2014/03/29

Geç de olsa Fabian Delph


Hayatım Futbol 123. sayıda.

"Fabian Delph, 2009'da İngiltere'nin en parlak genç oyuncularından biri olarak Aston Villa'ya transfer olmuştu. O potansiyele geç de olsa karşılık vermeye başladı ve duracak gibi gözükmüyor."

Chelsea bundan iki hafta önce Villa Park'ta ağır bir mağlubiyet alırken, maçın tüm kırılma anlarında Aston Villa'nın yerinde duramayan orta saha oyuncusu Fabian Delph vardı. Villa'nın 4-3-3 dizilişinde, sahanın sol tarafında genişçe bir alandan sorumlu olan Delph, önce 68. dakikada Willian'a ikinci sarı kartı aldırdı; 15 dakika sonra da sezonun en fantastik gollerinden birine imza attı. Aynı Willian'ı attırdığı pozisyonda olduğu gibi, kendi yarı sahasında kazandığı topla aniden hızlanacaktı. Yoluna çıkan Matic'e ayak çabukluğuyla bir çalım atıyor, sol kanattaki Albrighton'i görüp koşusuna devam ediyor ve Albrighton'ın bekletmeden açtığı ortada, top arkasına düşmesine rağmen topuğuyla köşeye 'doğaçlama' bir vuruş yapıyordu! Maç boyunca sol koridorda rakip hücumlarını başarıyla karşılamış, orta sahada çok kritik toplar kazanmış ve merkezden delici çıkışlar yapmıştı.

Aslında bunların hiçbiri, ve Delph'in bu maçta gösterdiği ekstrem performans Villa taraftarı için yabancı değildi. Hatta attığı gol bile. Aston Villa kariyeri, sezon kapatan sakatlıklar ve kulüp içi karışıklıklarla başlayan Delph'in, ilk lig gollerini atması için 4 sene kadar beklemesi gerekecekti; ama bu sene itibariyle başladığı gollerinin tamamı, izleyeni yerinden kaldıran, çok özel goller oldular. İşin doğrusu, 2009 yazında Premier Lig'e ayak bastığında ondan beklenen tam da böyle bir şeydi. Uzaktan şutlarıyla jeneriklik goller atan, sahayı kolayca dikine kat eden, geleceği çok parlak bir box-to-box oyuncusu etiketiyle geliyordu. Geçen sezonun ilk yarısında gösterdiği performansla ilk 11'deki yerini garantileyen ve bir zamanlar bahsedilen potansiyelinden kesitler sunmaya başlayan Delph, ikinci yarıdaysa kanatlanıp uçuşa geçti ve yükselmeye devam ediyor. O, henüz kendini bu seviyede görmediğini söylese de, “Delph nerede, Hodgson?” artık salt Villa taraftarının sorduğu bir soru değil.

Leeds'de mucize sezon

Delph'in Leeds United'la League One'da geçirdiği ilk tam sezon öylesine etkileyiciydi ki, bu tek sezon, Arsenal, Aston Villa gibi devleri 6 milyon pound'un cüzi bir bonservis bedeli olduğuna ikna etmeye yeterli olmuştu. Sezon sonunda, League One'ın En Değerli Oyuncusu ödülünü kıl payı kaçıracak; ama Yılın Genç Oyuncusu'nu pek tartışma götürmeden kazanacaktı. Oyunu büyük bir tutkuyla oynuyordu Delph. Çok fazla işi bir arada yapabilmesinden önce, izleyenleri büyülemesi en başta bu yüzdendi. En imkansız anlarda kayarak topa atlamaları, bir anda yaptığı dönüşler ve asla bitmek bilmeyen enerjisi, Delph topu aldığında tribünde başka bir heyecana neden oluyordu. Fakat hepsi bir yana, Aston Villa'ya transfer olmadan evvel yalnızca bir tam sezon profesyonel futbol oynamıştı ve onun bu 'toy'luğu, ne yazık ki istenmedik sonuçlar doğuracaktı.

Aston Villa'da iz bırakan savunma oyuncularından biri olan Steve Staunton, o sıralarda Leeds United'da yardımcı antrenörlük yapıyordu. Staunton'a göre, 6 milyon pound Delph için 'kelepir' bir fiyattı! Şöyle demişti:

“Onu, artık fazla rastlamadığımız eski tip orta saha oyuncularından biri olarak tanımlayabilirim. Her şeyden ama her şeyden biraz biraz yapabiliyor. Coşkusu ve topla yapabildikleriyle insanları sürüklüyor. Premier Lig atmosferinden etkileneceğini düşünmüyorum. Büyük bir kalabalığın önünde oynamaya alışkın ve hatta bana öyle geliyor ki, meydan okuma ona daha iyi geliyor.”

