2011/12/03

McLeish yeter!

Aston Villa şu anda Premier Lig'in topa en az sahip olan takımı. Aslında sondan ikinci. Ama sonuncu takım zaten bu alanda sonuncu olmaya bilinçli olarak gönül vermiş olduğundan -Stoke City- istatistiği böyle bir amaç gütmemiş diğer 19 takım için tutmak daha akla uygun. Bununla beraber şut ve kaleyi tutan şut istatistiklerinde de yine sondan ikinci. 14 maçın 7'si berabere bitti ve Aston Villa an itibariyle Heskey'siz hiçbir hücum planı yokmuş gibi gözüken ve tüm yaratıcılığı Gabriel Agbonlahor'dan ibaret olan bir takım. Bununla beraber hâla ilk 10 içinde.

Daha önce hocalara yaklaşırken belli bir saygıyı hep göz önünde bulundurdum, ama artık dayanamıyorum. McLeish dayanılacak gibi değil. 'Negatif' imajını Birmingham City'deki çalışma şartlarına bağlayıp daha önce İskoçya ve Rangers'la başardıklarını eklediğimizde dengesi ve pragmatikliğine ek olarak daha vizyon sahibi bir hoca imajı yaratmıştık. Futbol devrimi yapmaya gelmiyordu buraya; gençleri kullanacaktı, arada Heskey'e uzun oynayacaktı, ama genel olarak takım belli bir taktik disipline ve modernizasyona sahip olacaktı. Ama belli ki İskoçya'nın fazla atak yapmasına gerek yoktu ve belki de İskoçya Ligi'nin kalitesi belliydi. Geçen sene Hleb başarısızlığında olduğu gibi, sorun oyuncuların alınmasında değil, bunların nasıl kullanılması gerektiğindeydi. Sir Alex Ferguson futbol okulundan çıkma, şimdinin teknik direktörlerinden ikisi Steve Bruce ve Alex McLeish futbol oyununa çözümler üretme konusunda sınıfta kalıyorlar. Yöneticilik becerileri fena değil, ki Sir Alex okulundan mezun olup da bu alanda zayıf olanı sopayla döverler. Ama yine bu okulun, daha doğrusu İngiltere futbol kültürünün bir sonucu olarak, saha içinde sınıfta kalıyorlar. Rijkaard, Ancelotti veya Cruyff'un çıktığı okuldan biraz farklı bu. Ben Sunderland'in yapılanmasını her zaman onayladım; çok oyuncu gelip gitmesi bana kalırsa çok önemli değil. Keane'in kadrosundan çok daha uzun vadeli, çok daha maaş dengesi oturmuş ve oyuncu alım-satımlarıyla da bütçesini büyütebilecek bir yapıda Sunderland. McLeish'ten nefret ederken de gidip saha dışındaki olaylardan bahsetmiyoruz; Dunne ve Collins, hocanın destek görmesi için kazanmalıyız diyorlar. Böyle de bir durum var, ki ondan beklenen de buydu. Ama iş bu oyuncuları kullanıma gelince, saha içine gelince, tekniğe gelince işte o noktada bu adamların hiçbiri Alex Ferguson değil. Ona çok uzaktalar.

Bruce'un gidişi üzerine Louise Taylor'ın yazdığı iki yazı var. İlkinde çok güzel anektodlar bulunuyor. Bruce'a soruyorlar: "Sizce yılbaşı ağacı taktiğini (4-3-2-1) uygulamak nasıl olur?" Cevap şöyle: "Ben taktiklerle pek ilgilenmiyorum." (!) Yazının devamında bunun nükte değil trajik ve gerçek olduğunun anlaşılmasından bahsediliyor. Aslında doğru, ama şunu da net olarak söyleyebiliriz: Dinamik, genç, atletik bir takım istiyor. Peki nasıl? İşte onca denemeden sonra bunu hala başaramadı ve bundan sonrası belki de zararlı olacaktı. Peki benim henüz iki alt yazıda bahsettiğim başarı parametrelerine göre değerlendirecek olursak? Yani Bruce'un geleceğe bıraktıklarından bahsedersek bir de? Dediğim gibi, iyi bir kadro, gelişime müsait genç oyuncular, sağlıklı ve yine gelişime açık bir ekonomik bilanço. O hâlde Bruce kendinden sonra gelecek olana iyi bir miras bıraktı ve önemli olan da biraz budur. Bundan sonrası Bruce'un yetersizliği kaynaklı çok daha sancılı olacaktı ve bana kalırsa çok yerinde bir noktada ayrılık gerçekleşti. Yetersizlik demişken, aynı yazıda Bruce'un daha e-mail yollamaktan dahi aciz olduğundan bahsediyor: eski kafa hoca. McLeish'in bundan biraz uzak olduğunu söylemekte fayda var. "Oyunculara bizim zamanımız şöyleydi diye bahsetmek saçma" diyor; disipline ve profesyonelliğe önem veriyor ama kuralları eskiden olduğu gibi uygulama konusunda katı bir düşüncesi yok. Hoş Bruce'un da böyle bir yapısı yok. McLeish Bannan'ın alkollü araba kullanmaktan ceza aldığı zamanlarda bunlardan bahsetmişti ve yöneticilik konusunda fena olmadığını gösteren örneklerden biriydi. "Elbette bir iki bira içmekte sakınca yok, ama profesyonelliğin gereklerini de yerine getirmelisiniz. Bu şekilde kafayı bulana kadar içmenin ve sonra araba kullanmanın mantıklı bir açıklaması olamaz." Sonra Bannan bir iki hafta ilk 11den kesildi, milli takıma çağırılmadı ama geçmişte olan geçmişte kaldı. Bugünkü maçta 90 dakika sahadaydı.

McLeish'in sahada olan bitene muvaffak olamaması son iki maçta iyice ayyuka çıktı ve ben de bugünkü maçtan sonra bir karar aldım: Hoca gidene kadar Villa maçı izlemeyeceğim. Sinirle alındı, duygusal, ama en azından boşa vakit ve sinir harbi ihtimalini ortadan kaldırmış oluyorum. Fikirlerde değişen bir şey olmayacağından, farklı bir sonuç beklemek anlamsız olacak. Peki bu son iki maçta neler oldu?

1) Bale'i durduralım. Ama nasıl?

İki hafta önce Villa, White Hart Lane'deydi. Maçın hikayesi her yerde aynıydı: 2 sene önceye kadar bu iki takım Şampiyonlar Ligi için mücadele verirdi, şimdi biri o noktadan ileri giderken, diğeri ilk 10 mücadelesi veriyor. Realizmin doruk noktalarında yaşayan ve çocukluğunda taş üstünden giden golünün sayılmaması tecrübesini yaşamadığı çok belli olan Assou-Ekotto (Biz futbolcular para nerdeyse orada oynarız, gerisi fasa fiso tadında bir röportaj vermişti) konuşuyordu: "Çok yakın zamana kadar, bir üst seviyeye çıkabilmek için 2-3 oyuncu uzaktalardı. Onları almadılar ve ellerindekileri de sattılar. O zamandan sonra birkaç adım geriye gittiler." Maç öncesi veriler böyleydi, verilerin gösterdiklerini değiştirecek bir zihin olmadığından maçın gidişatı da bu doğrultuda oldu. Tottenham orta sahada üstünlük sağladı, yüklendi, erken 2-0 öne geçti ve sonrasında geri vitese taktı. Bu esnada Aston Villa pek bir şey üretemedi, ve asıl çileden çıkaran, sessizlikti. Takım coşkudan, penetre etme, yüklenme hevesinden yoksundu. Keza bugünkü Manchester United maçında da gördüğümüz üzere, zaten uzun top oynama dışında nasıl hücuma çıkılacağı konusunda da pek bir fikri yoktu. Orta saha hemen hemen direk geçiliyor, buradaki oyuncuların topu savunmadan çıkarıp kanatlara açma, sonra yeniden alma, sonra yine kanada açma gibi bir süreci takip ettiği belli bir mekanik yok. Pres karşısında hemen uzun oynanıyor. Yazının girişinde verdiğim istatistik önemli. N'Zogbia'nın pasifliğinde oldukça etkili. Wigan'daki son senesinde önemli bir kontra silahıydı, ama Villa onu doğru paslarla buluşturup bu özelliğini kullanamıyor; ikincisi, set oyununda da çok nadir kalındığı için onun birebir bırakıldığını çok çok nadir görüyoruz.

Asıl konuya gelelim: Gareth Bale. Malumunuz zat çok formda, zaten adalı kesim tarafından da bilimum yeni şey olarak atfediliyor. Harika oyuncu, evet çok da formdaydı; bunlar kabul, ama muhtemelen McLeish'in sağ açık pozisyonda sağ bek Hutton'ı, sağ bekte stoper Cuellar'ı, ve hatta defansif orta sahada da sağ bek orjinli (Ha Herd kaç maçtır orada oynuyor ayrı konu, burada işin hikayesine kaçtım) Herd'ü oynatırken aklından geçen neydi? Maçtan sonra "İşleri biraz sıkı tutmalıydık, ben hâla doğru karar verdiğimi düşünüyorum" diyor. Peki öyleyse ilk yarıda en çok pas yapan oyuncunun rakibin sol beki Assou-Ekotto olmasına ne demeli? Ya da Bale'in 2 asist yapmasına? Haklı olarak "Bale'i durdurmak için daha kaç tane sağ bek gerekiyor?" dalgasını yiyor. Hutton'ın gerçekte ne yaptığıyla ilgili fikir verebilecek bir grafiğe ve maçtan bir kareye bakalım.

İşleri sıkı tutmak için oynayan Hutton maç boyu yalnızca '1' kez top kesmek için müdahale yapmış. (interception) Ve bu da başarısız olmuş. Alttaki bomboş. O da tackle, yani top kapma, klavyede d ile yaptığımız şey. İşte orası bomboş. Net olarak görülüyor ki oyuncunun görev tanımında bir yanlışlık var, ya da hayal gücü eksikliği kaynaklı maç öncesi net bir görev tanımı yapılmamasından: "Biraz sıkı durursak iyi olur?"

Maç öncesini Gary Neville'a yorumlattırıyorlardı ve Neville, Bale'i durdurma konusunda Manchester United'dan örnekler gösterdi: Elinizde çabuk bir oyuncu varsa, Bale'e yakın oynasın, top aldırmasın. Hutton işte bu görevle oynasaydı etkili olabilirdi, ama görev aldığı bölgeler standart bir sağ açığın oynadığı bölgelerden farksızdı. Genel olarak Bale'e yakın oynamadı, Bale'i tüm maç ve saha boyuncu takip eden Cuellar'dı. Haliyle, Bale'in Cuellar'la birebir kaldığı pozisyonlarda -ki bu çok sıklıkla yaşandı- veya Bale'in içe kaçışlarıyla Villa'nın sağ kanadında büyük boşluklar oluştu. Hutton'ın pozisyon alışlarıyla ilgili maç içinden, maçın ilk 10 dakikasından iki kare de aşağıda. Kırmızı Hutton'ı, mavi Bale'i gösteriyor. Sonuç olarak her şey daha da berbat oldu. Hutton'ın görevindeki bu belirsizlik standart kanat oyuncusundan, mesela N'Zogbia veya Albrighton'dan daha alt düzeyde defansif katkı yapmasına ve ayrıca hücumda da daha az yaratıcılığa neden oldu. Villa 3 gol yiyip eve döndü. Bence bu maçta 3 orta saha oynanmalı ve kanatlarda da standart kanat oyuncularıyla oynanmalıydı. Ama...


2) Hücumcu oyuncularla başlamak yetmez. Hücum etmek de gerekir...

Manchester United maçına ancak yetişebildim, televizyonu açtığımda maçın 20. saniyesi falandı. Bannan'ı görünce koltuğa iyice bir kuruldum, sonra Albrighton. Amanın nasıl bir keyif... Heskey yok; Herd'ün yanında Jenas, Bannan Heskey'in yerine oynuyor. Ben bekliyorum ki takım topu daha çok ayağında tutacak, eğlenceli bir maç izleyeceğiz. İlk 10 dakika kadar da fena değildi aslında; fakat sonra, United topu aldığında bir daha geri vermedi ve verdiğinde de sahaya iyi yerleşmiş olduğundan, ve Villa da tüm adamlarıyla kendi yarı sahasında olduğundan, ribaundu alıp tekrar tekrar yüklenmeye başladı. Hutton, artık alışageldiğimiz, Collins'le senkronize kabızlık yaşadı ve çok kolay gelişen pozisyonda Phil Jones mükemmel bitirdi. Sonra maçın sonuna kadar Villa hiç pozisyona giremedi, topa sahip olduğunda ne yapacağını bilemedi ve en ufak Rooney presinde yine kaleciye, ve sonra da uzun. Takımın çok derinde savunması yeni değil, pres minimum düzeyde. Bunu çift orta saha oynarken bir nebze anlamak mümkün, fakat +1 le başlayıp işin esprisinin bu olduğu yerde yine eskisinden devam etmek anlaşılır gibi değil. Böyle olunca oyun belli periyodlara bölünüyor, bir periyotta bir takım, öbüründe diğerinin oynadığı fakat Villa'da böyle dahi olmadı. Bent de kendi yarı alanına gelince ve çok iyi bir top tutucu olmayınca, Villa o öbür periyoda bile geçemedi. Bannan'ın olduğu yerde topu biraz dolaştırıp Bent'e ara top atıldığını hiç görmedik. Ya da topun defanstan sabırlıca, 80 pasta da olsa, orta saha yardımıyla kanada açıldığını, oradan bir daha orta sahaya geldiğini. Heyecan yoktu, ne yapılabileceğine dair bir fikir yoktu. Dahası, McLeish garipçe çok heyecanlı gözüküyordu kenarda.

Bu olmadı, başkasını verin.

2011/11/07

Trabzon ne yapmalı?

Trabzonspor ülkede yaşanan gariplikler sonucu tepeden indiği Şampiyonlar Ligi'nde şu ana kadar beklentileri aşmayı başardı, en azından yerine katıldıkları Fenerbahçe gibi 2.-3. sıra bandı mücadelesi verebiliyorlar. Ligdeki tek Türk takımının maçları belli bir yarışmacılıkla çıkarabilmesi, hem şu nam-ı diğer ülke puanı hem de bizi heyecanlandırabildiği için iyi. Gerisinde, Trabzonspor pek iyi değil, rakipler de epey kötü.

Gol atamıyor. 4 maçta 2 golü var ki, bunlardan biri penaltıdan, diğeri de frikik sonrası. Fakat takım bu 4 maçta ortalama 426 kısa pas yapmış, topa da %51 oranında sahip. Bu alanlarda grupta başa oynuyor. Lille de aynı sayıda pas yapmış, fakat onların yüzdesi 56. Ligin genelinde de fena istatistikler değil bunlar, misal Dortmund 444 pas yapmış, Trabzon'un elendiği Benfica 400'ün altında. Ajax, Barcelona gibiler uçmuş, onlar 540'lardan gidiyor. Peki güzel futbolun paslı oyunla aynı anlamda gittiği yerde Trabzon neden gol atamıyor? Devamında, Trabzon neden bu kadar çok pas yapıyor?

İkisinin de cevabı Burak Yılmaz. Artık ağızlara sakız olan bir Burak Yılmaz bağımlılığı söz konusu. Oyuncunun ülkede yetişen diğer forvetlere zıt bir yol izlemesinden ve elde başka alternatif olmamasından. Vittek gibi çok değerli bir oyuncudan faydalanma imkanı kalmayınca, Trabzon'un forvet üzerinden gol pozisyonu üretebileceği bilhassa oyuncu Burak. Henrique'nin geri dönüşü bu yüzden çok önemli. Bu forvet üzerinde bir şeyler üretme mevzusunda, Burak harici önemli bir oyuncu olabilir. Gerçi bunu forvet oynadığı Lille maçında pek yapamadı ve sürekli ortada kaldı ama kanatları çoklamaya gelir ve orada duvar olarak kanat akınlarına yardımcı olursa Trabzon yine forvetinden doğru bir şekilde yararlanmış olur. Takımın bu kadar pas yapması da zor maçlar olması nedeniyle riski minimumda tutması ve sürekli topu dolaştırmasından. Ve yine, Burak'tan. Avni Aker'de iki hedef maç oynandı ve bunlardan birinde Burak yoktu, Trabzon az ofsayta düştü, yine kısa oynayıp bir şeyler üretmeye çalıştı. Son maçta Burak vardı ve oyuncu ofsaytta tek başına çift haneleri zorladı, takım da pas ortalamasının altına düştü. Takımın pasörü Colman'ın pas isabet yüzdesi 70'e kadar dayandı (bu düşük oluyor, normalde 80 küsürlerde), son 15 dakikada 10 kişiye karşı belli bir kimlik gösterilemedi. İster istemez, acaba Burak olması mı dedirtiyor...

