verse De la Red gelmeyecek mi? Zigic, Santander'e bile döndü! Yarın Carew sakatlansa, Bouma gibi uzun süre dönemeyecek olsa, Gabby'nin yanında oynayacak adamımız yok. Harewood, sadece bir yedek. Transferin son günü, Zigic-Doyle (O'Neill'ın çok istediklerinden, Young'ın yaptığını o da yapabilir ) takviyesi UEFA'da ilerlere gidebilme adına çok önemli bir gelişme olacaktı. Ocak'ta daha kaliteli sağ bek ve en az bir forvet almak şart.

...

Senior takımının maçlarını zar zor justin.tv'den izleyebildiğimiz için, hazırlık maçlarını izleme şansım olmuyor. Nathan Delfouneso hakkında söylenenler çok olumlu, bunlardan da bahsedicem ve eğer İngilizlerin o bilindik şişirmelerinden biri değilse, sıra dışı bir futbolcu. 1,85 boyunda olduğunu ve Reserve takımın ana hücum stratejisinin Delfouneso'yu uzun toplarla, açık alanda birebir bırakmak olduğunu söyleyerek başlamış olayım! Telaffuzu zor, Villa-talk'takilerin dediğine göre Delfonso şeklinde. Bir parça Carew, bir parça Agbonlahor. Ayaklarına çok hakim, oldukça güçlü, uzun ve aynı zamanda hızlı. Kumaşı çok iyi. Eksikleri olarak hava toplarında beklenen etkide olamamasından, çok fantazi hareketlere kaçmasından ve ham olmasından bahsediliyor. Henüz 17 yaşında. Adebayor'a ettiğim lafları ona da etmemem için (Biraz Heskey'i de andırıyormuş, çok kaçırıyor) önünde 2-3 yıllık bir süre var. Sonu Vassell'e benzemezse, milli takıma şahane bir adam yolluyoruz.

...

İngiltere B Takımı

Stuart Taylor
Luke Young / Curtis Davies / Zat Knight / Nicky Shorey
James Milner / Nigel Reo-Coker / Gareth Barry / Ashley Young
Gabriel Agbonlahor / Marlon Harewood

Subs: Steve Sidwell, Craig Gardner, Wayne Routledge, Nathan Delfouneso

2008/09/02

Gol



Futbol Kulübü'nün futbol programları arasında en seviyeli olduğunda herkes hemfikir. Ama her şeye rağmen, orada program yapılıyor. NTVSpor'da denk geldiğim Gol dimağımda daha iyi bir yer edindi kesinlikle. Güntekin, Ersin Düzen ve Mert Aydın, Avrupa liglerini yorumluyor. Diğer yayınların aksine, bir sunucu yok. 2 saatlik, gayet doyurucu. Ersin konuyu açıyor; Güntekin coşuyor, Mert Aydın o gülüşü yapıyor. Kaçıranlar için, yarın sabahın erken saatleri veya bu gece tekrarı olacaktır muhtemelen.

Keegan Şakası


Tanrı 'Renksiz takım olmaz' demeye getiriyor. Siyah-beyaz formalı takımlar hep bir garip, Juventus'tan tutun Beşiktaş'a, onu bırakın Newcastle'a. Corluka transferine yorumum Tottenham transferi olmuştu, buna yorumum, Newcastle hamlesi. Eğer karakteristik özelliklerini göstermeye devam ederlerse, takımın başına Dennis Wise geçecek; takım son 4'te kalınca Ocak ayında kovulacak, sonra takımın başına Mancini gelecek, üç maç kazanıp yönetimin onayını alacak ve planlar gelecek sene için yapılmaya başlanacaktır. Futbolu anlatan bir film çekilirken -Gol- adı geçen bir takımın düştüğü durum ne yazık ki bu.