Sorun, iki lig arasındaki uçurumun çok büyük olması veya Delph'in mücadeleden sinmesi değildi. Tersine, kendine çok fazla güveniyordu. Ama ince bacakları ve dengesiz hamleleri League One için dahi soru işaretiyken, Premier Lig'e çabuk adapte olması hiç de kolay görünmüyordu. Daha kötüsü oldu. “Delph'in top çalma sanatını öğrenmesi gerek!” diyen Aston Villa hocası Martin O'Neill'dan yalnızca bir ay sonra, çok ciddi bir diz sakatlığı geçirecek ve geri dönmesi yaklaşık bir yılı bulacaktı. O'Neill, öngörülerinde haklı çıkmıştı. “Onun agresifliğinden feragat etmesini istemiyorum, çünkü bu onun oyun tarzının bir parçası. Ama kendisi için çok tehlikeli olan şekilde davranmamayı da öğrenmesi gerekiyor.” demişti. “Öğrenmeli, çünkü vücudu sakatlığa çok açık. Top çalmanın da bir tekniği var.”

Paul Lambert'la yeniden doğuş

Böylece, Delph'in Villa'daki ilk sezonu kısa bir parlama döneminin ardından sakatlıkla noktalanıyor ve ertesi sezonun da dörtte üçü kaçıyordu. Üçüncü yılında, Martin O'Neill'ın sezonun başlamasına bir hafta kala verdiği istifayla sarsılan Villa, üst üste altıncılıkla bitirdiği sezonların ardından ligde kalmayı zorlukla başaracaktı. O'Neill döneminde büyük bir mali yükün altına giren kulüp, transfer harcamalarında ciddi bir kısıtlamaya giderken bu durum en çok da Delph gibi forma şansı bekleyen genç oyunculara yarayacaktı. Takımın başına, alt liglerden aldığı tanınmamış oyuncularla Norwich City'de mucizeler yaratan Paul Lambert getirildi ve Delph'in yükselişi başlamış oldu.

Fabian Delph'in Aston Villa kariyerindeki ilk lig golü. 2013-14 sezonu, 14. hafta, Southampton deplasmanı. 80. dakikada gelen bu golle, maçı 3-2 Villa kazanacak. Diğer üç golü de izlerseniz, ikinci paragraftaki "Delph'in kötü golü yok!' iddiamıza hak vereceğinizi düşünüyoruz.
1) Lig Kupası maçı, Rotherham.
2) Maç Villa Park'ta, rakip West Brom. West Midlands derbisi. Ama mevzubahis Villa'yken, karşınıza ne çıkacağını asla bilemezsiniz. İlk 10 dakikada 2 gol yiyen takım 2-0 geriye düşüyor. 12. dakikada Weimann 2-1, 24'te Bacuna 2-2 yapıyor. 37'de bir gol de Fabian Delph attığında, inanılmaz bir geri dönüşe imza atmış olacaklar! Maçı 4-3 Villa kazanıyor.
3) Ve malum Chelsea golü.
devam edecek...

Geçen sezon Avrupa'nın 5 büyük ligindeki en genç ikinci kadroya sahip olan 'yenilenmiş' Aston Villa'da, Fabian Delph büyük saygı gören bir figür, bir 'lider' hâline gelmiş durumda. Geçen seneki köklü değişimde altyapıdan yükseltilen oyunculardan biri olan Andreas Weimann, “Standardı çok yükseğe koyuyor ve herkesten aynısını yapmasını bekliyor. Sahada sürekli bağırıp çağırıyor, bizi yüreklendirmeye çalışıyor.” diyor. Villa'nın bu fazlasıyla özgün 'kolej takımı' havası, Delph gibi bir karakterin kendini ifade etmesi açısından belki de en harika ortamı sağlıyor. Tecrübeli bir oyuncu grubunun arasında, önce 'rol' oyuncusu olarak takıma dahil olan ve zaman içinde daha 'özel' görevlere evrilen genç oyuncu modelinden farklı biri Fabian Delph. Çoğu durumda, işleyen bir çarkın içine dahil olmak genç oyuncular için en doğru modelken, belki de Delph için ciddi bir 'kısıtlama' teşkil ediyor. Delph, 'aynı anda her işi yapmaya çalışarak' kendini buluyor. O'Neill'ın söylediği gibi, agresifliğini kısıtlayarak veya sorumluluklarını azaltarak gelişimini 'yönlendirmeye' çalışmak, doğru bir yaklaşım değil. Bu açıdan, Steven Gerrard'a benzetilebilir. Tam olarak hangi 'özel' göreve evrileceğini henüz kestirebilmiş değiliz ve kim bilir belki de Gerrard gibi, 33 yaşına geldiğinde hâlâ böyle olacak.

Peki ne kadar iyi olabilir?