Sorun; direk oynamaktan, Burak'a ve sürekli Burak'a oynamaktan daha çok, devamlılığın sağlanamamasından. Trabzon orta sahası düşüyor. Zokora fazla geride kalıyor, Adrian'ın olayla alakası yok ve Colman da tek başına her yeri kapatabilecek biri değil. Barcelona pozisyon futbolunun kanunu: Sürekli pas yapacaksın, kaybettiğinde geri kazanacaksın. Topu geri kazanmak, pres, takımın sürekli pas sonucu zaten belli pozisyonlara yerleşmesiyle mümkün oluyor. Trabzon'un topu kaptırır kaptırmaz yeniden kazanıp atak başlatma gibi bir zihniyeti yok, fakat çok yavaş ve takım olarak karşı alana geçtikleri ilk iki maçta, bu tür omurgasal aksaklıklar törpülenmiş oluyordu. Colman'ın düşük pas yüzdesi Burak'ın her koşusunu gördüğünde bir deneme pas atma gerekliliğinden çok, bütün yükün adama binmesiyle fiziksel olarak çökmesi bence. Zamanında bu sendromu yaşayan Ernst vardı, kapatılacak alan çok, kapatacak adam yok.

Peki kalan 2 maç için ne yapılmalı? Inter birtakım denemelerden sonra yaşlı kadrosuyla yeniden İtalya-Arjantin karışımı 4-3-1-2'e dönüş yaptı, bu düzenin sorunlarıyla beraber. Lille, Inter'in forvetlerine karşı çok zorlandı ama aynı zamanda sağ bek Debuchy mükemmel bir maç çıkardı. Bu sene defalarca ortaya çıkan ve kişisel hatalar değil omurgayla ilişkili olduğundan tekrar tekrar ortaya çıkması sürpriz olmayan kanatların kapatılamaması durumu Trabzon için önemli. Inter zaten hali hazırda grubun en reaktif takımı, birinci torbadan gelip %43 topla oynama oranları var, en az pas yapanlar da onlar. Ben Avni Aker'de Burak'a direk oynamanın çok işlemeyeceğini düşünüyorum, çünkü çok büyük ihtimal zaten savunma dörtlüsünü geride kuracaklar. Bu CSKA maçının tekrarından biraz iyi olur ki (takım en azından yorgun olmayacak, orta sahada daha dirençli olabilir nispeten) yine de çok farklı değil. Inter 7 oyuncuyla savunuyor, az önce söylediğim bek oyuncusunu savunma zaaflarını kullanmada Alanzinho önemli bir yer teşkil edebilir. CSKA maçında sonradan girip yarattığı pozisyon önemli bir gösterge: Trabzon'da bunun gibi, orta saha forvet arası bölgede oyunu hızlandırabilecek diğer oyuncular Serkan ve Volkan ama bunlardan biri başaramadığı için çıktı, diğeri lige kayıtlı değil. Alanzinho'nun ilk iki maçtaki silik görüntüsü, doğru pozisyonlarda top alamaması kaynaklı, ve beklentilerden ve elbet biraz da kendi yetersizliği. Böyle pırpır oyuncuların nasıl kullanılacağı soru işareti oluyor, nasıl verimli olabilir? Misal İngiltere'de Sessegnon'un oynamadığı pozisyon kalmadı, forvet arkası, sol orta saha, sağ orta sahadan tutun tek forvete kadar. N'Zogbia 9.5 milyon poundla bonservisin altında eziliyor gibi, gerçi son maçlarda epey ilerleme var ama bu adamlardan ne gibi beklentiler içine girmeli? Zaman zaman çok zorladıklarından verimli olamayabiliyorlar, diğer türlü de, yani zorlamadıklarında da "Bu adamın işi ne o halde?" deniyor. Bazısı daha forvet nitelikli oluyor -N'Zogbia-, bazısının daha geriden top alması daha yararlı -Sessegnon-, yani herkesin reçetesi aynı değil. Alan'a gelince bence yine ilk iki maçta olduğu gibi kanattan oyun kurulumuna katılması yararlı, Trabzon'un biraz parça parça olan yapısından ve oyuncunun pas opsiyonu olabilmesinden dolayı. Kanattan topu alıp hızlandığıysa yanında duvar olabilecek veya Alan'ın pas atabileceği biri olmalı, keza top sürüş sonrası kendi şutundan gol yaratabilecek (Bir tane bize, Galatasaray'a attığı gol var çok güzel, başka hatırlamıyorum) biri değil, son pasları vs de fark yaratacak düzeyde değil. Fakat hızlı oyuncu, çabuk oyuncu, Trabzon'da olmayan, denge bozucu bir yapısı var ve önemli olan Alan değil de onun sürüşleri sırasındaki dalgalanmalardan yararlanabilecek diğer oyuncular.

Link olacak oyuncuya gelelim... Adrian kalitesiz değil; ama henüz yeterince direk ve kesin de değil. Henüz olmamış çok şey var. Wenger'in en önemli kıstasıdır link oyuncusu için, fazla pas hatası yapmayacak. Makine gibi olmalı yani, Arshavin'i bu yüzden ortada kullanmak istemediğini söylüyor. Adrian pek hızlı düşünmüyor, oyunu o savunma-orta saha bloğu arasında hızlandırma görevini pek iyi yapamıyor. Fizik olarak da iyi değil, ama Colman gibi zamanla, yavaş yavaş gelişme gösterecek gibi duruyor. Şimdilik, özellikle böyle büyük maçlarda kanatları sürekli çoklamasının onu en verimli kullanma yolu olduğunu düşünüyorum. Hele takımın da kanat organizasyonlarının zayıf olduğu göz önünde bulundurulursa. Lille karşısında onun kanattaki performansı belirleyiciydi, penaltı da, şans da olsa, bu şekilde geldi. Benim buradaki kastım direk sol açık olarak oynaması değil, ama top almak için sürekli kanatlara gelmesi ve o pozisyonlardan pas alış verişi yapması. Trabzon Burak'sız maçlarda keskin bir hücum silahına sahip olmamasının yanında ne yapacağını bilmez bir hali vardı (Pek çok opsiyon olabilir: kanatları kullanma, ortadan bindirmeler, topu hemen kazanıp direk hücumlar vs... Genel olarak bunların hiçbiri yoktu, topa sahip olduktan sonraki kısım eksikti), ve kanatlarda net toplar çıkaramayan Serkan, Halil gibi oyuncular ve bekler de buna yardım etmedi. Adrian'ın kanatları çoklayıcı özelliği hem onun ortadaki kalabalıktan kurtulması hem de rakibin zayıflığını kullanma açısından iyi olabilir. Son olarak yine beklerin bu maçta sahip olacağı önemle ilintili, Serkan'ın sağ önde değil de bek olarak başlamasını daha doğru buluyorum. Kendi 11im şöyle olurdu:

Tolga; Serkan, Glowacki, Giray, Cech; Zokora, Colman; Alanzinho, Adrian, Henrique; Burak

İstatistik, grafik bunlar yok. Bana biraz yavan geldi bu yüzden, ama bu seferlik böyle olsun. Bayramda boş zamanda can sıkıntısı, daha uzun bir şeye de pek elim gitmedi.

2011/10/22

Aston Villa'da Restorasyon: Yeni Kral Agbonlahor



-Hayatım Futbol dergisinin 3. sayısında yayımlanan Profil / Gabriel Agbonlahor yazısının biraz daha geniş, farklı hâli. Dergide yayımlananı da şurada-

Gabriel Agbonlahor için her şey Viktoryen dönemi tedriciliğine uygun ilerliyordu. Yavaş yavaş, aşama aşama, ama sürekli daha iyiye. Gol adedinin bir anlamı oluyorsa eğer, 06/07'de 9, sonraki iki sezonda 11 ve 09/10 sezonunda nihayet 13 gol. Takım da istikrarlı olarak 3 sene üst üste lig altıncısı olarak bitirmişti. Hikaye yazmayı sevenlerin en büyük destekçisi bu istatistiklerdi; ama klavye başı çok bilmişliğini bir kenara bırakıp olayları gerçekten anlamaya çalışırsak sonuçlar gözüktüğü kadar keskin olmuyor. Acaba daha farklı bir yöntem izlense, Aston Villa ve Agbonlahor bugün daha farklı bir yerde olabilir miydi?

Takıma ciddi paralar harcandı, oyunculara ciddi maaşlar verildi fakat tercih edilenlerin çok büyük kısmı (Milner'ı, Downing'i, Young'ı ayıralım) vasatın üstünde oyuncular değildi. Mesela zamanında 8 milyon pound ödenen Curtis Davies. Ya da haftalık maaşı 40.000 pounda yakın olan ama geldiğinden beri -2 sene- 10 maç oynayan Habib Beye. Hoca vasat oyunculardan maksimum verimi almakla övünüyordu. Kısıtlı bir kadroyla, kalitesi çok yüksek olmayan oyunculardan maksimum verimi almayı başarmıştı. Fakat daha iyisinin alınabildiği yerde bunu tercih etmemesi başarıyı getirse de ekonomik anlamda bir külfete neden oluyordu. Daha önceki yazılarda sürekli söylediğim şeyler... İşin aslı, buradaki asıl çıkmazı bugüne uzanan ekonomik sıkıntılardansa takımın gelişemeyen oyununda görmek çok daha doğru bir tespit olacak. Fark etmişsinizdir, anlattığım şeyler Benitez'in Liverpool'daki dönemine oldukça benziyor: Genelde karavana ama zaman zaman çok iyi transferler, vasat oyuncu tercihleri sonucu nakitin kalmaması, hocanın bundan şikayeti, ama sonuç birtakım sancılarla beraber başarı. O'Neill'ın Benitez'den ayrılan yanı, onun gibi proaktif bir oyun getirme amacında olmamasıydı. İki hoca da eleştirilebilir, ki kesinlikle eleştirilmelidir de. Yöneticileri batırma veya çıkarma amacındayken onların geleceğe taşıdıklarını da çok önemli olarak irdelemek gerekiyor ve baktığımızda bu hocaların taşıdıkları çok iyi şeyler olmadı. Günlük hırs kaybedilsin demiyorum, bu olmazsa zaten işlerin pek tadı olmaz. Ama ona yenik de düşülmemeli; uzun vadedeki sürecin bilincine varılması gerek mümkün olduğunca.

Burada kişilerin kafasına girebilmek ayrıca önemli. Mesela O'Neill'ın teknik direktörlük yaptığı vakitler Manchester City henüz satın alınmamıştı ve Tottenham bugünkü kadar güçlü değildi. Bir anlamda, 4. olup Şampiyonlar Ligi vizesi almak o dönemde çok daha olasıydı, ve çok da önemli bir fırsattı. Bunu, bir daha ele geçirilmesi zor bir fırsat olarak değerlendirebilir ve ona ulaşmak için fedakarlıkları en üst seviyeye çıkarabilirsiniz. Bu bir risktir, iyisi veya kötüsü yoktur, tercihtir. Burada görüldüğü gibi yine uzun vadeli bir düşünce var: Hedef 4. sıra, bunun getirecekleri vs. Fakat daha üst sıralar amaçsızca isteniyorsa ve bunun için çok para harcanıyorsa, ben buna haklı nedenler bulamıyorum. Bu elbet salt futbolu yönetenler için değil; hatta futbolun dışına çıkıp tarihten birkaç örnekle bunu biraz daha yayabilirim. Bizans'ın en şöhretli imparatoru I. Justinyen mesela. Uzun süreli hükümdarlığı boyunca İtalya'yı yeniden fethi, Afrika'da kazandığı başarılar, tek gücü kendinde toplaması, ülkeyi Ortodokslaştırması önemli başarılar olarak görünür. Fakat daha önceleri uyarı veren ve ardılı Anastasios'un tasarruflarıyla yeniden yükselen Bizans ekonomisi Justinyen döneminin sonlarında tam anlamıyla çöker ve sonrakiler için çok büyük sıkıntılar yaratır. Gerek sınırların artması ve buna zıt olarak asker sayısının azalması, gerek ekonominin berbat olmasıyla devlet zayıf bir haldedir ve ileriki dönemlerde İtalya da elden çıkar. Üstüne üstlük katı Ortodoksluğu ve Mısır'da bunu kabul etmeyenlere -monofizitler- karşı tutumu, Doğu eyaletleriyle bağı iyice koparır ve bu bölgelerdeki sorunlar da hiç dinmez. Şimdi böyle bakıldığında Justiniyen'i nasıl başarılı olarak değerlendirebiliriz? Öncelikle çağında büyük bir hükümdar olduğunu söyleyerek hakkını vermek, çağına bağlı olarak değerlendirmek gerekir. Fakat başarılı? Buna katılamam. Geceleri uyuyamayıp sarayın içinde yeni yasalar mırıldandığı fıkrası obsesif ve işine saygı duyan biri olduğunu gösterir, ama hırsı neticede onun çöküşünü getirir. Bir başka Romalı -eski Romalı- Augustus'un ölürken söylediği sanılan "Roma'yı kilden yapılmış buldum, mermer içinde bırakıyorum" sözüyse bundan epey farklı bir zihniyeti yansıtır. Augustus da en az Justinyen kadar hırslıdır şüphesiz ama çoğu zaman korkaklıkla, sıfır riskle beraber anılan bu adam aynı zamanda bir hükumdarlık süresince imparatorluğu sadece sınır değil, teşkilatlanma, sivil hayat kalitesinin yükseltilmesi gibi başka pek çok açıdan da, tam anlamıyla geliştirmiştir (Klasik çağın nadir bona fides hükumdarlarından). Bunu yaparken, başa geçiş sürecinde yaptığı savaşlarda görüldüğü gibi, önemli bir fırsat geldiğinde zaman zaman risk de almıştır fakat hiçbir zaman kişisel hırslarına yenik düşüp anlamsızca riskler değil. Genel olarak amaç imparatorluğu geliştirmektir, ki biraz toprak kazanıp sonucunda çok para kaybetmek -eğer o bölgenin stratejik veya başka bir önemi yoksa- buna hizmet etmez. Yine ölürken söylediği sanılan ama daha teatral bir dizede şöyle der -o çağda tiyatrolarda kullanılan maskelerden birine bakarak- "Bölümümü yeterince iyi oynayabildim mi?"

Biz O'Neill'a geri dönelim. Ne oldu sonra? Hocanın zamanla taraftarla olduğu gibi meslektaşlarıyla da arası açıldı. Yeri geldi, 'top oynamak isteyen' hocalardan -o zamanın West Brom menaceri- Tony Mowbray Villa'yı 'futbol oynamak değil salt rakibi bozmak' istemekle suçladı. Martin O'Neill'ın buna cevabı biraz talihsizce 'Ne demek istediğini anlamıyorum. Manchester United da kontra atak oynuyor' oldu. Haksız değildi şüphesiz, ama tam olarak haklı da değil. Bir sene sonra bir başka futbol oynamak isteyen adam, Wenger konuştu: "Aston Villa bir uzun top takımı". Bu sefer mikrofon takımda mükemmel bir sezon geçiren Richard Dunne'daydı: "Arsenal'e göre herkes uzun top takımı". Bu çok daha haklı bir cevaptı şüphesiz. İşin aslı, Mowbray bu sözleri söylediği zaman Villa ligde 4. sıradaydı ve onlardan daha çok gol atan yalnızca Chelsea ile Manchester City idi. Wenger'e gelirsek, yine o dönemde Villa'dan daha az uzun top oynayan sadece 2 takım bulunuyordu; bunlardan biri elbette ki Arsenal, diğeriyse Joe Hart'ın küme düşen Portsmouth'uydu. Bu eleştirilerin ortak bir noktası var ki, o da Brian Clough'un en değerli oyuncularından olan -ve en az onun kadar inatçı- O'Neill'ın baştan yarattığı bu takımın futbol yönünden pek sempatik bulunmadığıydı.



A takıma O'Neill'ın başa geçişiyle 2006'da yükselen Agbonlahor, bu ortamda yükseldi, bu ortamda yaratılan başarının mimarlarından oldu. 26 sene sonra ilk kez Old Trafford'da kazanılırken galibiyet golünü o attı. Manchester şehrinin belalılısı olacağı daha o sezonun ilk maçından belliydi aslında: City'e 10 dakika içinde kusursuz bir hat-trick yapıyordu (kafayla, sol ayakla, sağ ayakla). Derbilerin aranan adamıydı. McLeish sorulduğunda (Şimdinin Aston Villa, eskinin ezeli rakip Birmingham City hocası) gülümseyerek "Onun takımına karşı attığım goller ilişkimizi etkilemediği için mutluyum" diyor. Gabby, Second City Derby'de 6 gol atmıştı.