Fakat işin garipliği, Newcastle'ın Newcastle hamlesi yapmasında değil. Bu sezon her zamankinin aksine; büyük hedefler olmadan, kadro genel olarak korunarak, istikrar sağlanarak başlanmıştı. United deplasmanında bir puanı koparmışsın daha ne ister taraftar? Onu geçtim, sahada sadece adları gezen adamlar dönemi geçmiş gözüküyor. Takım savunma yapmayı öğrenmiş. İnsanlar umutlanmaya başlıyor. O zaman Keegan'ın ayrılma nedeni nedir diye sormak lazım. Transfer yapılmaması, Owen'la imzalanmaması, Milner'ın tutulmamasıymış! Dıdısının dıdısı. Yahu gören, takımın çok büyük hedefleri olduğu ve transfer yapılmadığından bu hedeflerden koptuğunu, teknik direktörün de kendini haklı çıkartmaya çalıştığını sanır! Çok büyük sorunlar değil ki bunlar! Triplere girmesine neden olan adama, Milner'a 12 milyon £ verilmiş, e satılmasın mı?!

Yönetimle çokça ters düşüyordu. Durum böyle olunca Mike Ashley aman tutayım girişiminde bulunmadı. Newcastle United taraftarı olmak çok sancılı olsa gerek.
The real culprit for the latest fiasco to engulf St James's Park is not Kevin Keegan, but owner Mike Ashley.

Edit: Newcastle şaka yapmış!
Newcastle deny manager Kevin Keegan has been sacked

US Open - Rising Stars



Andy Murray - Juan Martin Del Potro



Flavia Pennetta - Dinara Safina

Harika iki maç. Organizatörlerin aynı saatlere koymamasını ve Eurosport'un yayınlamasını umuyorum sadece.

2008/09/01

8 Reasons to Read a Russian Novel


- War and Peace (Leo Tolstoy)
- Anna Karenina (Leo Tolstoy)
- The Brothers Karamazov (Fyodor Dostoevsky)
- The Idiot (Fyodor Dostoevsky)

- Crime and Punishment (Fyodor Dostoevsky)
- Demons (Fyodor Dostoevsky)
- Lolita (Vladimir Nabokov)
- Absurdistan: A Novel (Gary Shteyngard)


8 Reasons to Read a Russian Novel.


Coşku, her kitapta biraz daha, biraz daha artıyor. İlk 200 sayfa geçildikten sonra, coşkunun yerini bitecek olmasının verdiği hüzün almaya başlıyor. 'O' Rusya'dan ayrılıyorum diye üzülürken 'başka' bir Rusya'da buluyorsun kendini. Kumarbaz, Budala ve daha nicesi, Dostoyevskiiy'in 'gözlemlerini', 'görüşlerini' ve 'kendini' anlattığı birer kitap. Ben, Kumarbaz'la başlayıp Budala'yla devam etmiştim. Şimdi Karamazov'ların büyüsündeyim. Tavsiyem, Karamazov ile -henüz okumasa şerefine erişmesem de- Suç ve Ceza'nın sona saklanması. Şayet, Budala sonrası Karamazov insanı sarhoş edebilirken, Karamazov sonrası Budala büyük hayal kırıklığı yaratabilir.


"...

Bir şey daha, yalnız bir sahne daha anlatayım sana. Bunu meraklı bir şey olduğu, çok karakteristik bir yönü olduğu için anlatacağım. Hem bunu biraz önce bizim eski dergilerden birinin topladığı ciltte okudum. 'Arşiv' dergisinde miydi, yoksa 'Eski Günler' dergisinde mi, bunu araştırmalı, nerede okuduğumu bile unuttum. Olay, kölelik çağının en kötü zamanında olmuş. Daha yüzyılın başlangıcında. Çok şükür, geçti o günler! Yaşasın, 'Halkımmızın Kurtarıcısı'...