Delph artık çok daha olgun bir oyuncu, ve top çalma 'sanatı'nı da büyük ölçüde öğrendi. Fiziği her geçen gün daha iyiye gidiyor ve güçlendikçe, kafasındakileri çok daha rahat yapabilir hâle geliyor. Geçen sezon dribbling sonrası en iyi ihtimal yerden cılız şutlar çıkarabilen bir oyuncuyken artık en tepeye ve kuvvetle vurabiliyor. Fakat hâlâ gideceği çok yol var. Ortaya koyduğu 'efor'la akla gelen bir oyuncudan, gerçek bir çok yönlü orta sahaya dönüşmesi için en başta 'pas' özelliğini geliştirmesi gerekiyor. Delph, iyi bir oyun kurucu değil. Delici ara paslar ve ters kanada uzun toplar gönderebilecek nitelikte ve bu özelliğini de aktif hâle getirdiği takdirde, gerçekten saygın şekillerde anılabilir. Şu anda İngiltere Milli Takımı için önündeki en önemli engel muhtemelen bu. Delph, potansiyeli çok yüksek bir futbolcu fakat şu an için bir orta sıra takımındaki 'savaşçı' figürden fazlası değil. Ross Barkley veya Adam Lallana gibi öncelikle 'kumaş'ıyla gündeme gelmiyor. O da bunun farkında, ve repertuarına yeni şeyler eklemek için her gün antrenmanda daha fazla vakit geçiriyor.

2014/03/15

Selçuk İnan sorunsalı


Okumadan önce, bir uyarı. Bu yazının üzerine daha fazla eğilmem, bazı şeyleri biraz daha olgunlaştırmam gerekirdi ve bunun yanında maç içinden karelerle görsel bir sunum da eklenmeliydi. Şu anki hâli, üçüncü kez okumadığım, aklımdakileri bir an önce yazıya geçirmek istediğim, az önce yazdığım taslak hâli. Yoğunluktan dolayı ancak önümüzdeki hafta sonu tekrardan üzerine eğilmeye başlayabilirim, ama şu durumda, yazıdaki fikirler üzerine yorum alabilirsem ayrıca sevineceğim. Üç-dört haftadır gözüme çarpan bazı basit gözlemlerden oluşuyor aslında, vardığım bu ilk sonuca o kadar da güvenmiyorum; bu yüzden.

Selçuk İnan'a ne oldu, niçin böyle oynuyor?

1 - Üçlü forvetin arkasında, merkezden bir çoklayıcı, bir forvet arkası gerekiyor. Pası verdikten sonra anlamsız, direkt öne doğru koşuşları bu yüzden. Bir örnek: Drogba geriye pas çıkarsa, veya bire-iki yapmak istese, veya dönen top olsa; orada birinin olması gerekiyor.

2 - Peki bu Sneijder olamaz mı? Neden Sneijder olmuyor? Bunun ilk nedeni, Mancini'nin bekleri çok fazla öne çıkararak bir oyun kurgulaması, ve bu yapıda kesin olarak bir orta saha oyuncusunu savunmayı üçleyecek, melez bir pozisyonda düşünmesi. Bu durumda orta sahayı iki kişiden kurmak, aslında orta sahayı tek kişiyi düşürmek anlamına geliyor ki, bu Mancini için kabul edilemez; takımın kuracağı denge için sağlıklı olmaz. Manchester City'de 4-2-3-1 oynuyorken, yani orta sahayı 1+2 değil, 2+1 kurguluyorken, Toure'yi ön alanda oynatmak için de Jong ve Barry'i şart koşuyordu, özellikle de büyük maçlarda. 'Koruyucu' orta sahanın tek olmasını fazlasıyla dengesiz görüyor olmalı. Bu da, tekrardan, Galatasaray'ın ilk orta sahasının aslında orta sahadan daha çok, beklerin öne çıkması hâlini dengeleyen, özel bir görev üstlendiğini gösteriyor. Brezilya'da bu uygulama geleneksel olarak bir defansif, bir ofansif bek kullanılarak yapılıyor; geride bu şekilde üçlü duruluyor ve hatta çift orta sahalar da birinci volante, ikinci volante şeklinde 1+1 şeklinde bölünüyor. Bu bir kenarda dursun, yazıda bahsedilebilir.