Fakat olayın yine başka bir boyutu, sezonda 10 gollük istikrarlı katkı yapan bu adamın tüm bu sezonlarda 3000 dakikanın üzerinde süre almasıydı. Atıyordu atmasına ya, golcü olarak çok da güven vermiyordu. Ligi altıncı bitiren bir takımın esas forvetinin 35 maçın üstüne çıkıp maksimum 13 gol atabilmesi garip değil mi? Son tahlilde şunu söyleyelim: Taraftar mutsuz değildi. Ama bir yandan telaşlıydı da; fırsatların kaçıp gidiyor olma olasılığından duyulan telaş. Bunu kendi kafamdan, kendi bakış açımla uydurmuyorum; gerçekten böyleydi. Gabby seviliyordu, kimse O'Neill'ın son dönemlerindeki gibi hocaya haklı-haksız sürekli eleştiride bulunmuyordu ama daha iyi futbol, daha iyi bir forvet özlemi hep vardı. Klişeleşmişti artık: "Şampiyonlar Ligi'ne senede 20 gol atan forvet kadar uzaktayız."

Hâla kafalarda bir şeyler oluşmadıysa bir kez daha toparlayalım: Agbonlahor 10/11 sezonuna girerken nasıl bir profildeydi? Beklenen patlamayı tam anlamıyla gerçekleştirememiş, o elit forvetler arasında adı sayılmayan ama zaman zaman milli takımda kendine yer bulabilen kalburüstü bir forvet. Hedefi muhtemelen 13ün iki daha üstüne koyup o sene 15 gole ulaşmaktı. Ama Houllier'nin deyimiyle 'travmatik' geçen o sezonun başlangıcı Martin O'Neill'ın bir hafta kala istifasıyla oldu: Sonun başlangıcı. Yerine gelen bir Fransızdı, takımda da ihtilale benzer bir şey oldu. Bir yanda güzellikler, diğer yanda kaos, mutsuzluk. Şimdi bakıldığında özlem. Agbonlahor o sezonu -yani geçen sezonu- 15 değil 3 golle bitirdi ve Viktoryen çağ istikrarı böylece son bulmuş oldu. Sezon sonunda Fransız ayrıldı. Gabby'de ise yeni bir dönem, restorasyon dönemi -Fransız İhtilali göndermelerine ara vermeden devam ediyoruz böylece- başladı. Yazının kalan kısmı daha çok bu kısımla, 11/12 sezonuyla ilgili. Kagarlitski'nin önsözde kullandığı (Boris Kagarlitski - Bugünkü Rusya / İthaki Yayınları) şu dizelerle, eskisinden tek bir kıymık kalmayasıya yenilenen Gabby...
Kadim Yunan kentlerinden birinde
Bir gemi dururdu limanda
Yunanlıların kutsal saydığı.
Bu gemiyle tüm dünyayı dolaşmıştı kentin kahramanı
Ve onunla evine dönmüştü nihayet sağ ve esen.
Ancak su gibi akan zaman ve iklimin etkisi,
Bu kutsal gemiyi yavaş yavaş kemirdi,
O zaman gemiyi koruyabilmek için,
Çürüyen kısımları yenileri ile değiştirmeye karar verildi.
İşte gemi böylece baştan aşağıya yenilendi,
Eskisinden tek bir kıymık kalmayasıya. [Eduard Mendosa, "Restorasyon"]
Agbonlahor'un yükselişiyle ilgili yazılanlarda laf kalabalığını bir kenara atarsak elde bir tek ve ortak olarak 'özgürlük' kalıyor. Yazı belki fazla ve anlamsızca siyasi/sosyal motiflerle gidiyor ama ne yazık ki kullanılan kavram tam anlamıyla bu. Deniyor ki, Houllier çok kuralcıydı ve oyunculardan istediğini alamadı, McLeish'se bunun tam tersi. Bu doğru. Houllier'in kuralcı olduğu ve McLeish'in oyuncuların hoşuna giden biri olduğu doğru. Devamı geliyor ve deniyor ki, işte Houllier'in de McLeish'in de onu sol açık kullanmasına rağmen McLeish'de patlama yapması ve Houllier'de ilk 11'e dahi girememesinin nedeni bu. Ve devamında, Gabby'nin Houllier döneminde çok fazla sol çizgiye bağlı kalması, McLeish'te ise daha serbest bir rol verilmesi oyuncunun performansında esas etkili deniyor. İşte bu yetersiz. Özellikle olayın saha dışı yönüne daha çok yükleniliyor ki; doğru, ama çokça gazeteci tembelliği ve biraz da olayları anlama isteksizliğiyle alakalı, yetersiz. Ben elimden geldiğince Gabby'nin yükselişini daha açıklayıcı bir şekilde ortaya koymak istiyorum, bunun için de bu 'özgürlük' ortamı gibi futbol dışı etkenler yanında saha içi etkenlerden de söz etmek gerekiyor. Ama saha içine gitmeden önce yine geçmişe, geçen sezona gitmem gerekecek.

Futbol ilahı Jonathan Wilson'ın editörlüğünü yaptığı Blizzard dergisi, son sayısında ağırlıklı olarak Fransa futbolunu işliyor. Houllier neden tutunamadı demeden önce, kıssadan hisse, editörün yazısından Fransız'la İngiliz'in yaklaşımını alaya alan güzel bir bölüm aktarıyorum:
"Paris'te kanalizasyon sisteminin kurulması üzerine bir hikaye anlatılagelir. Londra'nın bu alandaki mevcut başarısını gören Parisliler, proje için Britanyalı bir mühendis getirirler. Birkaç hafta sonra mühendisin işi bitmiştir: 'Biraz kabataslak ve hazır.' 'Ama pratikte çalıştığını görmemiz gerekiyor'. Bunu duyan bir Fransız bürokrat sorar: 'Pratikte çalışması beni ilgilendirmiyor. Peki teoride çalışacak mı?"
Gerard Houllier, Liverpool kentine Kıta Avrupası esintisini getirirken şartlar çok daha olgunlaşmış durumdaydı. Daha gençti, henüz kalp rahatsızlığı yaşamamıştı; daha enerjik, daha ilgiliydi. Kenti tanıyordu, henüz 20li yaşlarında genç bir İngilizce öğretmeniyken Liverpool kentinde bulunmuştu. Fakat hepsinden önemlisi, Liverpool değişime istekli ve hazırdı: gerek futbol kökenleri -kısa paslı oyunu en iyi uygulayan İngiliz takımı- gerekse o anki koşullarıyla. Houllier'nin öncülü Roy Evans, 90lı yılların en keyifle izlenen İngiliz takımını yaratmıştı. Bir değilse, ikiydi. Hatta oyunculara yaklaşımı da diğer yerli hocalardan farklı; daha yumuşak duruyordu. Durum böyle olunca, Liverpool kulübü başka pek çok etkenle beraber Houllier'nin methodik yaklaşımına Aston Villa'da olduğu gibi bir karşı koyuşta bulunmadı ve hocanın dediklerini uygulayan takım Benitez'in de temellerini attı (Rijkaard'ın Pep'in takımının temellerini attığının anlatılması gibi) ve Liverpool bir sezonda 3 kupa kazandı. Aston Villa'ya gelince, işler pek de böyle gitmedi.

Hocanın takım içi arkadaşlığı arttırmak ve rehabilitasyon sağlamak için götürdüğü Spa Resort'ta, takımın ağabeyleri Dunne ve Collins sarhoş olup teknik ekiple ağız dalaşına girdiler. Takımın sol beki Warnock rezerv takıma yollandı ve hoca gidene kadar da orada kaldı . Bir başka eski, yazının kahramanı Agbonlahor kesik yedi; keza kaptan Petrov da sezonun ikinci yarısına kadar 11de istikrarlı olarak yer almadı. Daha başka pek çok olay, pek çok mutsuz suratlı futbolcu. Taraftarlar da mutlu değildi, 'Houllier out' pankartıyla çıktılar bir maça; 30 senedir kaybedilmeyen derbilerde Wolves'a, West Brom'a kaybedildi. Şu sıralar takıma yeniden stabilite gelmesiyle oyuncular sıklıkla o dönemden konuşuyorlar, onlar konuşmazsa da gazeteciler soruyor. Dunne "O gitmese sezon sonunda ayrılacaktım" diyor. Warnock rezerv takımdayken moralini sürekli yüksek tutan MacDonald'a -çok sevilen bir hocadır- teşekkür ediyor ve "Houllier benim futbol hayatımı bitirecekti, neye uğradığımı şaşırdım" diye serzenişte bulunuyor. Sonra Agbonlahor var:
"Bir ara ayrılmayı düşündüm. Eğer işler böyle yürümeye devam etse, hoca burada kalsa ve bu taktikle oynamaya devam etseydi; evet, muhtemelen ayrılacaktım. Buralı (Birmingham şehri) biri ve bir Villa taraftarı olarak takımın bu hâli beni daha çok üzdü. Kafasında bazı şeyler var ve bunları değiştirmiyor. İyi bir konuşmacı olduğunu da söyleyemem. Konuşan daha çok McAllister'dı (yardımcısı) fakat onun da çok iyi olduğunu söyleyemem. Onunla da anlaşamadım. Neyse ki o ayrıldı, ve McAllister da."
Bu Eylül'de verdiği bir röportajdan. Çok daha yakın zamandaysa bir başka yerel gazeteye röportaj verdi, epey popüler. Can alıcı bir bölüm aktarıyorum:
"Geçen yıl çok fazla kural vardı, okula geri döndüğümü hissettim. O eskiden öğretmenmiş değil mi? Burada da bir okul öğretmeni gibiydi."
Agbonlahor kenarda oturana karşı mesleki saygıyı eksik etmeyen, önce takım diyen biri. İş ahlâkı iyidir, fazla zorluk çıkarmaz. Bunu o sıkıntılı dönemde de göstermişti:
"Her zaman oynamak istediğiniz pozisyonlarda oynayamazsınız. Oynadığınız ve sahada olduğunuz sürece itiraz etmezsiniz. Herkes biliyor ki ben forvet olarak oynamak istiyorum, ama takımın iyiliği için başka türlüsü gerekiyorsa, itiraz etmezsiniz."
Fakat buna karşın, kafasında bir şeyler oluşturduğu ve mutsuz olduğunu söylediklerinden anlıyoruz. Kafasında bir şeyler oluşturmak ifadesini bilahere kullanıyorum, keza pek çok hatasına karşın Houllier'i birçok konuda savunmam onun değişimin yüzü olmasındandı; Houllier'nin yol göstericiliğini takip eden oyunculardan biri bugün Manchester United (Ashley Young), diğeri de Liverpool (Stewart Downing) 11'inde oynuyor. Onun yol göstericiliğinde daha evrensel oyuncular haline gelen ve yeni şeyler öğrenen bu oyuncularla Villa akıcı bir oyun oynamaya ve milli takıma O'Neill döneminden daha nitelikli oyuncular yollamaya başladı. Geçtiğimiz haftalarda Tottenham'ın derbi kazandıran golünü atan Kyle Walker da, Premier Lig tahsilini yine bu takımda yaptı. Nasıl bir ifade kullanmak gerekir bilmiyorum ama; Young gibi, Downing gibi, Bent gibi futbol aklı daha üst düzeyde olan veya daha olgun olan oyuncular hocanın isteklerine olumlu cevap verdiler. Benzer bir süreç Agbonlahor'da yaşansaydı, bu patlama bir sene önce gerçekleşebilirdi. Bu sene onu farklı kılan özellikleri: en sonunda gelişen top tekniği, son vuruşu ve top sürüşü, tüm bunlar geçen sene Houllier'nin ondan geliştirmesini istediği özellikleriydi. Daha önce sağ ayağını kullanmayan Antonio Valencia kılıklı Downing, sağ kanattan içe kaçışlar, iki ayağını kullanabilme, son direk koşuları gibi pek çok konuda özelleşti ve sene sonunda taraftarlarca en iyi oyuncu seçildi. Bugün Bielsa'nın Munian'ı kullanması gibi, çabuk ve direk bir kanat oyuncusu olan Ashley Young forvet arkasında oynayarak vizyonuna yeni bir boyut kattı, kendini en iyi şekilde gösterme olanağı buldu. İşler daha farklı gelişseydi; Bent transfer edilmeseydi veya Albrighton gibi çok kuvvetli bir rakip olmasaydı ve Agbonlahor daha sık oynasaydı bu direnişi gösterir miydi, bunu bilmek mümkün değil. Ama neticede, Bent'in olduğu bir yerde solda oynamasının mümkün olduğu kendi aklına da yatmış gözüküyor. Bunun için de McLeish'in yaklaşımına bir alkış.

Peki, Agbonlahor yeniden takımın bir parçası olduğunu hissettiğinde tüm parçalar yerine oturuyor mu? Kendisini geliştirmesinin etkisi kadar McLeish'in yarattığı ortamın da -bunu bilinçli yaptığına dair şüphelerim var- buna katkısı büyük. Bu da orta sahadaki ikilinin -dolayısıyla da büyük ölçüde takımın- değişen, yeniden İngilizleşen yapısıyla oldukça alakalı. Keza can alıcı bir nokta olarak hemen söyleyelim: Gabby, durdurulamayacak şekilde yükselip kendine forvette yer açana kadar McLeish'le de sol kanat olarak oynuyordu ve Blackburn'e attığı gol de büyük ölçüde bu görevi sayesinde oldu.



O'Neill döneminin başarılı ama az değişen, yavaş ilerleyen ve fazla sevilmeyen karakterinden bahsetmiştim. Pas adedi takımların oyunlarının gelişmişlikleriyle paralel olarak anılıyorsa, yukarıda WhoScored.com'un sağladığı diyagramlarla Houllier'nin gelişiyle değişen Aston Villa'yı görüyoruz. Sabırlı oyun, bu daha çok pas yapan yapının önemli bir karakteri. Yani oyun kurulumu şimdikinden farklı olarak biraz daha uzun sürüyordu. Böyle bir yapıda hücum verimliliğinin korunması için, top tekniği yüksek kenar oyuncuları gerekir i) Sirkulasyonun, pas akışının sağlanması için ii) Rakip sıklıkla derinde savunduğundan, ancak hızıyla çalım atabilen oyuncuların hızlanabilecek alan bulmakta zorlanmalarından. Bu durumda, ancak dikine oynayabilen ve özellikleri yetersiz kalan Gabby bir sol forvet değil de sol önde oynayan sol bek oyuncusu gibi davranabildi. Hızıyla rakibi geçebileceği bir adımlık mesafeyi bulamadığı için de verimsiz oldu. Aşağıdaki grafikte farklı karakterdeki iki takıma -önde savunma kuran Blackpool, ve deplasmanda oynayan (aynı zamanda da 4'lü blok dizilmesini iyi yapan) Fulham- karşı iki farklı Agbonlahor gözlemliyoruz.



Ayrıca Houllier, Agbonlahor'un söylediği kadar tutucu, dediğim dedik birisi değildi. Aşağıda Guardian'ın chalkboard uygulamasıyla Agbonlahor'un hava toplarında bir seçenek olarak kullanıldığını görüyoruz. Bu da denenmişti. Zaman zaman Gabby'e uzun oynanıyordu veya sol koridorda sırtı dönük olarak top alıyordu. Senelerdir stoperlerle boğuşan biri için beklere karşı avantajı elbette büyük. Ondan beklenen takımın oyununa entegre olmasına yetecek düzeyde bir teknikti fakat şöyle bir düşününce sanırım yine de bugünkü konumundan farklı bir yerde olacaktı. Bu da Houllier'in anlayışı ve ondan beklentisiyle ilişkili. Onu bir forvetten öte muhtemelen Walcott gibi takımın boyunu ayarlayan bir kenar oyuncusu olarak görüyordu, dolayısıyla bu kurguda onu çizgiye yakın görmemiz daha olası olacaktı.



McLeish ise Adalı zihniyette bir hoca olarak hücumların daha hızlı başlamasından yana. Bu, takımın topa sahipliğini ve rakip üzerinde kurduğu baskıyı azaltsa da Agbonlahor gibi oyuncular için bulunmaz bir nimet oluyor. Gabby böylece ani çapraz paslarla veya uzun toplarla forvet pozisyonlarında birebir kalabiliyor; dört beş saniye içinde orta sahadan koşmaya başlayan Petrov ceza sahası uzak köşeden içeriye pas çıkarırken görülebiliyor. Bardağın diğer tarafından bakıncaysa, iç sahada kazanılan Wigan Athletic maçında topa ancak %39 oranında sahip olunabildiği görülüyor. %39 kadar topa sahip olup, rakipten bir fazla -16- gol pozisyonuna girmek; bu, Villa'nın yeni karakterini çarpıcı bir şekilde yansıtıyor. Oranların biraz daha dengeye gelmesi zamanla ve Barry Bannan'ın takımdaki yerini sabitlemesiyle mümkün olabilir.