O zamanlar, yani bu yüzyılın başında bir general varmış, bu generalin büyüklerle ilişkileri olduğu gibi kendisi de çok zengin bir toprak sahibiymiş, ama öyle toprak sahiplerinden biriymiş ki! (Doğrusunu söylemek gerekirse, o zamanlarda bile bu tür toprak sahipleri çok azmış) Bunlar hizmet süreleri sona erip emekli oldukları vakit, neredeyse kendi adamlarının hayatı üzerinde de, ölümü üzerinde de söz sahibi olmak hakkını kazandıklarına kesin olarak inanırlarmış. O zamanlar böyleleri varmış.

İşte bu general iki bin canlık çiftliğinde yaşıyor, herkese yukarıdan bakıyor, daha aşağı bir düzeyde olan komşularına, sanki onlar yanaşmaları ya da kendi soytarılarıymış gibi davranıyormuş. Tavlasında yüzlerce köpek ve hemen hemen yüz kadar köpek bakıcısı varmış. Hepsi de üniformalı, hepsi de atlıymış. Bir gün çiftlikte çalışanlardan birinin oğlu, senin anlayacağın küçük bir çocuk, ancak sekiz yaşında bir oğlan, her nasılsa oynarken bir taş fırlatmış ve generalin en çok sevdiği cins bir av köpeğini bacağından yaralamış. General: 'En çok sevdiğim köpeğim neden topallamaya başladı' diye sormuş. Kendisine: 'İşte şu çocuk köpeğinize taş attı, onu ayağından yaraladı.' diye bildirmişler. General, çocuğu tepeden tırnağa süzmüş: 'Ya! Demek sensin bunu yapan?' demiş. 'Yakalayın şunu!' Çocuğu yakalamışlar, annesinden zorla kopararak alıp götürmüşler. Çocuk, bütün geceyi hapis odasında geçirmiş. Ertesi sabah gün doğarken, general tam bir av giyimi içinde ava çıkmış. Atına binmiş; etrafında beslemeleri, köpekleri, köpek bakıcıları ve av kovalayıcıları varmış. Hepsi de at üstündeymiş. Etraflarına da çiftlikte çalışanları toplamışlar. Bu iş onlara ders olsun diye. En önde de suçlu çocuğun annesi duruyormuş. Hapis odasından çocuğu çıkarmışlar. Bulutlu, soğuk, sisli bir sonbahar günüymüş. Tam av için bir gün. General, çocuğu soymalarını emretmiş. Çocuğu çırılçıplak soymuşlar. Yavrucak tiril tiril titriyormuş. Korkudan aklı başından gitmiş, bağırmaya bile cesaret edemiyormuş. General 'Koşturun şunu!' diye bir komut vermiş. Köpek bakıcıları çocuğa 'Koş, koş!' diye bağırmışlar. Çocuk koşmaya başlamış... General avazı çıkıtğı kadar 'Tut! Getirin şunu!' diye bağırmış ve tüm av köpeği sürüsünü onun üzerine saldırtmış. Çocuğu anasının gözleri önünde köpeklere kovalatmış, köpekler de çocuğu paramparça etmişler. Ondan sonra generali galiba hacir altına almışlar. Eh... Ne yapacaklardı onu başka? Kurşuna mı dizmeliydiler yani? Başkalarının vicdanı tatmin olsun diye, kurşuna mı dizmeliydiler onu? Söyle. Alyoşa!

Alyoşa yüzü sapsarı olmuş, dudaklarında garip, eğri bir gülümseyişle, gözlerini ağabeyine doğru kaldırarak, yavaşça:
- Kurşuna dizmeliydiler ya! dedi.

İvan tuhaf bir heyecanla:
- Bravo! diye bağırdı. Mademki artık sen de bunu söylüyorsun, demek ki... Şu rahibe bakın hele!.. Demek senin de içinde bir şeytan var, Alyoşa Karamazov!

- Saçma bir şey söyledim, ama...

İvan:
- Belki de, yalnız, asıl önemli olan o 'ama'dadır, diye bağırdı.