Şu durumda, Selçuk-Felipe Melo ikilisi, daha önce dahil oldukları yapılardan, örneğin ilk sezon uygulanan 4-4-2'den çok farklı bir görev üstlenmiyor gibi görünüyor. Box-to-box görev yapan orta ikili kurgusu. Fakat burada şöyle bir fark var. Sneijder'in soldaki varlığı, sol kenarda yapılan aksiyonların akıcılığı ve oyuncunun daha rahat alan bulabilmesi üzerine şekilleniyor. Sneijder'in merkezde görev alamaması 1) bekler nedeniyle orta sahalardan birinin daha önce bahsedildiği gibi geriye çakılması gereği ve bu durumda orta sahayı iki oyuncudan kuramaması ile başlıyor. Devamında, Sneijder'in, takımın esas ofansif beki Telles'le yapabileceği verimli pas alışverişleri, Mancini'nin belki de Sneijder'de David Silva örneğini görmesi (çok doğru bir yaklaşım olmadı), Sneijder'in kariyeri boyunca sola deplase olma alışkanlığı, merkezin aksine topu solda aldığında kaleye daha rahat yüzünü dönebilmesi, kanattan oyun kurulumuna daha rahat katılabilmesi ve çok önemli olarak, topla içeri doğru döndüğünde ters kanada mükemmel paslar atabilmesiyle tamamlanıyor. Esas olarak önüne atılan toplarla, sprinter özelliğiyle verimli olabilen Burak Yılmaz için özel bir silah hâline geliyor bu, ve bu sene, en az Telles-Sneijder kenar işlemeleri kadar öne çıkan bir desen hâline gelmeye başladı. Lakin burada şöyle bir sorun var. Serbest oynadığı söylenen Sneijder aslında pek de öyle değil. Gerçekten serbest olan bir Sneijder'i birinci bölgedeki oyun kurulumu aşamasında gördüğümüzü söyleyebiliriz. Kanat rolü ve Telles'in öne çıkışları buna imkan tanıyor. Sneijder'i sol kenar üzerinden geriye top almaya gelirken değil, daha başka zamanlarda, daha serbest pozisyonlarda da geride top almaya gelirken görebiliyoruz. Lakin hücumda böyle değil. Gerçekten gezgin bir Sneijder'i görmemiz demek, hücum aksiyonlarında daha fazla merkezde 'top alan' ve buralardan pas, şut imkanları bulan Sneijder'le mümkün. Sneijder'in merkezdeki varlığı çoğu zaman ancak ceza sahasına geç koşularla oluyor.

3 - O hâlde şöyle bir durum var. Forvet arkasında bir oyuncu oynatmak, yalnızca oyuna yaratıcı bir unsur katmakla alakalı değil; tamamen mekanik bir mesele aynı zamanda. Daha Anglosakson geleneğe uygun olarak, bu oyuncu uzun topları indiren hedef oyuncunun boşalttığı alanlara kaçacak biri olabilir; veya Latin geleneğe uygun teknik bir orta saha. Aslında mesele, sahayı doğru şekilde kullanmakla alakalı. Bek oyuncuları için sahayı genişletme kavramı gibi, merkezden de 'ikinci' bir oyuncu bulundurmanız gerekiyor. Belki dönen topları toplamak, belki o son öldürücü pası yapmak veya savunmanın dengesini bozacak bire ikiler yapmak için. İşte Galatasaray'ın şablonunda bu ikinci oyuncu Selçuk 'olmak zorunda' oluyor. Bu oyuncu Sneijder değil. Daha önce 4-4-2 oynayan Galatasaray'da, Necati'nin veya Elmander'le Baros'tan birinin burayı 'doldurması', Selçuk-Melo ikilisinin o dönemden bugüne farkı. Melo'nun rolü değişmese de Selçuk artık box-to-box'tan farklı bir şey. Bu çok garip, ya da bana öyle geliyor. Selçuk oyun kurulumunda, takım karşı yarı sahaya geçtiğinde, daha geride kalıp pas opsiyonu olmak veya oyunu geride akıcı hâle getirmek yerine bir anda ön alana, Drogba ve Burak'ın doldurduğu alanların yakınına gidiyor. Buna dikkat çekilmemiş olması benim gerçekten çok garibime gidiyor. Selçuk'u 'sahada ne yaptığını bilmeyen' bir adam hâline sokan, bu yeni rolü. Nitekim Chelsea maçında topuğuyla verdiği şahane tek pas, son Karabük maçında ceza sahası hemen dışında Scholes-vari bir pozisyonda topun önünde kalması, Bursa maçında yine o civardan yaptığı şahane plase bu rolün sonucu, bu rolü harika gösteren detaylar. Daha teknik ve vizyoner bir oyuncu olan Selçuk İnan'ın, böylesine daha 'mekanik' bir role girmesi onun düşen performansındaki en büyük etken. Bu rolü, Wesley Sneijder akıl almaz bir verimle oynayabilir: mekanik, anlık koşular ve 'forvet'e ait özellikler. Aslında Inter'de yaptığı da tam olarak buydu. Ama bu rolü üstlenmesi, yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü gerçekleşemiyor. Bu arada söylemeyi unuttuk: rakip yarı sahaya geçildiğinde, savunmaların arası özel rolü olduğunu söylediğimiz orta saha ve Melo nispeten aynı seviyeye geliyor ve Selçuk'u ön alana attıran biraz da bu.