2011/09/01

Heskey, never gets old


Araya bir Porto serpiştirdim, ama şimdi aslımıza dönme vakti geldi değil mi ya? Aston Villa. En son dedem gibi sevdiğim adam Gerard Houllier'e elveda metni yazmıştım. Şimdi McLeish için bir şeyler söylemek istiyorum hazır el klavyeye gitmişken.

Emile Heskey gerçekten hiç eskimiyor. Kimse onun kalitesinden şüphe etmi... Hayır. Böyle bir şey yok. En parlak döneminde, Liverpool günlerinde dahi eleştirilen, beğenilmeyen bir oyuncu oldu Heskey. Muhazakar İngilizleri temsilen hala oyunun içinde olan, iyi niyetinden şüphe etmediğim ama ne olursa olsun her fırsatta bana eskiyi hatırlatan güzel bir adam. Eski olan eskide kalmıyor ya, yeninin içinde varlığını sürdürüyor. Yaşlandı, eskisi gibi hızlı olmaması onun suçu değil. Son vuruşları? Evet, muhakkak ki bu geliştirilemeyecek bir özellik değildi ama forvete evrilmeden önce stoper oynuyor olmasının bir nedeni vardı. Nedum Onouha da çok hızlı ve Heskey kadar olmasa bile kuvvetli. Ama sağ bek. Heskey'i bu kadar indirmek acımasızlık elbet; ama bu orjininin istemeden de olsa getirdikleri oluyor. İşte o son vuruş becerisi.

Alex McLeish, Heskey'nin bu takıma geldiğinden beri gördüğü 4. hoca oluyor. Haftalık bir zaman diliminde görev yapan -genç takımın hocası- MacDonald'ı ayıracak olursak, Emile Heskey 3 hocanın da beğendiği bir isim oldu, ama taraftarın da mızmızlandığı. O'Neill dönemi bu takımdaki en kötü dönemiydi. Debutsunu yaptığı Portsmouth maçında attığı gol haricinde hakkında söylenen iyi şeyler gerçekten az oldu ve zamanla kendine olan güvenini kaybetmesi somut olarak da berbat top kontrolleri ve basit hatalarla ve Güizavari yüz ifadeleriyle kendini gösterdi. Fenerbahçe taraftarının zamanla Güiza'ya alışması ve Güiza'nın da eskisi kadar kötü olmaması gibi, Heskey için de işler bu yönde gitti. Ona Leicester City'de ilk kez formayı veren Martin O'Neill'dı; O'Neill, Heskey'nin ne kadar iyi bir oyuncu olduğuna dair düşüncelerini saklamadı. Keza Houllier... Onu Liverpool'a, kariyerindeki en yüksek noktaya ve bir sezondaki en yüksek gol adedine getiren oydu. Houllier'nin has adamıydı. Takıma gelir gelmez yapmak istediklerinden biri olarak Heskey'in rönesansını işaret etti. Nihayetinde McLeish, öyle ya da böyle tüm hazırlık maçlarında -442 solunda- Heskey'i kullandıktan sonra onun kalitesinde bir oyuncuyu kullanmamanın hata olacağını söyledi.

Geçmiş geçmişte kaldı. Heskey'nin önceki iki hocasının sevgisini daha çok geçmişle açıklayabiliriz. O'Neill sonraları Heskey'den vazgeçti -tamamen silmedi elbet-, Houllier de onun kendine güvenini üstte tutmaya çalıştı ve gerektiği anlarda kullanmayı bir kenara yazdı. Ama ilk tercihi değildi. McLeish'teyse durumlar daha farklı; Heskey net olarak McLeish'in gözdesi. Yani takımın planları içinde gerçekten önemli bir yer arz ediyor. Takımın oyun kurucusunun Heskey olması Bent'in istediği servisi alamamasına, Barry Bannan gibi potansiyeli yüksek oyuncuların şu dar kadroda dahi yeterli şansı bulamamasına ve takımın topa yeterince sahip olamayıp yeterli gol pozisyonu yaratamamasına neden oluyor. Tüm bunlara karşın, Heskey kendisinden isteneni en iyi şekilde yapıyor ve takımdaki en verimli dönemini yaşıyor. Ben hâla onun bu kadar süre almaması gerektiğini düşünüyorum. İçinde bulunduğu durum için bana değil ama zamana küfretmeli.


Soldaki futbol sahası çizimi için deviantart'ta aloobi'ye teşekkürler.

Emile Heskey'nin oyun kurucu olması ne demek, bunu yukarıdaki çizimlerle ve birebir maçtan bir kareyle göstermeye çalıştım. Heskey'nin 4-4-2 solunda dahi verimli olabilmesini bu rolü sağlıyor ve 3 maçın tamamında oynamasında takımdaki bu temel rolü etkili. Sırtı dönük oyundaki mutlak kabiliyeti ve topun olmadığı zamanlardaki alan boşaltıcı koşuları onu diğerleri için çok önemli bir silah yapıyor. Böylece, çoğu hücumda duvar olup geriden koşu yapan oyunculara paslar çıkararak onların alan bulmalarını sağlıyor. Yaz hazırlık döneminde "Gabby forvet oynamalı, kanatta verimsizleşiyor" açıklamasına takiben onu Bent'in arkasındaki serbest bölgeye koyan McLeish, zamanla bu yöntemden uzaklaştı ve Gabby kesin olarak kanat, Heskey de serbest bölgenin oyuncusu oldu. Hatta bir hafta önce de "Gabby yeni yöntemler öğrenmeli" dedi. Agbonlahor çıkmazından zamanında uzun uzadıya, başka konulara da atlayarak bahsetmiştim.

İngiltere Premier Lig'de forvet arkası oynayan oyuncunun belirli bir mekanikliğe ulaşmış olması gerekiyor. Yaratıcı oyuncunun aynı zamanda mekanik oyuncu da olabildiği gerçeğini göz önünde tutarak Dennis Bergkamp'ın buna antitez oluşturmadığını belirteyim. Ashley Young'ın, Yaya Toure'nin, Wayne Rooney'nin, Cesc Fabregas'ın forvet arkası rollerdeki başarısı bu direktliklerinden geliyor. Topla biraz oyalanmayı seven Nasri gibi arkadaşların yeri daha çok kanat. Forvet arkasında oynayan oyuncunun net olması gerekiyor, boş alana koşması, çabuk karar vermesi, köprü olması gibi. Heskey'nin egosuz oyunu bu gerekleri yeterli düzeyde sağlıyor ve kendi tarzında iyi bir hazırlayıcı, aynı zamanda iyi bir ceza sahası koşucusu oluyor.

Bu yapıdaki sorunsa, yazıda daha önce belirttiğim gibi öncelikle Bent'in edilgenleşmesi ve sonra zaman zaman topa yeterince sahip olamama sıkıntısı. Bent kendi başına alan açabilen, tek forvet oynadığında daha verimli olabilen Torres ekolünden bir golcü. Grafiklerde göstermeye çalıştığım gibi Bent pozisyon gereği çoğu zaman edilgenleşen oyuncu oluyor; takipçiliği ve gol vuruşundan pek iyi yararlanılamıyor. Bu sezonki tek golü de Petrov'un uzaktan şutunu takibinden gelmişti. Takıma bir fazla orta saha/yaratıcı oyuncunun girmesi topa sahip olma olasılığını arttırıyor ve Bent'ten de daha iyi yararlanma olasılığı doğuyor. Heskey'i Kevin Davies'e, Villa'yı Bolton'a benzetirsek Bent, Klasnic veya Elmander'le eşleşemiyor. Klasnic'in bu seneki mükemmel başlangıcında Davies kaynaklı Bolton'ın skorer oyuncuya pozisyon hazırlama yapısının önemi çok büyük. Geçen sene Elmander de böyle parlamıştı. Bent ise daha modern sistemlerin oyuncusu, tek başına varlığıyla takımda daha fazla orta saha bulundurmaya izin veriyor.

Sadece Heskey değil. Agbonlahor -uzun zamandır istediğim, kanatta oynayıp uzun top atılması ve duvar olması da ayrıca sevindirici- ve Petrov da performanslarını Martin O'Neill dönemine denk seviyeye çekecek gibi gözüküyorlar. Houllier ile kafalarımız uymuyordu diyen Collins, McLeish'le çok mutlu. Kendisi de eskiden bir stoper olduğu için neler yapılması gerektiğini çok iyi biliyor ve bize çok yardımcı oluyor diyor. McLeish'ten beklediğimiz basitlik ve takım içi huzur geldi. Sırada taraftarların gönlünü almak var: Wolves'la oynanan derbi maçında stadın dörtte biri boş kalmıştı. Kimbilir zamanla altın çocuk Bannan, kafasız Ireland gibiler de takımı değiştirebilir. Fakat şimdilik risksiz ve yararlı Heskey var, çok da iyi. Teşekkürler koca adam.

2011/08/28

Eskimeyen dörtlü blok

İngilizlerin klasik 4-4-2 oyun anlayışı* (oyun anlayışıyla dizilimin farklı şeyler olduğuna dikkat) büyük takımlar nezdinde ortadan kaybolsa da two banks of four (iki dörtlü blok) geçerliliğini hâla, hem de değerli bir biçimde koruyor. Dörtlü blok -orta alandaki dörtlü-, reaktif oyunda muhtemelen en önemli hücum ve savunma silahı. Roy Hodgson'ın senelerdir süren aşkı bir yana (Yılmaz Vural baklavası, Villas-Boas 4-3-3ü gibi Hodgson 4-4-1-1'i var bir de) ve Real Madrid'in zaman zaman kullanmasının üstüne, Porto'nun da Barcelona'ya karşı bu yolu takip etmesi bende belli bir heyecan ve bu yazının doğuşu için gerekli hazırlık hevesini telkin etti. Takımların konumları gereği Real Madrid'in daha proaktif oynadığını ve 4-4-1-1 dizildiğini, Porto'nun da yine aynı nedenden daha reaktif ve 4-1-4-1 dizildiğini belirtelim şimdilik. Bu küçük farkları, bunların hücuma etkilerini ve 4lü bloğun neden öne çıktığını elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım.

Az önce proaktif, reaktif gibi kısmen yabancı kelimeler kullandım. İngilizce konuşan yabancı kaynaklar futbol konuşurken artık bu kavramları sıkça kullanıyorlar ama bize henüz çok tanıdık değil ve bir şeyler söylenmese sanırım havada kalacak. Proaktif kavramını ortaya koyan 20. yy psikolojisi; fakat sonraları, bu terim bilimin dışındaki insanlar tarafından daha başka alanlarda da kullanılıyor ve söylendiğine göre günümüzde özellikle işletme okuyanların sıkça işittiği bir sözcük. Ailesi Holokost'ta kıyıma uğrayan bir psikiyatrist, Viktor Frankl, bu kavramı asıl yaygınlaştıran olmuş. Man's Search for Meaning (Hayatı Anlama Arayışı) adlı kitabında, proaktiflik sorumluluk alma, başkalarına veya dış şartlara bağlı kalarak hareket etmeme ve olasılıkların farkında olma hâli şeklinde vuku buluyor. Bir seçim yapma, bunun sorumluluğunu alma, böylece olayların gidişatı üzerinde söz sahibi olma. Biz bu anlayışı futbola uyarladığımızda 'belli bir felsefeye sahip', 'top oynamak isteyen taraf' gibi kavramlarla karşılaşıyoruz. Reaktiflik ise bunun tersi; anlık bir eylemde bulunma ve şartlara göre hareket etme durumunu temsil ediyor. Kısaca, rakibe göre değişkenlik gösteren takımlar reaktif, göstermeyenler proaktif olarak adlandırılıyor. Güncel proaktif takımlar olarak Barcelona -en iyisi-, Bielsa'nın Şili'si, Benitez'in Liverpool'u söylenebilir; geçmiştense Lobanovski'nin Dinamo'su (üç nesil), Sacchi'nin Milan'ı ve totaalvoetbal Hollanda. Mourinho böyle değil, kişiliği gereği mümkün değil; o, bu niteliklerin kontrasını bulup futbolun gelişimine bu şekilde katkıda bulunuyor. Canavarın kafasını her kesişte yenisi daha güçlü olarak çıkıyor yani, fakat onun da naniklerinin haddi hesabı yok. Böylece, düşünsel düzeyde proaktif hocalardan her zaman daha az saygı gören reaktiflerden biri olarak, en az onlar kadar iyi olduğunu kanıtlamış da oluyor.

Ne diyorduk? İlk görüntüler en taze olandan, Barcelona - Porto.





Maçın henüz başı ve Porto ön adamları Barcelona'ya topu ileri aktarma konusunda ciddi zorluk yaşatıyor. Kırmızılar stoperleri, sarılar bekleri, maviler Barcelona orta sahalarını (Iniesta ilk oyun kurulumunda daha ileride oluyor), açık maviler de Porto 4lü bloğunu gösteriyor. İki resimde de görüldüğü gibi Barcelona'nın bekleri ve orta sahalarının topu alabilecekleri alanlar kapatılmış ve Barcelona'nın 6, Porto'nun 5 kişiyle oynadığı bu alanda yalnızca stoperlerden biri boş kalıyor. Kleber o anda topa sahip olan defans oyuncusuna pres yapmayı ve açısını daraltmayı maç boyu denedi, 11. saniyede bunu gayet iyi başarıyor. Bu maçta Porto'nun agresif presle oynadığını söyleyemeyiz. Esasında presli oynadıkları bile söylenemez, yapmaya çalıştıkları daha çok alanlarını korumaktı. Barcelona kendi alanından topu çıkarmakta biraz geç kalmadığı sürece agresifleşmediler veya öne doğru atılım yapmadılar. Söz konusu olan, belli bir bölgeye geçildikten sonra başlayan ve o da zaman zaman olan kesikli presti. Mesela ilk resim. Pres yapılacak en uygun an topun çizgilere yakın olduğu andır. Çizgiye yaklaştıkça açı daralır, pas opsiyonları ve hareket alanı azalır. Böyle bir anda veya oyuncunun tekniği yetersizse veya belli bir alanda sayıca üstünlük varsa anlık bir pres yapılır, buna kesikli pres diyorum. Mascherano'nun boşta atabileceği bir tek Abidal var, fakat ona da pası atacak bir açı yakalaması zor gözüküyor ve topu ileridekilere aktarmak için uzun gönderiyor. Ama orada Porto'nun 1 kişilik sayısal avantajı var ve verimsiz bir top oluyor. Aynı resimde Porto'nun en sağdaki orta sahasını yuvarlak içine aldım. Bu da yine takımın alanı koruma anlayışının bir sonucu. Pozisyonla pek alakası yok, öne atılım da yapmıyor ama kadraja girmeyen sol bek oyuncusuna atılacak bir topta müdahele yapabilecek veya ikili sıkıştırma yapabilecek mesafede. Top Barcelona'nın yarı sahasındayken Portoluların yerleşimlerini bu kadar net görmek, maçın geri kalan kısmında fazla tekrar etmedi. Barcelona bu tip zorlukları aşabilecek teknik ve taktik yeterliliğe sahip ama bununla beraber Porto bu şekilde bir ilk yerleşimle Barcelona'nın ilk alandan ikincisine gitmesini engelleme amacı gütmedi. Yaptıkları bir ileride yaptıklarını bir geri alana taşımaları oldu sadece. Bloğun yerleşimini olabildiğince koruyarak rakibin top yapmasını engellemek değil ama oynayabilecekleri alanları kapamak ve hata yapmalarını beklemek veya belli bir alanı geçtiklerinde agresifleşip topu o alanda kazanmak. Roy Hodgson takımından bahsediyorum gibi geldi. Neyse devam edelim.





Bu iki resim bir önceki paragrafta dediğimi tasdikliyor, bundan sonra ön alanda yaptıklarını bir geri alanda yapıyorlar; ama bir iki önemli farkla. Blok geriye itildikçe savunma bloğu ile orta saha bloğu arasındaki alan da inanılmaz azalıyor. Özellikle ikinci resimdeki farka dikkat. Ayrıca en başta beklere baskı yapan ve geniş bir alana yayılan orta saha kanatları, geriye geldikçe olabildiğine daralıyor ve Barcelona hücumlarında nispeten boş kalan bölgeler beklerin boş kaldığı bu alanlar oluyor. Rakibin kullanabildiği alan azaldıkça bloğun genişleyebilmesi de mümkün oluyordu ama Barcelona maça girdikçe ve topu ikinci alana taşımada daha az zorluk yaşayınca, bu pek mümkün olmadı. Barcelona'nın boşta kalan beklerine gelince, Porto savunma kurgusunun yakınlığı ve nasıl diyelim, açılıp kapanabilir özelliğiyle ilk hamle fırsatını bu oyunculara vermesine rağmen pozisyon devamında çok büyük sıkıntı yaşamadı. İkinci resimde yuvarlak içine aldığım oyuncu Dani Alves, devamında Keita pası ona değil Xavi'ye veriyor. Topa sahip olan oyuncunun Xavi veya Iniesta kadar iyi pasör olmadığı bu gibi durumlarda bloğun hamle yapabilme kapasitesi de rakip oyuncunun bu kadar boşta olmasına rağmen topla buluşmamasını sağlayabildi.