Şunu bil ki bu dünyada saçmalıklar çok gerekli şeylerdir, rahip adayı! Dünya saçmalıklar üzerinde duruyor. Onlar olmasaydı, belki bu dünyada hiçbir şey olamazdı. Biz bildiğimizi biliriz!

Hiçbir şey anlamıyorum. Artık hiçbir şeyi anlamak da istemiyorum. Yalnız olaylar üzerinde durmak istemiyorum. Her şeyi anlamaktan çoktan vazgeçtim. Eğer bir şeyi anlamak istediğimi duyarsam biliyorum ki, hemen üzerinde durduğum olayı değiştirmiş olurum. Oysa ben olayı olduğu gibi ele almaya kararlıyım.

Alyoşa büyük ve içten bir üzüntüyle:
- Beni niçin deniyorsun? diye bağırdı. Bunu bana sonunda söyleyecek misin?

- Tabii, söyleyeceğim. Zaten sözü sana bunu söylemek için o yöne götürdüm. Sen benim için değerlisin. Seni elimden kaçırmak istemiyorum ve o Zosima'ya da kaptırmayacağım.

Beni dinle: Bu çocukları iş daha açıkça anlaşılsın diye ele aldım. İnsanların dünyanın üstündeki toprağı, ta ortasından kabuğuna kadar sırılsıklam hale getirmiş olan gözyaşlarından artık tek bir söz söylemek istemiyorum. Konumu kasıtlı olarak daralttım. Ben bir tahta kurusuyum ve boynumu eğerek şunu kabul ediyorum ki, olup bitenden hiçbir şey anlamıyorum. Her şey neden böyle düzenlenmiştir? Bunu anlamıyorum... Demek ki, insanların kendileri suçlu: Onlara cennet verilmiş, onlar ise özgürlüğü istemişler ve bundan ötürü mutsuz olacaklarını kendileri de bilmeden gökyüzündeki ateşi çalmışlar; o halde demek ki, onlara acımak boşuna! Gel gelelim benim o zavallı, o bu dünyaya göre yaratılmış ve Öklid prensiplerine göre işleyen aklım diyor ki, dünyada asıl var olan şey, çekilen acılardır. Suçlu diye bir şey yoktur. Her şey bir başka şeyden dümdüz ve basit olarak çıkar. Her şey akıp gider ve her şey aynı paralele girer. Ama bu yalnız Öklid'e yakışır bir acayipliktir. Çünkü bu acayipliğe uyarak yaşamaya razı olamayacağımı çok iyi biliyorum! Suçlu diye bir şeyin olmadığından, her şeyin bir başka şeyden çıkmasından bana ne? Bunu bilmemden ne çıkar? Benim ihtiyaç duyduğum, suçun cezalandırılmasıdır. Suç cezalandırılmazsa, kendimi mahvederim! Hem de ceza, sonsuzluğun bilmem hangi noktasından ya da bilmediğim bir zamanda verilmeli. Ceza burada, bu dünyada verilmeli, ben de bunu gözlerimle görmeliyim.

Evet, madem iman sahibi benim, bunu kendi gözümle görmeliyim. O ceza günü gelip çattığı vakit, ölü olursam, beni diriltsinler, çünkü o iş bensiz olursa, çok, çok yazık olur. Ben kendi varlığımı, işlediğim kötülükleri ve çektiğim acıları bilmem kim için meydana gelecek olan mahşerden sonraki o kusursuz düzene temel olsun diye mahvetmedim, onun için çırpınmadım. Ben, kendi gözümle karacanın, aslanın yanına nasıl yatacağını, bıçaklananın nasıl dirilip kendisini öldürmüş olanları kucaklayacağını görmek istiyorum. Herkes her şeyin neden meydana geldiğini, niçin yapıldığını öğrendiğini vakit burada olmak istiyorum ben!..