4 - Peki nasıl düzelebilir? Açıkçası Sneijder'in David Silva gibi bir sanatçıdan ziyade, 'mekanik' bir güç olduğunun kavranması ve belki de tekrardan eski 2+1'li Selçuk-Melo önünde Sneijder'e dönmesi bir çözüm olabilir. Ama çıkmazlar çok fazla. Şu hâlde Telles'in çıkışlarının dengesine inanılmıyorken ya o durumda? Hele ki Sneijder oynamıyorken orada Bruma veya bu tip bir kanat oyuncusunun oynayacağı anlamına gelecek ve büyük bir sorun. Dahası, bu yapı içinde tolere edilebilen ve gol atamamasına karşın 'eğreti' durmayan Burak Yılmaz 4-2-3-1'in kanadında büyük bir fiyasko olacak. Üstüne Hamit Altıntop'a bir rol bulunamaması (bunu ciddi bir sorun olarak görmüyorum elbet, ama şu anki düzene Hamit'i dahil etmek için çok daha uygun) veya tekrar kanatta kullanma fikri gibi durumlar doğurabilir. Aslında sürpriz değil, şu an düzen gerçekten de takımı en dengeli hâle sokan düzen. Ve çözümleri bunun üzerinden yaratmamız gerekiyor. Belki de, Wesley Sneijder'i daha fazla merkeze doğru serbestleştiren ve Selçuk'u Telles'in arkasını toparlayan role sokmak, yani daha önce baklavadaki gibi bir yapıya evrilmek bunları çözecek. Şu anda aslında epey statik bir saha içi yerleşimi izliyoruz. Zaman içinde, Selçuk ve Sneijder'in bu deplaseleri kendi 'insiyatif'leriyle yapabilecek hâle gelmeleri, ki Mancini böyle hamlelerin peşinde olan bir hocadır, sistemi bambaşka bir hâle sokabilir. Sol içte konuşlanmış Selçuk'un attığı ara pasla hızlanan Telles, onla beraber geriye doğru açılan savunma hattı ve bir anda yay civarında boşta kalan Sneijder.. Veya Selçuk'un pasında merkezde topla buluşan Sneijder'in tek pasla Telles'i görmesi ve Telles'in çizgiye inmesi gibi.. Lakin şu an görünen, adeta bir inverted-winger gibi oynayan Sneijder, ve forvet arkası Selçuk İnan. En önemli aşama, iyi bir taktisyen ve düşünür olan Mancini'nin, şu anki en 'dengeli' yapıyı bulması gibi böyle bir yapı üzerine de yoğunlaşma arayışına girmesi. Eğer ki buna yönelik bir adım atarsa, her şey daha güzel olabilir. Dahası, ayrılması muhtemel olan Drogba yerine Burak'ın tekrardan merkeze çekilmesi ve kenardaki 'şutör', 'delici' forvet rolünü Gabbiadini gibi bir isime vermek çok yeni olasılıklar doğurabilir. Burak'ın forvet oynadığı takımda topun ön alanda tutulamaması ve sanki her topun 'duvardan dönmesi', ilk sezonki 4-4-2'den sonra Galatasaray'da önemli bir sorun olmuştu. Bu sorun Mancini'nin uyarılarıyla minimize edilebilirse, Drogba gibi bir değerin pek çok artı niteliğine rağmen, Burak'ın delici gücü ve onun boşalttığı alana geçecek oyuncunun bu rolü daha iyi oynayabilecek olması hücum gücünü birkaç gömlek yukarıya çekebilir.

Hepsi bir yana, bahsettiğimiz oyuncular Selçuk İnan, veya son paragrafta Burak Yılmaz. Dany için 2173231 madde sayan Önder Özen gibi olmak istemiyorum (dinlerken ben de müthiş keyif aldım ama ne yazık ki farklı algılanabiliyor), fakat bazı şeyleri anlatabilmek için tane tane yazmak gerekiyor. Yoksa Selçuk çok iyi de çevresi kötü, Dany müthiş oyuncu deme taraftarı değilim. Her nasıl ki Dany müthiş bir oyuncu değil ama alınmasının belli bir mantığı varsa, -mantıklı olduğunu savunmakla mantığından bahsetmek ayrı şeyler-, Selçuk da düşüşte ve bunun belli bir mantığı var. Bu kadar.

2014/03/01

Mesut'a ne oldu?


Hayatım Futbol 119. sayıda.

"Mesut Özil'in balayı bitti. Bir süredir ne kadar özel bir oyuncu olduğu değil, niçin formunun bu kadar düştüğü tartışılıyor. Neden böyle oldu acaba?"

Mesut Özil'in Premier Lig'e ayak basışı gerçek bir sükseye neden olmuştu. Arsenal, senelerdir askıya aldığı yüksek bonservisli yıldız transferini, fazlasıyla ikna edici biri isimle gerçekleştiriyordu. En üst klasmandaki oyuncular arasında, 'Arsenal genleri'ne bu kadar oturan bir başkasından söz edebilmek mümkün değildi. Mesut'un gelişi, Wenger'in 'ilk yıldız transferim, kulübün kaderini değiştiren adam' dediği Dennis Bergkamp'la karşılaştırılıyordu. Sadece saha içindeki benzerliği nedeniyle değil, ama tüm kulübün 'hava'sını birkaç kat yükselttiği için böyleydi. 'Ö fenomeni', haftalar geçtikçe daha da büyüdü. Mesut Özil'in büyüleyici asistleri artık basit birer pas olmaktan çıkmış, Arsenal'in momentumunu her seferinde bir kat daha yukarıya çıkaran unutulmaz anlara yükselmişti. Ama sonra bir şey oldu. Ve aynı Mesut'un yükselişi gibi, Mesut'un düşüşü de bir mite dönüştü. En son Bayern karşısında bir penaltı kaçıran Mesut Özil, 13 maçtır gol atamıyor ve yalnızca 2 asist yapabilmiş durumda. Pek çok fikir ortaya atılıyor; sahiden, Mesut'a ne olmuş olabilir?