Sonrası? Sonrası bir basit hata ve mükemmel bir Messi golü. Ondan sonrasının pek de bir önemi kalmadı. Bu maça dair son olarak Barça'nın savunma yerleşimini örnekleyen basit bir resim verip Real Madrid'e geçelim.



Söylenecekler çok yeni şeyler değil elbet. Burada taç kullanmış Porto, bunun avantajıyla Barcelona zaten 9a 7lik üstünlük sağlamış. Topa sahip olan oyuncuya agresif bir pres var ve yerleşim de pas verdikten sonra nefes almaya pek imkan tanımıyor. Bir tek uzak köşede el kaldıran bir Portolu oyuncu boşta (altı çizili), onu görüş alanında tutan Barcelonalı belki de topu kazandıktan sonra kullanacağı boş alan için bekliyor. Barcelona'nın rakip yarı sahada bunun gibi sayısal üstünlük yakalaması mümkün değil fakat oyuncuların birbirine uzaklığı fazla olmadığından ve hücumların çoğunda takımın büyük kısmı rakip ikinci bölgeye yerleşmiş olduğundan ön alanda pres de akıcılık kazanıyor. Yani şöyle: Barcelona'nın sürekli topa sahip olması gerek, bunun için de kaybettiğinde hemen tekrar kazanması; bu, hemen atlamalar yapabilmeleri ve alanda kalabalıklaşmaları, oyuncuların yakın mesafelerde olmasıyla mümkün; ve nihayetinde topu kaybettiklerinde böyle bir senaryonun oluşması da topa sahipkenki yerleşimlerinden ötürü hemen hemen kendiliğinden, mekanik olarak gerçekleşebiliyor.



Real Madrid - Barcelona Süper Kupa eşleşmesinin ilk maçı, Real Madrid'in ilk golünün oluşumu. Öncelikle Real Madrid'in Porto'dan çok farklı reaksiyon verdiğini ve dizilim dışında yukarıdakiyle alakası olmadığını belirtmek gerekiyor. Ortak noktaları, Barcelona'ya karşı oynamaları ve savunma pozisyonunda 4lü bloğu kullanmaları; ama farklı şekillerde. Real Madrid kesin olarak her Barcelona atak başlangıcında bir ilk pres yapıyor ve bunun devamında rakibi hataya zorlayamazsa ikinci kademe böyle bir dizilim oluyor. Orta sahadaki oyuncular çok daha aktif ve bu yüzden ortanın kırılması nispeten daha kolay. Defans da 4lü olarak sabit kalmıyor ve Pepe ile Carvalho'dan biri sıklıkla orta sahaya kadar gelip Porto'da o iki blok arasındaki süpürücünün rolünü kapıyor. Tüm bunlar Real Madrid'i Porto'ya nazaran proaktif kılıyor ve bu aktiflik, agresiflik ayrıca atakların daha boş pozisyonlarda ve oyuncu tercihlerinin de etkisiyle daha opsiyonlu olmasını kılıyor. Porto'nun yapısında topu kazandıktan sonra atak olgunlaştırmak gerçekten zor, benzer gösterdiğim Hodgson'ın Liverpool'unda da böyle bir sorun vardı. En öndeki oyuncu Kleber'e büyük pay düştü o maçta. Yukarıdaki golde, top kanatlara geldiği vakit genellikle orta ikili oraya yaklaşıyor ve çizgide bek-orta saha-kanat oyuncusu yakınlaşıp 3 koldan kapatabiliyor. Olan buydu. Kazanılan topta Di Maria ayağının dışıyla Benzema'ya -o sırada sağ kanada açılmış- çok güzel ve çabuk bir pas attı, devamında da Benzema'nın boşalttığı alana koşu yapan ikinci forvet Mesut düzgün bitirdi. Çok güzel bir ikinci forvet golü ayrıca.



Real'in ilk presi, ön alan presi.



Bu da yukarıda bahsettiğim stoperlerden birinin orta sahaya atlama yapması, aslında Messi'yle beraber gelmesinin örneklemesi. Stoperin Messi'yle beraber sürüklenmesi Barcelona'nın orta sahada bir fazla duruma geçmesini engelliyor ve son durumda da Real kendi alanında bir fazla kalabiliyor. Resimde ucuz atlatıyorlar, ne olursa olsun arkada geniş bir alan var, fakat pozisyon ofsaytla sonuçlanıyor.



Son olarak Barcelona'nın ilk golü. Önce (soldaki resim) rakibi bozabiliyorlar, ama 30 saniye sonrasında (sağdaki resmin devamında) Villa imkansıza vuruyor. Stoperin öne çıkışıyla Messi geri dönmek zorunda kalıyor ve Barcelona top çevirmeye devam ediyor. İkinci denemelerinde Messi yalnızca bir saniye önce hamle alıyor, ama belli ki bu yetiyor ve topu rakibinden kurtarıp sol tarafa Villa'ya aktarıyor. Sonrası...

*4-4-2 oyun anlayışını bir uzun boylu, fizikli forvet; bir onun açtığı alanlara koşu yapan skorer; ve kanatlarda klasik wingerlarla temellendirmek mümkün. Bununla beraber bu sene ligin zirve futbolunu ortaya koyan Manchester United da temelde 4-4-2 şeklinde diziliyor ve oynadıkları oyunun bunla alakası yok. Her 4-3-3 diziliminin ofansif, agresif, akıcı öğeler içermemesi gibi. Farkın anlaşılması çok zor değil, yine de belirtmekte fayda var.

2011/07/05

Sunderland Safraları Atıyor



Sunderland'in yolu, modern orta sıra takımının büyüme yolu. Takımların yarı yarıya geçmişleri ve bugünleriyle paralel olarak Sunderland bir alt yazıdaki Aston Villa'dan bir seviye aşağıdan geliyor, fakat takip ettikleri yollar genel hatlarıyla birbirine çok yakın. Süreci düzgün yönettiğine inandığım Bruce'la -ve elbet başkan Quinn'le- bu farklar zamanla daha da kapanabilir; nihayetinde de dünyanın en acımasız liginde kendi kendilerine yetecek ve yerlerini garanti edecek yapıya kavuşmaları bana kesin gözüküyor. Şimdi bunları açmak gerek...

Sunderland son 6 ay içinde golcüsünün ve gelecek vaad eden genç oyuncusunun satışını yaptı. Her birinden 18er milyon pound olmak üzere toplamda 36 milyona varan harika bir gelir elde etti. Hatta zaman dilimine 6 ay daha eklersek Kenwyne Jones'un 12 milyonluk satışıyla meblağ 48'i buluyor. Safralar birer birer atıldı. Safra derken... Benim safra metaforuna yerleştirdiğim iki anlam var. Birincisi gerçekten takımın gelişimine zararı olan oyuncular gönderiliyor; ikinci şeklindeyse bu oyuncular takım için değerli olsalar dahi zaman içinde değerleri düşeceğinden doğru zamanda kritik kararlar alınıp kesinlikle gönderilmeleri gerekiyor. Riveros, Angeleri gibi beklenenin alınamadığı oyuncular da Henderson gibi takımın geleceği olan bir oyuncu da bu şekilde benim kafamda aynı başlığa oturuyor. Alt başlıklar da atılabilir elbet, ama bunların vaziyetini kesinlikle birbirinden ayrı tutmuyorum.

Bruce'u anlatırken Wigan Athletic günlerine gitmek ve onun başardıklarıyla Martinez'inkileri karşılaştırmak hocayı tanımlamada kolaylık sağlayabilir. Wigan, Dave Whelan gibi sağduyulu bir başkana ligdeki tüm kulüplerden daha fazla muhtaç. Diğer hiçbir takım gibi bir geleneği, kültürü ve seyircisi olmayan bu kulüp, sürekli doğru adımlar atmak ve kesinlikle Premiership'te kalmak zorunda. Gelirlerinin %80'ini televizyon hakları oluşturuyor; yani bu %80lik kısım yalnızca Premier ligde bulundukları için geliyor. Zaten görüldüğü üzere başka hiçbir şey oldukları için de para gelmiyor. Bu güzel kulüp lige ilk adım attığı oyuncu grubunu (Leighton Baines, Jimmy Bullard, Jason Roberts, o zamanlar iyi bir Chimbonda vs) bir daha bulamadıktan sonra son iki teknik direktör seçimiyle yeniden fark yaratmayı başardı: Steve Bruce ve Roberto Martinez. İkisi de kulübü büyütmeye yönelik adımlar atan, uzun vadeli planların da parçası olabilecek kenar adamları; bir kere ikisi de klasik adalı hocalardan değiller ve transfer yaparken dünyanın dört bir tarafına bakıyorlar. Ama özellikle Bruce, bunları parlatıp yüksek paralara satmayı çok iyi başarıyor. Wigan, Güney/Orta Amerika pazarına Bruce zamanında girdi; Valencia 16 milyon pound'a Manchester United'a transfer oldu (gerçi Valencia onun gelişinden önce transfer edilmişti), Cattermole ve Palacios yine çok iyi paralar kazandırdılar ve henüz takımda kalan Figueroa ile Rodallega da piyasası vasatın üzerinde futbolcular. Wigan o dönemde sürekli ucuza al-pahalıya sat yaparak gerekli parayı kazandı, ki Zaki gibi bedavaya gelip yarım sezon lige damga vuran bir oyuncu da vardı. Ardılı Martinez rejiminde bu oyuncu satışlarının devamı gelmedi, son olarak N'Zogbia ayrılacak fakat bilindiği gibi o da bir önceki döneme ait bir futbolcu. Martinez'in getirdikleri Thomas, Diame, Stam, Alcaraz'sa bu tip büyük transferler yapacak oyuncular değiller, bir ihtimal McCarthy gözüküyor. Fakat bu İspanyol'un kötü hoca olduğu anlamına gelmiyor, hatta Bruce'dan daha üstün olduğu kesin. Sunderland'a ait bu bölümü daha fazla Wigan'la doldurmamak için kısa kesiyorum: Bruce mini-Porto (veya Lille de bu aralar popüler), Martinez mini-Barcelona yaratıyor. İşin özü bu.

Bununla beraber, Birmingham City ve Wigan'dan sonra daha büyük bir sermayeye ve kulübe gelen Bruce için yeni bir zorunluluk daha doğdu. Bu kulüplerde uzun vadeli bir oyun planı ikinci plandaydı; pastanın kremasıydı. Sunderland'de durumlar farklı. Kulüp 2009 Mayıs'ında Amerikalı iş adamı Ellis Short tarafından satın alındı ve kulüp daha az mütevazi bir hale geldi. Bruce ilk senesinde Wigan'daki düzeninden devam etmek istedi, oldukça benzer bir şablon uyguladı: aynı Wigan'daki gibi klasik 4-4-2 üzerinden ve aynı orta saha, forvet rollerinden. Beraberinde Cattermole'u getirdi, Palacios'un yerini Cana aldı, hedef oyuncu Heskey değil Jones oldu ve golcü de dengesiz Zaki yerine ligde o görevi en iyi yapabilecek Bent olarak seçildi. Onun yapabileceklerinden ve oyun fikrine güvenen biri olarak ben, hayal kırıklığı demiştim. Sonraları takım galibiyetler almaya başladı ve başarılı oldu ama sonra, tekrar dibe vurdu ve hem de çok kötü. 14 maç üst üste kazanamadılar, Sunderland sezon sonunu zor getirdi. Yaz döneminde kaptan Lorik Cana gönderildi, Bruce kötü süreçte 4-4-2'yi suçladı. Takım bölünmüştü, bu biraz da verilen görevlerde oyuncuların gerçekten en iyi olmaları ve kemikleşerek bunun takımda kohezyon sorunu yaratmasıydı. Bahsettim; Bent golcüydü, Jones indiriyordu, Cana ve Cattermole orta sahada savaşıyorlardı. Cana'yı biliyoruz, Cattermole'u bilmeyenler için gözü en az onun kadar kan bürümüş bir oyuncudur; sezon boyu gördüğü kırmızı kartlar yüzünden alternatif gerektirir. Bent son 3 sezon baz alındığında ligde en çok gol atan 3 oyuncudan biri -ki bu ilk üç birer ikişer golle ayrılıyorlar, istatistiği bulamadığımdan aktaramıyorum, fakat Rooney ve Bent arasında sadece 1 veya 2 gol var-, Jones'sa bir dönem Terry'nin en çok zorlandığım oyuncu dediği Andy Carroll'dan hallice bir oyuncu. Takım zamanla 4-2-4 şeklinde bölündü, orta ikilinin yaratma eksikliği kanatlara Andy Reid gibi takviyelerle çözülmeye çalışıldı. Kötüsü, takım oyunculara inanılmaz bağımlı hâle geldi; tek gol silahının Bent olması gibi bir durum oluştu (İstatistiğe göre iki golden birini Bent atıyor, ligdeki 48 golün 24'ü ondan). Bu kesinlikle Bruce'un istediği bir ekip değildi ve zamanla bu tip bağımlılık ve bütünlük sorunu yaratan oyuncular gönderildi. Yine de o günden bugüne bir bağ kurulduğunda, Bruce'un zihniyetinin değişmediği fakat yöntemin yanlış olduğunu görüp bunda değişikliğe gittiği görülebilir. Tempolu, dinamik oyunu seven bir hoca ve bunu lig şartları içinde iki orta saha ile yapabiliyorken Sunderland'de daha evrensel bir takım yaratma gereği ve bu sefer bunun başarısız olması onu çift forvetten vazgeçirdi. Sezonun sonlarında bol bol deneme yapıldı, kale hariç her yerde oynar -sol bek, orta ikili, sol açık, sağ açık, ikinci forvet oynadı- Kieran Richardson sol beke çekildi, böylece orta ikiliden beklenen yaratıcılık Reid'den sağlanırken onun içe kaçışları ve Richardson'ın genişlik sağlamasıyla hücuma alternatif sağlamaya çalışıldı. Richardson elinden geleni yaptı, ama haliyle o kanatta bir savrukluk oldu. Reid zaten Sergen'den hallice, göbekli ama yetenekligillerden. Bunun yanında esnek 4-5-1'i denedi ve sanıyorum aklına yatan bu oldu. Bu düzende zaman zaman forvette de kullandığı patlayıcı forvet Fraizer Campbell'ı kanada yerleştirdi ve orta sahayı kalabalık ama değişkenliği yüksek oyunculardan kurdu, Richardson gibi, ve ortada daha üstün görünüp tehlikeli de bir kontra atak takımı oldular. 2009-2010 sezonu burada bitiyor.


I: Görüntüler Danny Welbeck'in (altı kırmızıyla çizili) en formda dönemine rastlayan Blackburn maçından, 2011'in ilk maçı. Görüntünün öncesinde Welbeck orta sahada link oluyor, bir iki pas sonrasında bu durum oluşuyor. Sağdan orta açmaya hazırlanan oyuncu Elmohamady. Bu kareyi Welbeck'in demarke serbest rolünü göstermek için seçtim.


Orta Darren Bent'e geliyor, Bent karambolde topu Welbeck'e indirmeyi başarıyor. Pozisyon devamında Welbeck'in gelişine vuruşunda gol olacak.


II) Bundan 4 gün sonra oynanan maçta Sunderland bu sefer deplasmana, Villa Park'a gidiyor ve Welbeck kanatlara biraz daha yakın. Burada rakip sağ beki Cuellar'ı kovalıyor.


Sunderland bu kez hücum ediyor, top sağ kanatta, Mısırlı orta yapmaya hazırlanıyor. Soldan arka direğe doğru hareketlenen Welbeck kadrajda. Bu arada Elmohamady'nin sağ kanattan önemli bir opsiyon olduğunu görüyoruz 4 karede. Sunderland sağ kanadı en çok kullanan takım.