Dünyadaki bütün dinlerin temelinde bu istek vardır. Ben de dine inanıyorum. Yalnız, işte o çocuklar var ya, onlar ne olacak? Bu sorunun karşılığını bir türlü bulamıyorum. Belki yüzüncü kezdir söylüyorum; karşımızdaki sorunlar pek çok. Ama ben yalnız çocukları ele aldım, çünkü ne demek istediğimi böyle açıkça belirtebiliyorum. Beni dinleyin: Eğer herkesin acı çekmesi zorunluysa, herkes mahşerden sonraki 'ölümsüz' kusursuz düzene ancak acı çekmek pahasına kavuşabilecekse o halde çocukların bu işte suçu ne? Bunu bana söyler misin lütfen?.. Neden onlar da büyüklerle aynı doku içine girmişler? Neden onlar da bilmem kim meydana gelecek o kusursuz düzene kavuşsun diye bu yükün altında eziliyorlar?

İnsanların günahta ortak olmalarını anlıyorum, hattâ cezada bile ortak olmalarını anlıyorum, ama çocukların büyüklerin işledikleri günahlarda onlarla ortak olduklarını kabul edemem! Eğer çocukların babaları ile her bakımdan hem de babalarının işledikleri bütün kötülüklerde onlarla ortak oldukları bir gerçek ise, bu gerçek bu dünyaya göre değildir ve kavranılması, anlaşılması imkansız bir şeydir!..

Şakacının biri 'Çocuk nasıl olsa büyüyecek ve günün birinde günah işlemeye vakit bulacaktır!' dese bile, o anlattığım çocuk büyümedi ya, onu, sekiz yaşındaki bir çocuğu köpeklere parçalattılar ya! Ah, Alyoşa, Tanrı'ya isyan ediyorum! Gökyüzünde ve toprağın altında olan her şey, tüm varlıklar, tüm canlılar ve eskiden yaşamış olanlar, hepsi hep birden aynı ağızdan 'Sen haklısın, ya Rab!.. Çünkü bize yolumuzu gösterdin!..' diye bağırdıkları vakit, tüm evrenin nasıl sarsılacağını anlıyorum! O ana, çocuğunu köpeklerine parçalatan o canavarla kucaklaştığı ve üçü birden, gözyaşları içinde: 'Sen haklısın, ya Rab!' diye bağırdıkları vakit, biliyorum ki artık bilincin son halkasına ulaşılmış ve her şey anlaşılmış olacaktır.

Ama işte, işin püf noktası burada! Ben işte bunu, bir türlü kabul edemiyorum. Onun için daha dünyada olduğum bir sırada kendi tedbirlerimi almakta acele ediyorum. Bak Alyoşa, belki ben de o ana kadar hayatta kalacağım, ya da olup bitenleri görmek için herkesle birlikte ben de dirileceğim, belki ben de o yavrucağın celladı ile kucaklaşan anaya bakarak 'Sen haklısın, ya Rab!' diye bağıracağım. Ama o zaman bile öyle bağırmak istemiyorum, bu yüzden, daha vakit varken kendimi bundan korumak istiyorum. Onun için daha şimdiden o ölümsüz, o kusursuz hayattan vazgeçiyorum.

Mahşerden sonraki o kusursuz düzen, o pis kokulu helâda mini mini yumruğu ile göğsünü yumruklayan ve karşılığı ödenmemiş gözyaşları dökerek 'Allah babaya' dua eden çocuğun bir tek gözyaşı damlasına değmez! Değmez, çünkü o gözyaşlarının karşılığı ödenmemiştir. Ama neyle ödeyeceksin bu karşılığı? O gözyaşları ödenebilir mi hiç? Yoksa intikam alarak mı ödenecek bunların karşılığı? Ama, intikam ne yapayım ben? Celladların cehenneme atılması, ne yapayım ben? Celladların cehenneme atılması ne anlam taşır? Neyi düzeltecektir cehennem?.. Madem ki o çocuklar artık işkence ile yok edilmişlerdi?