1 – Walcott & Ramsey

Düşüncemiz o ki, Mesut Özil'in sahadaki etkisinin 'hissedilemeyecek' düzeye gelmesinde en önemli etken bu iki oyuncunun sakatlığı oldu. Arsenal, çok yoğun bir maç programına girdiği aralık ayından beri Walcott ve Ramsey'den yararlanamıyor. Arsenal'in oyunu, bu ikilinin varlığında çok başka bir forma bürünebiliyor ve Mesut'un etkisini daha fazla 'hissedebilmemiz' için bu 'form'a, onlara ihtiyacımız var.

"Wilshere'in Arsenal'ı"

"Ramsey'nin Arsenal'ı"

Karşımızda iki farklı Arsenal var. Birinde dümene Jack Wilshere geçiyor, diğerindeyse Aaron Ramsey. Bu iki oyuncunun farklı oyun stilleri, Arsenal'in hücum setlerine doğrudan etki ediyor. Jack Wilshere'in Arsenal'i, topu çok daha fazla ayağında tutuyor. Dar alana sıkıştırıyorlar ve buralarda yaptıkları muhteşem işlerle gole gidiyorlar. Ramsey'nin Arsenal'i ise daha direkt. Geniş alanda oynuyor ve bir anda hızlanıp kusursuz şekilde bitirebiliyorlar. Arsenal'in bu sezon attığı gollerin bir kısmı, bu açıdan şaşırtıcı derecede karakteristik özellikler gösteriyor. Rosicky'nin bu hafta sonu Sunderland'e attığı bilardo golünü hatırlayın. Giroud'nun tek dokunuşla son pası verişine kadar, Wilshere'in Norwich'e attığının karbon kopyasıydı. Mesut Özil'in de biri kafayla olmak üzere iki gol attığı bu maç, Ramsey ve Wilshere'in aynı anda sahada olması durumunda Arsenal'in elindeki çok farklı opsiyonların ciddi bir göstergesi olmuştu. Ve yalnız Norwich'e karşı değil, bundan 10 gün önce Napoli'ye karşı da benzer bir performansı göstermişti Arsenal. Ramsey'nin sağ kenardan hızlandığı pozisyonda, Mesut harika bir bitirişle golü atıyor; maç hızını kesmeden bir gol de Giroud'ya attırıyordu. Oyunun hızlandığı her an; hayal edilebilecek en doğru pası atan, o durumdaki atağı en iyi şekilde yönlendiren Mesut Özil, sahadaki diğer oyunculardan birkaç kat yukarıya çıkıyor. Oyunun biraz daha kısa paslarla ince ince işlenmeye yoğunlaştığı, 'tiki-taka'ya döndüğü durumdaysa, Mesut'un etkisini aynı ölçüde 'hissetmek' mümkün olmuyor. 

“Oyunun hızlandığı her an, hayal edilebilecek en doğru pası atan, o durumdaki atağı en iyi şekilde yönlendiren Mesut Özil.”

2 – Bergkamp örneği

Takıma geliş hikayelerinden oyun stillerine, Dennis Bergkamp ile Mesut Özil arasında sayısız benzerlik kurulabilir. Bergkamp'ın ne denli kült bir figür olduğu, bu hafta sonu Emirates Stadı önüne dikilen heykeli ve ondan birkaç ay önce piyasaya sürdüğü harika biyografisi sırasında duyduğumuz hikayelerle şu günlerde bir daha pekişiyor. Lakin Bergkamp'a dair algımızda hâlâ belli çarpıklıklar olabilir. Dennis Bergkamp, kariyerinin hiçbir döneminde 90 dakikanın tamamında ağırlığını hissettiren bir oyuncu olmamıştı. Tersine, maçın büyük periyotlarında oyundaki varlığı dahi unutuluyor gibiydi. Bergkamp'ın kariyeri, daha ziyade Newcastle'a attığı akıl almaz gol veya Ayala'yı şaşkına çevirdiği top kontrolü gibi 'an'larla dolu. Bergkamp demek, 'büyüleyici an'lar demekti.  