Büyük kulüplerin futbolcu eskisi olmak pek çok güzelliğinin yanında günümüz piyasasında da çok yararlı. İç piyasada oyuncular için istenen paralar bir anda iki katına çıkıyor, bu her ligde böyle. Eskilerin avantajı bu büyük kulüplerde istenmeyenleri veya kiralanmak istenen gençleri kolayca alabilmeleri oluyor. Aynı kalitedeki oyuncu daha düşük bir bedelle transfer edilmiş oluyor. Bir de buna bağlantılar aracılığıyla oyuncunun daha iyi tanınması eklenebilir. Şu an kulübün en versatil oyuncusu Kieran Richardson bu şekilde, Roy Keane zamanında geldi. Bruce'un da yine bir Manchester United eskisi olmasıyla ilişkiler devam etti, hocanın Welbeck'e de çok büyük yararları dokundu. Bunun yanında bir kez daha Mısır'dan oyuncu getirildi -Ahmed Elmohamady- ve bu seferki Zaki gibi savruk değil, ayrıca Premier Lig'e gayet uyumlu bir oyuncuydu. Sunderland'ın sezonun ilk bölümünde gol kısırlığı ve Bent bağımlılığı devam etti: ilk 9 lig maçında yalnızca 8 gol atabildiler (Zaten 5i de Bent'ten). Fakat zamanla takımın değişen yapısı belirginleşti,performans arttı ve bu yeni yapıda Bent daha sağlıklı bir role kavuştu. Artık durum şöyleydi: Bent verilen görevi ligde en iyi yapabilecek oyunculardan biri olsa dahi, o olmadan da işler yürüyebiliyordu. Çoğu zaman oyuncular takım mekaniğinin bir parçası olarak parlıyor fakat zamanla büyük başarıları, takımları yüksek oranda bu oyuncuya bağlıyor ve oyuncuyu daha iyi kullanmak adına takımın yaptığı ince ayarlar ileriki zamanlarda ciddi sıkıntılar doğurabiliyor. Manchester United iki sezon önce bu sürece girdi ve Rooney'nin sakatlandığı dönemde çok büyük darbe aldılar. Bunun gibi. Hatta gariptir, bu duruma net ve somut bir örnek olarak Bent'in oynamadığı maçta, Stamford Bridge'de şahane bir futbolla 3-0 kazandılar, bundan iki hafta önce de ezeli rakip Newcastle'a 5 gol attılar. Welbeck takımın çok önemli bir parçası haline geldi ve Bent'in sakat olduğu dönemde Gyan tek forvet, Welbeck de uzak forvet veya ikinci forvet oldu. Takım 4-4-2 gözüküyordu ve zaman zaman Welbeck önde Gyan'la beraber baskı yapıyordu fakat bu durumda ortadaki koheziv üçlüden solda olan - Zenden, Richardson, Malbranque kim varsa- o Welbeck'in yerine sola geçiyordu (Ne yazık ki Chelsea maçının tamamının linkini bulamıyorum, ancak bu şekilde görsellere ulaşabilirim). Takım genç kadronun dinamizmi üzerine kurulu olarak, presli bir oyun oynuyordu ve oyuncu özelliklerinin de katkısıyla oyun içinde bu tip dizilim değişiklikleri yapılabiliyor, uzak forvet kanada geçip veya link oyuncusu olup bu şekilde savunma yapılabiliyordu. Neticede Bruce'un forvet ve orta saha oyuncularındaki tanım değişikliği apaçık görülüyor. Geçen sezon bazı maçlarda orta ikilinin Henderson-Malbranque'dan oluştuğu oldu, Malbranque 2-3 sene önceye kadar kanat oyuncusuydu ve Henderson da bir önceki yıl - aynı Wilshere gibi- göbekte değil (Wilshere'den daha orta saha yetişmesine rağmen) orta sahanın sağında kullanılıyordu. Jones'un yerini Gyan gibi top indirmekten pek çok başka şey de yapabilen ve en önemlisi, istikrarlı bir oyuncu alıyordu; yani gol atmasa da takıma yararlı olacak biri. Sağ bek, sağ açık, Sabri Sarıoğlu Elmohamady de ters kanatta dengeyi kurmak üzere çoğunlukla sağ açık oynadı; bindirmeleriyle ve ortalarıyla etkili oldu. Sunderland bir ara 7.liğe kadar çıktı ve Avrupa Kupası ciddi bir şekilde ufukta belirdi. Ama sezonun ikinci yarısı bir önceki sezonu takip etti ve takım tablonun ikinci yarısına düşüp bu hedeften kesin olarak uzaklaştı. Bunu Bent'in yollanmasına bağlayanlar var fakat somut olarak ortaya koymasam da (Bunu halihazırda yapan var), bir şekilde açıkladığım üzere böyle bir durum yok. Hatta Bent sonrası Sessegnon ve Richardson ikinci forvet rolünde gayet başarılıydılar. Ben düşüşü orta sahaya bağlıyorum ve biraz da takımın fazla idealist takılırken, yani basit olamamaktan zorlanmasına. Çok forvet oynatmayacağız derken tamamen forvetsiz kalması vs ayrıca etkili. Ve bazen de savunma hataları -Baharda oynanan Stoke City maçı. Üç duran top golü yediler. Rakip Stoke da olsa, aynı maçta üç tane...- Bunların hepsi bir araya geldi ve önceki senenin kabusu tekrarlandı. Benim bu yazıyı yazış nedenim tüm bunlara bir kez daha değindikten sonra bu seneki transferler ışığında Sunderland'den beklentilerim ve takımdaki olasılıklara duyduğum heyecandı. Jones'dan alınan para hemen Gyan'a harcanmıştı; Henderson'dan gelen de yeni İngiliz prodigy Connor Wickham, Craig Gardner ve -Korelilerin Rooney'si imiş- Ji'ye paylaştırıldı. Bruce'un artık demarke, uzakta forvet kullanması ve yine sezon sonu travmasından dersler alarak ilk 11de kesin olarak bir uzak forvet olması gerektiğini benimsemesi ve son olarak da geleceğe yatırım yapmaya hevesi birleşince ortaya bu adamlar çıktı. Ben Ji Dong-Won'u elbette tanımıyorum, pek tanıyan da yok. Sunderland taraftar sitesi Roker Report, Koreli bir blogger'a sormuş. Açıkçası beklediğim gibi, ve Wickham gibi, esnek, gol atmaktan başka şeyleri de net yapabilen ama aynı zamanda doğuştan golcü bir futbolcuymuş. Kore'de Rooney diyorlarmış, fakat gol atmadaki rahatlığı nedeniyle yazar Raul Gonzalez diyor. Elbette gerçeği kadar değil diyerek de tevazuyu, efendiliği elden bırakmamış. Wickham'sa lanse edildiği ve görüntülerinden izlediğimiz kadarıyla Ji'nin İngiliz versiyonu ve Bruce bu gençleri bana kalırsa demarke forvet olarak kullanacak. Bu geçen sene olduğu gibi, sol orta sahayla maç içinde yer değişmelerle kanatta da olabilir, veya link oyuncusu gibi, demarke vaziyette. Hem bu oyuncuların kendilerini gösterebileceği ortam olacak hem de arka direkte veya herhangi bir yerde sürekli bir oyuncu. Ji'yle alakalı çekincem fiziği. Keza Koreli blogger da bunu söylemiş (Bu arada Kore'de kanatta oynadığı da oluyormuş) ve ben Sunderland'in bu oyuncu tercihiyle biraz gereğinden fazla risk almış olabileceğini düşünüyorum. Mısır'dan oyuncu almak daha farklı. Koreliler aynı bizim Tuncay'dan beklediğimiz gibi sürekli oynamasını bekleyecekler veya oyuncu da bunu bekleyebilir; fakat Sunderland'de bu kadar kesin birinci adam olması zor gözüküyor. Bunun yarattığı sorunlar olmazsa, takım Asya'da da bir taraftar kitlesi kazanacaktır, bunun için de tebrik etmek lazım.

Gardner, Westwood ve Larsson diğer transferler. Sebastian Larsson yine güzel bir transfer, istikrar beklenmediği sürece yararlı bir oyuncu. 100+ maça çıkan ve 5 golü bulamayan, buna rağmen her maç en az 1 karavana şut deneyen Malbranque'ın bulunduğu takıma ilaç gibi gelir; sanırım İskandinavların tamamı uzaktan iyi vuruyor. Çok da güvenilir bir serbest vuruşçu, N'Zogbia ile beraber ligde fazla göz önünde bulunmayan ama en iyilerden. Orta açamıyor, hızlı değil; ama bunlar da Mısırlıda var ve o ortalar da bu sene Koreliye ve Wickham'a çok goller attırabilir. Neticede gelmek istediğim nokta, Sunderland üstüne koyarak daha iyiye gidiyor ve çıkardığı dersler üzerinden güzel işler yapıyor. Halen orta sahaya ihtiyaçları var, önceden de vardı, Henderson gidip Gardner geldikten sonra hâla var. Bruce bir de, başkanı tutuklanan ve küme düşüp bir bir oyuncuları satacak olan Birmingham City'den stoper Scott Dann'i istiyor. Evet, Turner'ın yanına daha sağlıklı bir adam lazım. Tüm bu transferler sanırım henüz eksiye geçilmeden, satışlardan elde edilen paralar üzerinden yapıldı. Sunderland büyümek için ve ligde kalmak için para harcıyor ve bu yüzden iki senedir zarar ediyor. Ama bu politika sayesinde önümüzdeki yıllarda ibre tersine dönebilir, kulüp kâr edip gelirlerini arttırarak büyümeye devam edebilir. Hedef de bu zaten.

2011/06/11

Gerard Houllier: İyisiyle Kötüsüyle



Gerard Houllier çok sevdiği Premier Lig'e ikinci gelişinde fazla tutunamadı ve Aston Villa teknik direktörlüğünde yalnızca 9 ay kalabildi. Bu aynı zamanda Aston Villa'nın 1 yıl içinde değiştirdiği üçüncü hoca oluyor (O'Neill, MacDonald, Houllier), dördüncünün arayışıysa -ne yazık ki- hayal kırıklıklarıyla sürüyor. Burada kulübün kötü yönetilmesinden öte istatistiklerin üst üste binişi ve şanssızlıklar daha çok etkili; keza Aston Villa Randy Lerner'ın gelişinden beri hemen her zaman doğru kararlar aldı ve her zaman özveriyle yönetildi. Lerner takıma yatırım gözüyle bakmıyor, ki bunda yetiştiği ortamın payı büyük. Baba Al, Cleveland Browns futbol takımının (soccer olmayan futbol) sahibi; Randy'nin spora olan tutkusunda ön ayak olan bu oluyor. "Hiçbir zaman güzel kokulu üniformalara, çoraplara, havlulara boğulmadım" diyor Lerner. Al o disiplinli babalardan, ama anladığım kadarıyla sert ve huysuz değil; 30ların Amerikasından geçmiş biri olarak, oğlunun fanusta yetişmesinden yana değil ve kendi yolunu bulması için teşvik ediyor sadece, böylece Randy hayatı daha doğru tanıma fırsatı buluyor vesaire. Bugün kulübün en doğru şekilde yönetilmesinde bu tecrübelerin; Lerner'ın taraftar olma duygusunu ve taraftarların kulüpteki rolünü bilmesinin payı çok büyük. Aston Villa İngiltere'de okuduğu vakitlerde ilgi duyduğu üç takımdan biri; diğer iki takım Fulham ve Arsenal. Şans o ki Lerner'ın İngiltere'de eğitim aldığı 81-84 yılları, Aston Villa kulüp tarihinin en başarılı dönemi. Doug Ellis'in başkanlıktan çekilmesinin de yarattığı rahatlıkla kulüp efsane teknik direktör Ron Saunders'in elinde yeniden şekilleniyor ve 82'de takımı devralan yardımcısı Tony Barton'la şimdinin Şampiyonlar Ligi şampiyonu oluyor. Bugüne dönelim. Lerner'ın yatırımı başkan olduğu 2006'dan bu yana 140 milyon pound'a ulaştı, fakat sadece bu değil; değerlere de sahip çıkıyor, William McGregor (Aston Villa direktörü - 1888de Futbol Liginin kurucusu) anıtı bir örnek ama kesinlikle tek değil. Ayrıca çok güzel modern uygulamalar da var. Mesela son günlerde Houllier'nin koltuğu için McClaren'in adı geçiyordu, sonra rafa kalktı bu. Deniyor ki taraftar blogları ve forumlar takip ediliyormuş ve taraftarın Stevie'yi istemediği görüldüğünden hocadan vazgeçilmiş.

İstatistiklerin üst üste binmesi ve şanssızlıklar da şu: bu 3 teknik direktörden biri zor gün adamı Kevin 'Cevat Güler' MacDonald, diğeri taraftar ve başkanla anlaşmazlıkları yüzünden bıçağın kemiğe dayandığı, sezonun başlamasına bir hafta kala bırakıp giden Martin O'Neill, sonuncusu da sağlık sorunları yüzünden ayrılmak zorunda kalan Gerard Houllier. Houllier hasta olmasa dahi bırakmayacak mıydı? Bence hayır, bir sene daha devam edecekti. Öncelikle kulüp istikrardan yana. Bu, kötü olanın da istikrarlı olarak devam etmesi değil; Hou'da elbette bizim gördüğümüz gibi bir şeyler gördüler ve benim görüşüm, sezon sonunda onu göndermek acil bir karar olacaktı. Houllier, David O'Leary'den sonra muhtemelen en az sevilen hoca; ama onu bu raddeye getiren en çok da şanssız açıklamalar ve olaylar. Nereden başlamalı? Gençliğinde gelip hayran kaldığı, sonra bir dönem efsane olduğu Liverpool'a geri döndüğünde, takımın 3-0 kaybettiği maçtan sonra Kop'u selamlamasından mı? Ben olayları daha uzaktan takip ediyorum ve işin aslı böyle durumlara önem vermeyen biriyim, fakat bir de o asıl, genel taraftarın halini düşünün. Takım alt tabloya düşmüş ve sonuçlar gelmiyor, bunun gerginliği ve hocaya kızgınlığı varken, teknik direktörünüz rahat görünüyor ve rakip takım taraftarlarını samimice selamlıyor. Bunlar gerçekten ince hesaplar, ince işler. Houllier'nin Anfield'da mutlaka ki iyi diyaloglar kurması bekleniyor ve bana kalırsa gerekiyordu da, fakat böyle gerçekleşmesi herkes için kötü oldu. Düşünün ki Mesut Özil Türkiye milli takımına gol atıyor, Almanya 2-0 öne geçiyor; abartılı bir sevinç doğru olur muydu? Zaten Mesut'a karşı genel bir antipati varken ipler tamamen kopardı. Bir başka olay da FA Cup'ta Manchester City'e karşı yedek kadroyla çıkmasıydı. Bu benim için anlaşılamaz bir durum; olayın etik yönünü bırakıp tamamen faydacı bakıldığında da anlam verilemiyor. Gerekçe gösterdiği ligde Aston Villa Championship'i ensesinde hissetmiyor, bilakis son haftalardaki performansıyla uzaklaşmış durumda. FA Cup'ta muhtemel galibiyet finale doğru önemli bir adım ve FA Cup finali de şu umut kırıcı sezonun tek tesellisi olabilir. Gerçekten garip. Peki ya "Heskey gününde olursa Drogba kadar etkili olabilir" gibi talihsiz bir açıklama yapması? Anlatmaya çalıştığım aslında şu: Houllier'nin imajını zedeleyen sahadaki sonuçlardan pek çok başka olaydı. Keza bu sürecin tam tersi Wigan'da işledi, öyle ki takım kümeye düşse dahi muhtemelen Martinez'e olan sevgi ve güven devam edecekti. Olabildiğine geniş bakıp bu faktörleri de düşünmek zorundasınız, değer vermeseniz dahi. Ben Houllier'nin kaba, soğuk bir insan olduğunu düşünmüyorum. Tersine, kendince oyunun centilmenlerinden biri bile sayılabilir; bir futbol öğreticisi olarak düşünülmesi gayet makul. Kimse onun iş ahlakından dolayı yakınmıyor ve takımla günde 10 saati aşkın çalıştığı, çok çaba sarf ettiğini kimse reddetmiyor. Hatta babacan bir figür olduğunu da ve vesaire. Ama haddini aşan profesyonelliği -Manchester City örneği- zamanında Liverpool'da* olduğu gibi burada da başını yaktı. Benjamin Franklin'e kulak verelim:

"Bir insanın kredisini etkileyen en önemsiz eylemler onun tarafından dikkate alınmak zorundadır. Sana inananların sabahları saat 5'te ya da akşamları saat 8'de çekicinin vuruşlarını duymaları onları altı ay mutlu kılar; fakat eğer işinin başında olman gerekirken bilardo masasının başında görülürsen ya da sesin meyhanede duyulursa, o zaman ertesi sabah yekûnu hatırlatır ve sen daha kullanamadan geri ister. Bunun dışında bu şunu gösterir: Borçlarına sadıksan, bu durum senin şerefli bir insan olduğun gibi sorumlu olduğunu da gösterir ve bu da senin kredini arttırır." Yukarıda değer vermeseniz dahi demiştim ya, işte Houllier Franklin'e biraz daha kulak asabilirdi. Nihai hedeften sapmamak için şartlara göre manevralar yapmak gerekiyor. Bunu asil ve tek görev olarak sayma yanlısı değilim, yani hedef yolunda her şey mübahtır diyerek körü körüne bir inançtan bahsetmiyorum; ama pek çok durumda geçerlidir bu ve Houllier'nin City deplasmanına as kadrosuyla çıkması ve bunu taraftarı göz önüne alarak yapması benim için iki yüzlülük değildir. İki yüzlülük her şartta bunu yapması ve tutkuyla bağlanması olacaktır, ki az önceki manevra benim için sağduyu ve zeka belirtisiyken bu durumda (her şartta bağlanması, tutkuyla yapması meselesinden bahsediyorum) benim Houllier'i sevmem mümkün olmayacaktır.