Sonra eğer cehennem varsa, her şeyi içine alan kusursuz düzen nerede? Ben bağışlamak ve kucaklamak isterim, artık kimsenin acı çekmesini istemem. Ama eğer, çocukların çektiği çileler, insanlığı gerçeğe kavuşturmak için toplanması gereken tüm acıların, tüm çilelerin toplamı eksiksiz olsun diye kullanılacaksa, o zaman önceden söyleyeyim ki, insanlığın kavuşturulacağı o gerçek, tümü ile kendisi için ödenen fiyat kadar etmez. Son olarak şunu da belirteyim: Ben o ananın, çocuğunu köpeklere parçalatan o cellatla kucaklaşmasını da istemiyorum! Onu bağışlamaya cüret etmemelidir o ana! Eğer istiyorsa, kendi namına, bir ana olarak çektiği o sonsuz acının üzerinden bir çizgi çekerek celladı bağışlayabilir, ama parçalanan çocuğun çektiği acıyı o celladın yanına bırakmaya, bundan ötürü onu bağışlamaya hakkı yoktur. Hatta çocuğun kendisi celladı bağışlasa bile! Madem öyle, o zaman şunu sormak cesaretini kendimde görebilirim: Öyle olacaksa, o halde kusursuz düzen bunun neresinde?..

Bu dünyada o işi bağışlayabilecek, daha doğrusu onu bağışlamaya hakkı olan bir varlık var mı? Ben tüm insanlığa karşı duyduğum sevgiden ötürü böyle kusursuz bir düzen istemiyorum, böylesi daha iyi. İntikamı alınmamış acımla, dindirilmemiş öfkemle kalayım daha iyi, hatta haksız olmam bile!

Evet, biz mahşerden sonraki o kusursuz düzene aşırı bir fiyat biçtik, böyle bir âleme girmek için böylesine pahalı bir ücret ödemek bize göre değil. Onun için giriş bedelini vermekte acele ediyorum. Eğer ben namuslu bir insansam, bu bileti bir an önce geri vermem gerekir. Ben de öyle yapıyorum işte. Benim kabul etmediğim Tanrı'nın kendisi değildir. Benim yaptığım şey, sadece Tanrı'ya sevgi ile biletimi geri vermektir, Alyoşa!..

Alyoşa gözlerini yere indirerek:
- Buna isyan derler! dedi.

İvan karşısındakini etkileyen bir sesle:
- İsyan mı? dedi. Doğrusu senden böyle bir söz beklemezdim. İnsan isyan içinde yaşayabilir mi? Oysa ben yaşamak istiyorum. Şimdi bana doğru söyle, bak seni tartışmaya çağırıyorum! Bana karşılık ver, söyle: Bir an için düşün ki: 'İnsanlığın kaderi' denilen yapıyı sen meydana getiriyorsun. Amacın da sonunda insanları mutluluğa kavuşturmak, onlara en sonunda barışı ve rahatı kazandırmaktır! Yalnız, bunu sağlamak için kaçınılmaz bir şekilde , bir tek küçük varlığı, diyelim ki, intikamı alınmamış gözyaşları içinde mini mini yumruğu ile göğsünü döven o küçük çocuğu işkence içinde öldürmek gerekiyor. Öyle olsaydı, sen bu şartlar altında böyle bir yapının mimarı olmaya razı olur muydun? Söyle! Ama yalan olmasın söylediğin!..

Alyoşa yavaşça:
- Hayır razı olmazdım, dedi.

- Bundan başka, uğrunda o yapıyı meydana getirmeye çalıştığın insanların da işkence ile öldürülen küçüğün, intikamı alınmamış kanı pahasına elde edilecek mutluluğu kabul edeceklerini, kabul ettikten sonra da sonsuzluğa kadar mutlu kalabileceklerini düşünebilir misin?

..."

İvan Karamazov, kardeşi Aleksey Karamazov'a anlatırken. Devamı, Büyük Engizitör bölümü en az bunun kadar güzel, hatta bundan daha da güzel. Fakat elle yazıyorum, yeterli.

Karamazov Kardeşler, 337-342. sayfalar