Dennis Bergkamp'ın geçtiğimiz aylarda çıkan biyografisi 'Stillness and Speed'de, kariyerinin son dönemlerinde Wenger'le yaşadığı zıtlaşmaların anlatıldığı bir bölüm yer alıyor. Artık yaşı epey ilerleyen ve yavaşlayan Hollandalı, Wenger'in takımında fazla süre alamamaya başlamış. Kendisini verilerle savunan hocaya bir gün patlayacağı tutuyor: “Maçın kaderini değiştirdiğim öldürücü pasım hangi istatistiğe giriyor?!”

 Dennis Bergkamp'ın ilk dönemleri de 
oldukça zor geçmişti!
"Bergy: boşa harcanmış para"
Mesut Özil'in kalitesi, 5 büyük lig içinde en çok asist yapan oyuncu gibi sayısal verilerle desteklenmeye çalışılsa da, aslında bu yeterli değil. Gerçek şu ki, Mesut'un 'hiçbir şey yapmadığını' düşündüğümüz, bir önceki bölümdeki ifadeyi tekrarlayacak olursak, oyundaki varlığını 'hissedemediğimiz' maçlarda dahi, Mesut Özil çok önemli bir figür olarak varlığını sürdürüyor. Mesut'un varlığı, sahadaki her hareketin daha kusursuz yapılacağının en büyük garantörü. Oyunun biraz hızlandığı durumlarda, bu mükemellik rakip arkadaşına atacağı bir ara pas şeklinde belirebilir. Ama böyle olmak zorunda değil. Oyun daha yavaş aktığında da, basit top kontrolleri ve koşularla oyunun gidişatına 'fark ettirmeden' etki edebiliyor Mesut Özil.

Wenger, onu oyunun 'hizmetkar'ı olarak tanımlıyordu. “Mesut, takıma yepyeni bir teknik kalite, vizyon ve çok güçlü bir şekilde kollektif oynama arzusu getirdi. Onun tek bir efendisi var ve o da futbol. Oyun ondan ne talep ediyorsa onu yapıyor; egosu hiçbir zaman oyunun önüne geçmiyor. Aynı bütün büyük oyuncularda olduğu gibi...” 

Mesut Özil'in daha az etkili olduğu dönemler elbette olacak. Fakat ona yönelttiğimiz eleştiriler, salt oyundaki devamlılığı veya sayılar üzerinden gelişiyorsa, bir kez daha düşünmemiz gerekebilir.

3 – Vur Giroud'ya!

Şu sıralar saha dışında yaşadıklarıyla gündeme gelen Olivier Giroud, Arsenal'e dair olumsuz bir yorum yapılacağı vakit her nedense hep ilk akla gelen isim oluyor. Bir şeyler ters gitmeye başladığında, sorunu Giroud'da aramak yerine başka yerlere bakmalıyız.

Oliver Giroud, hâlihazırda en üst klasmandaki forvetler arasında değil; belki hiçbir zaman olamayacak da. Ama onun çok önemli bir görevi var: takımın geri kalanını 'oynatıyor'. 'En' ayarını yapan kanat oyuncuları gibi, Arsenal'in 'boy'unu ayarlayan bir oyuncu Giroud. Hâlâ zaman zaman dağılma emareleri gösterse de, gün geçtikçe daha 'sağlam' bir takım olmaya doğru ilerleyen Arsenal'de, ön alandaki oyuncularla geridekilerin bağlantısını sağlayan, kollektif yapının dağılmasını önleyen en kilit oyuncu o belki de. Giroud; ön alandaki presi başlatıyor, geriden gelen koşuculara duvar oluyor, gerektiğinde uzun top opsiyonu hâline geliyor ve dar alanda müthiş tek pas servisleri yapıyor. En üst düzeydeki forvet oyuncularının 'patlayıcılığına' veya gol tutkusuna sahip olmayabilir. Ama sırf bu yüzden, onu haksızca yargılamaktan vazgeçsek iyi olacak.

Mesut'un henüz çıktığı ilk maçta Giroud'ya verdiği gol pası.
Kaleci Boruc'a pres yapan Giroud topu çalıp golü atıyor. Geçen hafta benzer bir golü Sunderland'e de atmayı başardı. Yer olsa Giroud'nun ceza sahası içi doğru koşu/yalancı koşularını ve yüksek gol yüzdeli tek vuruşlarını da koyacaktık. Son vuruşları kötü, ama tek vuruşları iyi. (Yukarıdaki golde de bekletmeden topun altına çok iyi giriyor, tek vuruşla gol.)

Mesut Özil'in keskin paslarını değerlendirecek bir forvet olmamasından yakınıp okları Giroud'ya yöneltmek, bu durumda çok doğru değil. Mevzu, Giroud'nun 'iyi niyetli' olması da değil. Arsenal'in, örneğin Higuain gibi bir oyuncuyla, aynı ölçüde kollektif bir takım olabileceğinin garantisi gerçekten yok. Ve aslında, Mesut çıktığı ilk maçta, henüz 10. dakikada, savunma arkasına attığı pasta Giroud'ya golü attırmıştı. Sorun, Olivier Giroud değil. Sadece, Mesut'un düzenli olarak o pasları atmak için arayacağı oyuncunun illa ki bir santrafor olması gerekmiyor. Walcott gibi, bir uzak forvet de olabilir. Ne yazık ki, sakatlıkların şekillendirdiği Arsenal'de, şu anda bu tip bir uyum yakalayacağı oyuncu yok gibi gözüküyor.