Şimdi bu uzun girişten sonra Houllier'nin 9 aylık dönemini iyisiyle kötüsüyle, madde madde değerlendirmek istiyorum. Ek olarak Hou'nun Liverpool döneminin bir analizi yapılırsa sanıyorum bu yazı tamamlanmış olur, ama bilgim ve ilgim gereği yalnızca Aston Villa bölümünü ele alıyorum.

İstatistikler yalan söylemez: Houllier başarısız.

Elimde astonvillacentral'ın hazırladığı, İkinci Dünya Savaşı sonrası Aston Villa teknik direktörlerinin başarı çizelgesi var. Tam tarihini hatırlamıyorum, ama muhtemelen yine 9 ay öncesine ait; kulüp tarihinin ikinci British olmayan hocası Houllier gelirken hazırlanmıştı diye aklıma kalmış. Bunu Houllier'i de ekleyerek güncelledim, zaten net bir şekilde belli oluyor. Tablo aşağıda:



Houllier 28 maçla en az maça çıkmış teknik direktör; kendisi gibi birer sene kalan Billy McNeill ve Josef Venglos'dan daha az, çünkü ilk maçı ligin altıncı haftasına denk geliyor ve sağlık sorunlarından dolayı görevi son 5 haftada Gary McAllister'a bırakmak zorunda kalıyor. Bu açıdan, az maç sayısı sağlıklı yorum yapmak için elverişli değil, ama neresinden tutarsanız yine de bir gösterge. 1991'de efsane başkan (efsanedeki ironiye dikkat) Doug 'Deadly' Ellis'in 90 İtalya'daki Çekoslovakya'yı beğenip takımın Çekoslovak hocası -sonra Slovak- Josef Venglos'u İngiltere'ye getirmesi bir ilkti; ilk kez Britanyalı olmayan birisi İngiltere'nin en üst liginde teknik direktörlük yapacaktı. Sonuç iyi olmadı; Aston Villa ligi 17. sırada bitirdi, Venglos da buradan Fenerbahçe'nin yolunu tuttu. Houllier ondan sonra gelen ikinci yabancı ve yine onun gibi vadesi ancak bir sene. Bu da onları takımda en kısa süre çalışan üç teknik direktörden ikisi yapıyor. Üçüncüsü, listenin son sırasındaki Billy McNeill; zamanında, 86-87 sezonundaki takım küme düşmüştü. Bunların dışında, Houllier rejiminde Aston Villa West Brom'a 26 yıl, Wolves'a 31 yıl sonra ilk kez yenildi ve Martin O'Neill'ın üst üste 6 galibiyetle bıraktığı The Second City Derby rekabetinde Lig Kupası yenilgisi ve Villa Park'taki 0-0 beraberlik avantajı şehrin mavi yakasına geçirdi. 11 yıldır derbi kaybetmedim diyen biri için oldukça ironik. Giriş bölümünde de söylediğim gibi Houllier'i en çok ve asıl yakan bu talihsizlikler oldu; keza istatistikler onun başarısız olduğunu gösterse de asıl yakanlar bana göre bunlar. Şu 9 aylık dönemi sağduyu yoksunluğuyla açıklamak doğru gözüküyor.

Geride kalan sezonun iki kronik rahatsızlığı var: Korner golleri ve öndeyken kaybedilen puanlar. İkinci alanda 24 puanla ligin zirvesindeyiz, bir başka hayal kırıklığı Sunderland 23 puanla ikinci geliyor. Bu şekilde bir varsayımda bulunmak elbet çok anlamsız, ama bir fikir vermek açısından söyleyelim: bu 24 puanın yarısı alınsa 60 puanla tamamlanıyor ve bu da bir önceki sezondan 4 puan eksik demek. 3-2 kaybedilen Bolton deplasmanı ve The Hawthorns'taki -West Brom'la oynanıyor- 2-1lik mağlubiyet en vahim örnekler. Bolton karşısında oyunun büyük kısmı domine ediliyor, hatta 2-1 öndeyken Young bir de penaltı kaçırıyor, fakat maç skoru: 3-2 Bolton. İki gol kornerden yeniyor. West Brom maçı... İlk yarı 1-0 Aston Villa önde ve 60'a kadar bu böyle; 60'da Odemwingie atıyor 1-1 oluyor, ama hemen sonra da West Brom 10 kişi kalıyor. 20 dakikalık Aston Villa baskısının sonucu: 2-1 West Bromwich Albion. Kornerlerde yenilen gollerde de yine muhtemelen lig lideriyiz, ama bunun için kesin bir şey söyleyemem. Veriler Opta Sports'tan, fakat 5 Mart tarihli, ben bunların üzerinden güncelleme yaptım. Açıkçası Aston Villa ve Sunderland'e kimsenin yetişemeyeceğini düşündüğümden başka takımı kontrol etmedim. Kornerlerde ise Blackpool veya başka bir takım da en az Aston Villa kadar berbat olabilir. Nihayet, en kötü değilsek bile çok kötüyüz: kornerden yenilen 14'e tekabül ediyor. Ve toplamda yenilen 59 gole ilk 10 sırada bitirenler arasında en fazla yaklaşabilen 46 golle Tottenham. Son 5 sıradaki takımlar, yani ligde kalma mücadelesi vermiş takımlar hariç tutulduğunda Villa'dan daha çok gol yiyen -Di Matteo'nun serbest-akışkan futbolunun katkılarıyla- yalnızca West Brom var; açık ara öndeler, 71 gol yemişler. Savunma bir yana, duran top kullanımında ligin en iyi takımlarından biriydi Aston Villa; hele ki Martin Laursen'in henüz futbolu bırakmadığı dönemde. Aşağıda bunun da bir karşılaştırması var: soldaki tablo 09/10 sezonuna, sağdakiyse bu sezona ait.



Peki ya istatistik tek belirleyici mi?

Kesinlikle hayır. Hatta birçok durumda, yalancık şahitlik yaptığından dolayı matematiğin de adını kötüye çıkarabilir.

İngiltere'nin geçen hafta İsviçre'yle oynadığı maçın son 10 dakikasında ileri üçlüsü üç Aston Villalıdan oluşuyordu: Young, Bent ve Downing. Milner da eski bir Aston Villa oyuncusu; ama a) artık Villa oyuncusu olmamasından(!), b) milli takıma yükselişini bu üçünden farklı nedenlere borçlu olmasından -Martin O'Neill- dolayı onu bu kategoriye alamıyorum. 10 dakikalık görüntü hikaye yazmaya elverişli olabilir; ama başka bir şey daha var. Daha önceki iki resmi maçta, Galler'e ve Gana'ya karşı maçın adamı seçilenler yine Aston Villalı oyunculardı: Ashley Young ve Stewart Downing. Bent son maçta kaçırdığı gole rağmen, artık İngiltere'nin forvetteki ilk tercihi gözüküyor. Tüm bunları daha iyi bir temele oturtmak için önce elemeler yapmak istiyorum. Mesela Bent'in ilk tercih hale gelmesinde tek katkı Bent'ten mi geldi? Daha önce kullanılan forvetlerden Heskey milli takımı bıraktığını açıkladı; Crouch (Şampiyonlar Ligi yetmez Crouchy) ve Defoe çok formsuzlar, Andy Caroll henüz hazır değil ve nihayet Rooney kulüp performansının etkisiyle yeniden ikinci forvet rolüne döndü. Ama bu, Bent'in yerinde saydığı ve sahip olduğu pozisyonu salt kendinin dışında gelişmelere bağlı kazandığı anlamına gelmiyor. Capello ilk geldiği dönemde milli takımda kökünden değişimden değil, reformdan yana oldu. Bu öncelikle İngilizlerin yeterince evrensel olduklarına inanmamasından kaynaklanabilir, sonra da sahada alınan iyi neticelerden. Fakat Dünya Kupası'ndaki hezimet onu yeni bir yola itti ve İngiltere'de şu an bir şeyler çok farklı olmasa da değiştirme yolunda önemli adımlar atılıyor. Neticesinde takımın tamamı değişmiyor, değişen 3 veya 4 oyuncu; fakat bu 3-4 kişi felsefenin değişmesinde önemli rol oynayabilir. Neo-İngiliz oyunu yeniden arkaplana itildi; Bent değil, ama Wilshere, Young gibi oyuncular milli takımın hüviyetini değiştirmeye başladılar. Bu oyuncuların ortak özellikleri güzel futbol oynamaya çalışan takımlarda olmaları, böylece daha farklı koşullara adapte olabiliyorlar ve İngiltere'nin nihai evrensel futbol anlayışına uyum sağlayabiliyorlar. İngiliz oyun anlayışını değiştirmek Capello'nun yapabileceği bir iş değil; bu yüzden Houllier, Benitez, Mourinho gibi yabancı hocaların İngiliz yeteneklerin oyununu yönlendirmelerine aşırı derecede muhtaç. Bent, Capello'nun Aston Villa'ya transferine çok olumlu tepki verdiğini söylüyor. Şunu net olarak söyleyebilirim ki Bent'in Sunderland'de üstlendiği görevle Aston Villa'daki arasındaki farklar çok az; temeldeyse aynı. Hâla yeterince iyi top süremiyor ve zaman zaman çok izole kalıyor. Ama bu alanlarda bir iyiye gitme var ve Capello'nun bahsettiği de bu. Mourinho ve Benitez'in elinde bambaşka oyuncular olan Lampard ve Gerrard bilindik örnekler. Bu süreçlerin benzeri bir sene içinde Ashley Young için işledi. Aslında fark şurada: bu oyunculara evrensel futboldaki yerleri usulca gösteriliyor. Lampard da Gerrard da adanın en parlak box-to-box orta sahalarıyken, ilerki dönemde üçüncü orta saha ve ikinci forvetlere dönüştüler. Fark burada. Ashley Young'sa içeri kat eden, sol kanatta oynayan sağ ayaklı bir oyuncuyken ikinci forvete, merkez kanat oyuncusuna dönüştü. Premier Lig sahip olduğu hızla idealist hocalar için challenge olmaya devam ediyor; bana kalırsa süreç yabancı hoca akımının artması ve yerlilerin de bunlardan etkilenir olmasıyla daha hızlı işleyecek. Artık alt tablodan gelen takımlarda Burnley ve Blackpool örneklerinde görüldüğü gibi idealist futbol anlayışları benimsenebiliyor. Mevcut kaynaklar doğru yönlendirildiğinde, yani hız ve fiziksel üstünlük bilim ve eğitimle daha çok kaynaştıkça Premier Lig'in ve bununla beraber milli takımın seviyesi artacak. Bu yolu, bilim ve eğitimi adaya getirmenin öncülüğünü yapan hoca Arsene Wenger; ardından da Gerard Houllier geliyor. Houllier'nin -sürekli eleştirilen- Liverpool'daki kapalı, çekingen oyun anlayışını biraz daha ayrıntılı olarak savunmak isterdim, fakat şu an yeri değil. Bu aslında o zamanın kontra-atak anlayışı ve temelde Hou'yla aynı düşünceleri paylaşmamızdan -oyuncuların evrensel futbola doğru bir şekilde yönlendirilmeleri- öte geliyor olabilir. Dönemle alakalı bilgilendirici bir kitap için: Passing rhythms: Liverpool FC and the transformation of football.

Her şeye karşın Hou'nun kendinden önce gelenlerden önemli bir miras aldığını da kabul etmek gerek. Kyle Walker tamamen onun eseri, ama Young ve Downing kendinden önce gelenler tarafından benzer rollerde kullanılmışlardı. Young sezonun ilk maçında West Ham'a karşı bu rolde kullanıldı ve oldukça beğeni topladı. Houllier'nin bunun üzerine eklemesi kanatları daha ileriye atmak, rollerini de klasik İngiliz kanat oyuncuları olmaktan çıkarıp 4-4-1-1den 4-2-3-1ye geçmek oldu. Hâla Young'ın bu rolünü tartışanlar oluyor, ama nihayetinde önemli bir kesim Young'ın ne tip bir oyuncu olduğunu kavramış durumda. Linkte öne sürülen düşüncede ciddi çelişkiler var. Birincisi Young o maçta üç forvetli düzenin sağında oynuyor, yani Aston Villa'da oynayacağı düzenden oldukça farklı; benzer şekilde tavşan deliğine girebiliyor ve link oyuncusu olabiliyor. Ayrıca arkasında oynayan Glen Johnson gibi hücumcu bir bek var. Bu hücumcu bekin önemi çok büyük, daha sonra değineceğiz. Aston Villa'da ise durum farklı; kanatta oynamak zorunda olduğu zaman Downing'in sağı tapulamasından ötürü kesin olarak sola geçiyor ve beki de yine sağ ayaklı Luke Young oluyor (Yani sol kanatta iki sağ kanatlı oyuncu oynuyor). İlk olarak, 4-4-2 düzeninde bu olaylar gerçekleştiği için, takımın geri kalanıyla bağ kurması, yani içeri kat ettiğinde aynı oranda verimli olması çok kolay olmuyor. Bu düzendeki verimi oyunun olabildiğine hızlı oynanmasına bağlı, ki yıldızlaştığı 07-8 sezonunda (8 gol, 17 asist) aynen böyle oynandı. Kick-and-rush futbolunda Agbonlahor'la alan değişimini iyi yaptılar ve Aston Villa ligin kontra-ataktan en çok gol bulan takımına dönüştü. Şimdi durumlar değişti ve daha sabırlı bir anlayış hakim. Bundan önemlisi ve en önemli olarak, geçen senelerde yapılan hatalar aynen tekrarlanmış oluyor. Benim defalarca tekrarladığım gibi, Villa'nın iyiden iyiye bir başaltı takımına dönüşmesi ve bunun neticesinde nispeten daha sabırlı oynamasıyla (daha sabırlı uzun top oynaması da denebilir eş anlamlı olarak), Young alan bulamamaya başladı ve arkasında oynayan bekin de gerekli desteği verememesiyle sahanın sol kenarında sıkıştı. Sürekli ve zorlama karavana ortalar, ikili sıkıştırmalar sonrası kaybedilen toplarla formu inanılmaz düştü. Forvet arkasında kendi için daha fazla alan bulabildiği gibi rakibin düzenini de bozuyor ve arkadaşlarına alan yaratıp aynı zamanda link oyuncusu da oluyor. Young'ın rotası Manchester; Ferguson'ın uzun süreli Sneijder hayranlığı düşünüldüğünde Young'ı bu şekilde kullanmanın da aklından geçtiğini düşünüyorum. Ayrıca Valencia da Nani de kanatlarda ondan daha verimli olabilecek oyuncular. Young'a kulak verelim:

"Çocukken forvet oynardım. Her zaman forvet olarak tercih edildim, Watford'da bile. Sonra Aston Villa'ya gelmemle yeni mevkim kanat oldu. Ama şimdi pozisyonum değişti ve ikinci forveti oynuyorum.

Ortada oynamaktan gerçekten keyif alıyorum. Eğer teknik direktör benim orada oynamamı isterse ya da kanatta, fark etmeyecek, herhangi bir yerde işimi yapacağım.

Bence ortada oynamak gol atmak için daha çok fırsat tanıyor. Forvetin hemen arkasında oynuyorsunuz ve bu da ceza sahasına girmek ve şut kullanmak için daha çok fırsat demek. Danimarka'da bunu yaptım ve karşılığını aldım. Burada oynamaktan mutluluk duyacağım."