4 – Wenger okulu

Mesut'un 'yolunu kaybetmesinde', tüm bunların dışında bir etken daha var. Ama bu kısım biraz karışık. Öyle ki, Mesut'u şu günlerde nispeten 'verimsiz'leştiren futbol ortamı, uzun vadede onu gerçekten 'olması gereken' oyuncu hâline getiren en değerli unsur olarak anılabilir. Arsene Wenger'in, oyuncularını el üstünde tutan, onların 'öznel'liklerine derin saygı gösteren futbol anlayışı, Real Madrid'de gösterdiği performansla dünyanın en iyi 10 numarası konumuna yükselen Mesut Özil'i bu tanımların da üzerinde bir figüre dönüştürebilir.

Sahada ne yapılması gerektiği hakkında kesin 'direktif'leri olan Mourinho, Klopp gibi taktisyenlerin aksine, Arsene Wenger'in futbol aklı, oyuncuların kendi kararlarını alması gerektiği fikrini taşıyor. Wenger'in düşüncesine göre, Robert Pires gibi, Dennis Bergkamp gibi dehalardan maksimum şekilde verim almanız ancak bu şekilde mümkün. Fransız hoca, birbirini yalnızca 'teknik' değil ama psikolojik olarak da tamamlayan, ayrı ayrı 'karakter'lerin oluşturduğu kusursuz kollektifler yaratmak istiyor. Bu sezon her maç farklı bir skorerin çıkması ve daha önceki kısımlarda bahsettiğimiz Wilshere ve Ramsey'nin takımları meselesini, bu anlamda bir iyiye gidiş olarak yorumlayabiliriz.

“Wenger tarafından takımın teknik lideri olduğu ilan edilen Mikel Arteta.”

Wenger'in kullanmayı çok sevdiği bir tabir olan 'lider' meselesi mühim. Her takımda iki-üç lider olduğunu söyleyen Patrick Vieira, meseleyi şöyle izah ediyordu. “Dennis (Bergkamp) bizim liderimiz, ilham kaynağımızdı. Thierry Henry'nin golü atacağını, Dennis'in kimsenin yapamayacağı bir şeyi yapacağını biliyorduk. Biliyorduk ki Sol Campbell gerideki işleri organize ediyordu ve biliyorduk ki, kırmızı kart görecek biri varsa, o da bendim.”

Wenger için, Mikel Arteta ve Mesut Özil'in ayrı bir yeri var. Bu oyuncuları, takımın 'teknik' liderleri; yani taktik zekası en yüksek, strateji belirleyen oyuncular olarak tanımlıyor. Mesut'un böyle bir yapılanma içindeki yeni rolüyse, Mourinho'nun takımındakinden büyük farklılıklar gösteriyor. Oyuncuları saf birer kazanan hâline getiren Mourinho'da, 'keskin'likler öne çıkıyordu. Mesut Özil'i bir anda bu kadar tepeye çıkaran ama diğer yandan, 'az koşması' gibi eleştirilere tabi tutan yapı, böyle bir yapıydı. Mesut'un topu alış zamanları, onun en tehlikeli pası atacağı zamana özel olarak denk getirilmekteydi sanki. Wenger'in takımında ise oyunculara hazırlanan 'ortam' bu şekilde değil. Mesut Özil'in 'doğaçlama' oynamasına daha fazla imkân tanıyabilecek, Mesut'u aynı Pirlo gibi, Zlatan gibi, golleri veya asistlerinin üzerinde başka bir oyuncuya, bir 'fenomen'e dönüştürebilecek bir yapı bu. Fakat şu an için, Mesut'un epey çalışması şart.

Ancelotti'nin iddia ettiği üzere 'savunma'sı üzerine değil, ama belki fiziği ve hepsinden daha çok da şutları üzerine. Wenger, onu Bergkamp'la kıyasladığı vakit, Hollandalı'nın başlangıçta bir forvet ve Mesut'un bir orta saha olmasından bahsediyordu. “Dennis'in kariyeri, fiziksel kalitesine adaptasyonuyla şekillendi. Vücudu daha fazla skor üretmeye izin vermediğinde, daha büyük bir 'hazırlayıcı' oldu.” Mesut Özil için, tam tersini söylemek mümkün. Wenger, Mesut'un şutları konusunda daha cesur olması gerektiğini ve bu konuda daha çok çalışması gerektiğini söylüyor. Bunları başardığı takdirde, Fransız hocanın Zidane karşılaştırması çok daha gerçekçi olacak.