Varmak istediğim nokta; Young'ı merkezde oynatma fikrinin, bu yaratıcılığın Houllier'den çıkmış olmadığı ama son ve en iyi şeklini verenin de Houllier olduğu. Hou bunu ilk geldiği zamanlarda söylemişti: Young yeni pozisyonunda dünyanın en iyilerinden olabilir. Ama şimdi Young'ı bırakalım, tüm bunlara rağmen Villa'da yılın oyuncusu seçilen Ashley Young olmadı. 10/11 sezonunda yılın oyuncusu ödülüne layık görülen oyuncu Stewart Downing'di. Downing'in debut yılı hiç de hayalleri süsleyecek cinsten değildi. 12 milyon pound verilmiş bir oyuncu olarak sezonun ilk yarısını sakat olarak geçirdi (zaten sakat gelmişti), sonrasında oynadığı 2070 dakikada yalnızca 2 gol attı ve 1 asist yaptı, çoğunlukla da hayal kırıklığı yarattı. Downing'in dönüşüyle Martin O'Neill daha önce sağ kanatta oynayan Milner'ı orta ikiliye çekti ve Downing'i sağ kanat adamı yaptı. İki şekilde Villa'nın oyunu değişti. Birincisi orta sahadan hücuma katkı verebilen ve oyun vizyonu yüksek Milner orta sahadan oyunu yönlendirmeye başladı. İkincisi hayatı boyunca sol kanat oynamış ve yalnızca sol ayağını kullanabilen Downing, doğası gereği içe kaçıyor, bir nevi üçüncü orta saha oluyordu. Böylece O'Neill'ın Downing transferinin anlamı anlaşılmış oldu; Barry'nin boşluğunu doldurma bu iki oyuncuya paylaştırılacaktı ve aslında daha çok Milner'a. Downing o zamanlar yalnızca üçüncü orta sahaydı, ikinci forvet olmaktan henüz uzaktı. Aston Villa'nın sağ bekinin çoğunlukla stoper olması, yeni takımında ilk sezonu, rolüne alışamaması ve bu sene verildiği kadar serbestlik verilmemesi gibi faktörler bu başarısız sezonda etkili oldu. Sağda oynamaktan ve içinde bulunduğu şartlardan mutlu olduğunu sanmıyorum. Şimdi bu seneye ait açıklamalarına bakalım.

3 Şubat: "Middlesbrough'a ilk geldiğimde sadece sol ayağımı kullanabiliyordum. Oradaki antrenörler Steve Round ve Steve Harrison, sağ ayağına daha çok önem ver yoksa rakipler bunu fark edecekler diye beni uyardılar. İki şekilde de gidebilmek güzel, böylece defansları şaşırtabiliyorsunuz. Buna her zaman çalıştım.

Eğer sağ ayağımı kullanmaya hazırsam -bu sezon sağ ayağıyla attığı gollere gönderme- ve sağla goller atabiliyorsam, bu iyi bir şey ve beni daha iyi bir oyuncu yapacak. Sağ ayağıma güveniyorum. Çalıştıkça güven kazanıyorsunuz, bu futbolun her alanı için geçerli. Sağ ya da sol, fark etmiyor."


Merkez kanat oyuncusu Young'ın pozisyon gereği sağa geçişiyle, Downing'in içeri kat etmesi ve sağ ayağıyla golü!

17 Şubat: "Onunla ilk defa beraber oynuyorum ama açıkçası çok iyi bir oyuncuya benziyor. Kyle her maç daha iyiye gidiyor ve onun ileriye çıkışlarıyla ben de içe kaçışlarda daha çok opsiyona sahip olabiliyorum. Onunla oynamaktan zevk alıyorum ve ikimiz iyi bir ikili oluşturuyoruz.

İyi oynamadığınızda ve bir de rakip takımlar sizi harcadığında daha fazla yara alıyorsunuz. Ama bana kalırsa şu an doğru yoldayız, -beraberlikler almamıza karşın. Puanlar alıyoruz ve bugün Blackpool'u yenemememiz gerçekten üzücü. Eğer bu beraberlikleri galibiyetlere dönüştürebilirsek hak ettiğimizi almış olacağız ve bunu bir an önce yapmalıyız."

Downing özellikle ligin ikinci yarısında takımındaki konumundan mutluydu ve kontrat yenilemeye hazır görünüyordu. Ama sezon sonu ağız değiştirdi ve muhtelemen Young'ın ardından bir başka kırmızıya (Young'ın Manchester United'la anlaşması bekleniyor), Liverpool'a yol alacak. Bir sene içinde en sevdiğim oyunculardan birine dönüştüğünden Downing'e kızmam pek mümkün gözükmüyor, iyisi suçu 6 numaraya atalım (Barry gibi Downing de 6 numarayı giydi - Grafik The Villa Blog'a ait):



Darren Bent'in yolu şu an, ve gelecekte de bu iki oyuncudan farklı olacak gibi gözüküyor. Şu an Bent Aston Villa'nın sözcüsü durumunda; gerçekten mutlu, sürekli konuşuyor, bir şeyler anlatıyor. "Young'ın başının etini yiyorum, kalması için elimden geleni yapıyorum" diyordu milli takım kampında, ama zor. Sonra genel beklentiyi dile getiriyor: "Young çok iyi bir oyuncu olabilir ama hiçbir takım tek oyuncudan oluşmaz. Marc (Albrighton) bu sene oynadığı maçlarda etkileyiciydi, bir sonraki sene daha fazla süre alıp Young'ın boşluğunu doldurabilir" Şüphesiz beklenti bu. Ama beklenti tam olarak böyle olmamalı, Young sezonun büyük kısmını Albrighton'ın mevkisinin dışında geçirdi. N'Zogbia'nın transferi yazılırken de düşülen yanlış bu. Bu oyuncular Young'ın hücuma olan katkısını karşılayabilseler bile bu farklı bir yoldan olacak. Bent'se sürekli takım değiştirmekten yorgun ve bu yüzden içinizi rahat tutun diyor. İkincisi, Young ve Downing'in aksine Bent'in transfer olabileceği üst düzey bir İngiliz kulübü yok. Manchester City'nin de eklenmesiyle sayısı beş olan en büyükler bu tip İngiliz forvet tercih etmiyor. Bunların dışında yalnızca Tottenham kalıyor ki Bent'in burada iyi anıları yok. Houllier'nin takıma en büyük kazanımlarından biri de -hem de uzun vadeli bir kazanım- Darren Bent.



Sağ bek Walker'ın Bent'e asisti. Bu koşuları hep yapıyor. Burada da Fulham'a attığı gol var.

Ve son olarak Kyle Walker, Marc Albrighton, Ciaran Clark; hatta Barry Bannan. Bu dört genç oyuncu Houllier rehberliğinde önemli süreler aldılar ve kalitelerini ispatladılar; Kyle Walker sezonun görünmez kahramanı. Downing'i milli takıma taşıyan sürecin mimarlarından biri olmaktan çok daha fazlası, bireysel olarak da çok etkileyici. Sürekli ve etkili koşular yapıyor fakat çok hızlı olmasıyla savunmada da aksamıyor. Şunu rahatça söyleyebilirim, bu çocuk Bent'ten daha iyi top sürüyor. Downing'in de bir açık oyuncusuna kıyasla gayet iyi savunma yapması, onları Pienaar-Baines'ten farklı bir yere koyuyor -Everton'da bu ikili savunmada çok fire verdi zamanında-. Villa'nın sağ kanadı böylece sezonun ikinci yarısında ligin en iyileri arasına girmeyi başardı. O'Neill döneminde Bent'e, bir forvete 18 milyon pound verilmesi; veya Kyle Walker gibi tecrübesiz ve hücumcu bekin tercih edilmesi düşünülemezdi. Onun genç oyunculara verdiği önem, O'Neill'dan iyi yönde farkı olduğu gibi başarısızlığının da ana nedenlerinden biri oldu.

Bunu açıklamak için genç kavramını tecrübesiz ile eş değerde kullanmamız gerekecek. O'Neill için genç oyuncu tecrübesiz oyuncu demekti ve Premier Lig'in tecrübesiz oyunculara affı yoktu. Bunu defalarca belirtti ve gençleri yalnızca Europa Cup maçlarında kullandı. Gary Cahill, Craig Gardner gibi oyuncular Villa'da aradıkları şans bulamadılar ve ayrılmak zorunda kaldılar; gittikleri takımlarda oldukça başarılı oldular. Cahill'in adı 20 milyon pound ve Arsenal'le beraber anılıyor. Şu aralar İskoç Messi diye methiyeler düzülen Bannan, popüler olduğu dönemde yaptığı röportajlardan birinde sırf zayıf fiziği nedeniyle O'Neill'ın ona kesinlikle şans tanımadığından bahsediyor. Bu kadarı puritanlığa kaçıyor, ama diğer yandan İrlandalının haklı olduğu da görüldü: Premier Lig affetmiyor. Yazının başında verdiğimiz istatistiklerde başı çeken iki takım Sunderland ve Aston Villa sezonun belirli bölümlerinde orta saha direncini sağlamada ciddi sıkıntılar çektiler. Bu ligde ortadaki ikilinin performansı ve uyumu çok önemli, hatta en önemlisi. Houllier Liverpool zamanlarında oluşturduğu kare savunmayla, iki stoper ve iki orta sahanın defansif uyumuyla öne çıkmış; sezonunda 30 gol yemişti. Aston Villa'da orta saha yokluğu değil fakat çokluğu vardı ama hocanın tercihlerini daha evrensel veya genç oyunculardan kullanıp ligin tecrübelileri Petrov ve Reo-coker'ı bir kenara atması tabelaya iyi yansımadı. Işık hızıyla oynanan bu ligde orta sahadaki ikilinin önemi apayrı ve ayrıca Stiliyan Petrov saha içinde de bir liderdi. Ben de onu çok eleştirdim, ayakları yavaşladı ve eski dinamizminde değil; fakat ölüsü bile değerli, ki öyle de oldu. Sezon sonuna doğru performansı daha da arttı ve yeniden kaptan Petrov oldu. Bir dönem nokta paslarıyla taraftarı şaşırtan Jean Makoun, ligin temposuna henüz adapte olamadığı gerekçesiyle bir daha süre alamadı. Reo-coker-Petrov'un orta sahada kemikleşmesiyle Aston Villa daha dengeli bir takım oldu; diğer yandan topun ileriye taşınması ve akıcılık da yara aldı ama bunların önemi yok. Daha iyisi gelene kadar en iyisi bu. Bu geç de olsa görüldü ve risklerden kaçılarak Bradley, Makoun gibi yenilere yer verilmedi. Zaman zaman Delph şans buldu ve Bannan bir kez daha kiralık gönderildi.

Sonuç: Ölçüt ne olmalı?

Aslında sonuç basit: Houllier iyi şeyler yaptı fakat başarısız sonuçlar aldı. Peki onu değerlendirme ölçütümüz ne olmalı? Salt iyi şeyler yapması onun gibi birinin devam etmesi için yeterli miydi?

Bunu değerlendirmeden önce Aston Villa'nın ve Aston Villa gibi kulüplerin konumunu yeniden, doğru anlamak gerekiyor. Son 20 yılda futbolun geldiği noktada, mali imkanları kısıtlı ekipler için yukarıya oynamak, büyüklerin monopolünü bozmak oldukça zor. Orta halli takımlarda çalışan hocaları değerlendirirken, benim kıstasım bu adamların uzun vadede ne verebilecekleri ve kulübün sahip olması gereken hedeflerle ne kadar bağdaşdıkları. Bu, günlük olayların bir kenara bırakılması anlamına gelmiyor kesinlikle. Bahsettiğim hoca tipine birebir uyan Roberto Martinez -o zamanlar Swansea'yi çalıştırıyor- 2 sene öncesinden bugünün sinyallerini veriyor:

"İnançlarıma güvenim tam ve sonuç bu şekilde gelmeli. Eğer sonucu beklediğim yoldan alamazsak, o zaman mutlu olamam. Önemli olan performansınızın ne kadar iyi olduğu ve futbol kulübünü geliştirme yolunuzdur. Eğer doğru yaparsanız, sonuçları alırsınız. 10 maçın üzerinde, istikrarlı olarak devam etmek için çözümleri bulmak zorundasınız. Ama bir maç özelinde, oyun tarzı da skor kadar önemli.

Wigan'a gelmek için İspanya'yı terk ettiğimde, futbolda projelerin parçası olduğunuzu hissetmeniz gerektiğini anladım. Uzun vadedeki hedefleri bir kenara koymayın, onun hakkında kaygılanmayın, çünkü bu durumda günlük kargaşaya yoğunlaşamazsınız. Ve sonunda cezalandırılırsınz. Beni ilgilendiren bir sonraki maç, günlük olarak kulübün ilerlemesi. Yönetim 33 yaşında bana bu görevi teslim etmekle çok cesur bir karar aldı, aynı hedefleri güttüğümüz sürece sorun olmayacaktır."

Yol belli. Bütçeyi sürekli, sürekli daha yükseğe çıkarmak. Bu süreç çok kolay değil, ama bir planla gelen ve sabırlı yöneticilerin öncüllüğünde kulüplerin bu hedefleri karşılayacak teknik kadrolar seçmesi çok önemli. Lerner kulübe sürekli para yatırıyor, peki ya sonra? Kimse bu kulübün Leeds United trajedisini yaşamasını istemez. Dolayısıyla gelecek teknik direktörün felsefesi, kulübü kendi imkanlarıyla ayakta kalabilecek, seneler sonra Lerner gibi bir başkana ihtiyaç duymadan da rekabet edebilecek seviyeye çıkarmak olmalı. Son zamanlarda bu tip takım yapılanmasının başını Lille çekti, şampiyon oldular. Fakat orada süreç daha farklı işliyor, projenin en başında sahip Seydoux var ve Garcia da takımın uzun vadeli planlarının bir parçası, bir dişlisi. Villa'da böyle olmuyor. Lerner'ın da bir planı var, ama bu şekilde değil. Villa'da gidişatın belirleyen teknik direktör oluyor, Lerner ipleri onun eline bırakıyor ve gerekli destek veriliyor. O'Neill veya Houllier bilinçsiz tercihler değil; misal İrlandalı takımın başarıya ulaştırmada en ideal isim olarak seçilmişken, ardılı Fransız farklı şeyler göstermesi, güzellik ve bilimi kanıksatması, gençleri kullanması için getirildi. Bu raddeden sonra ipler onların eline bırakılıyor ve kulüp buna göre yönleniyor. Yanlış anlaşılmasın, Seydoux'nun soyunma odasına indiğini iddia edecek değilim; fakat orada genel bir politika var ve zamanı gelen oyuncu satılıyor. Burada politikalar gelen hocaların tarzına göre değişiklik gösteriyor. O'Neill'ın son yılında oyuncu maaşları gelirlerin %80inden fazlasına karşılık geliyordu. Bu inanılmaz bir rakam. Houlier başarısız olmasına rağmen takımı doğru yola götürebilecek yapıya sahip olduğundan benim gönlümü kazandı ve bana kalırsa, imkan olsaydı, kalmalıydı. "Az kalsın ölüyordum" diyor France Football'a verdiği röportajda. "Doktorlar Eylül'den önce başlamamam gerektiğini söylediler. Bu bir problemdi. Ayrıca yöneticiler benim geri dönüşümün bu tarihi de aşabileceğinden endişelendiler. Onları anlayabiliyorum. Onlar halen geçen yılın, Martin O'Neill'ın sezon başlamadan beş gün önce ayrılmasının travmasını yaşıyorlar." Böylece Houllier kulüp teknik direktörlüğü kariyerinin, muhtemelen, sonuna geldi. Yine de muhtemelen futbolun içinde aktif rol almaya devam edecek. "Koçluk benim işim, hayatım, tutkum."

Şimdi ne olacak? Kendi listemin başındaki iki İspanyol, Benitez ve Martinez görevi reddettiler. Ancelotti attan inip eşeğe binmeyeceğim dedi, peki ya adada kalmak istiyorsa hangi kulüpten teklif bekliyor? Hughes ve McClaren olasılık dışılar. Son hedef heyecan verici: David Moyes! Villa Wigan'ın menajerini dahi ikna edemedi diye dalga geçiliyor, fakat her daim maddiyat maneviyattan önce gelmiyor. Moyes da Martinez gibi kulübüne sadık bir hoca, ama Martinez'in durumu çok daha özel ve bana öyle geliyor ki Moyes'ı ikna edebilmek daha kolay olacaktır. Moyes olursa, işte o zaman kulübün geleceği hakkında endişelenmeye lüzum yok, hoca tüm kutuları dolduruyor: takımı mali açıdan daha dengeli hale getirecek, gençleri kullanmaya devam edecek, oyuncular üzerindeki hakimiyeti gayet iyi ve Şampiyonlar Ligi hedefi için her yönüyle uygun. Olmazsa... Hayırlısı diyelim.

* * *

*Bu gereğini aşabilen profesyonellikle ilgili ilginç bir not aktarayım. Liverpool 2001'de UEFA Kupası'nı 5-4 gibi epik bir skorla kazanıyor, -bu, o sezon aldıkları üçüncü kupa olacak- ardından da mikrofon Houllier'de. Eğer gelecek sezon için Şampiyonlar Ligi bileti alamazlarsa bunların pek bir anlamı olmadığını söylüyor Ged.

"Futbol kulübü satın alan biri kendini onların, kulübü en derinden önemseyen taraftarların, vasisi olarak benimsemeli." Randy Lerner