2013/03/30

Ancelotti anlatıyor: 4-3-1-2


Önsöz niyetine bir kısım yazıyorum, önsöz okumaktan hoşlanmayan direk italik bölümü geçsin. Adı üstünde, önsöz işte.

Alessandro Zauli'nin "Soccer: Modern Tactics" kitabından (2002 basım) bir parça aktaracağım. Kitabın alt başlığında da yazdığı şekliyle, "İtalya'nın değerli hocaları 180 durum etrafında oyunu analiz ediyorlar." Her şablona ayrı bir bölüm ayrılmış ve bu şablonların en bilinen uygulayıcılarının ağzından artıları/eksileri aktarılmış. Buna, oyun hamurunun girebileceği şekiller -alttaki Alamet-i Baklava linkine bakın- de diyebiliriz.. Lippi'nin 4-3-3'ü ve Novellino'nun 4-4-2'yi anlatışı da benim için aynı ölçüde keyifliydi; onlar da başka vakte.

Taktik yazılarında tek bir şeyi anlatma değil, alt mesajlarla oyuna bakışı genel anlamda genişletebilme amacı güdüyorum; Ancelotti'nin seneler öncesinden söyledikleri bu anlamda da değerli olabilir. Olayların iç yüzüne dair arkaplanı olan bir anlatım sunulmadan tamamen terminolojiye yüklenildiğinde kavramların içi boş kalıyor, ve yalnızca orada kalıyor. Belki alakasız, ama bu tip aktarımlar sonrası genişleyen bir oyun görüşü ve örneğin niçin Brezilya milli takımında ve Real'de 'kısmen' zayıf tek forvetlerin tercih edildiği ve çok daha değerli hücum oyuncularının kanatta kullanıldığının anlaşılması gibi şeyler asıl kazanım olabilir. Ferguson kritik maçlarda Ronaldo'yu ileride tek bırakıyorken bu Real'de niçin çok daha az sıklıkta oluyor veya Fred tek yönlü kalıyorsa, niçin Hulk orada ikinci tercih oluyor? Bunun gibi. Çok da şık sorular olmadı belki bilmiyorum, ama bu sabah bunun üzerinde bir karara varmıştım, ilk aklıma gelen oldu. Sosyal mesaj kaygılı bu paragrafı fazla uzatmadan ve sıkmadan noktalayayım.

Esas olarak Galatasaray'ın çok beğendiğim şekillerden biri olan baklava ile neler yapabileceğini anlatan bir yazı yazmak istiyorum fakat bunun için nereden başlayacağımı henüz bilemedim. Bu yazı ve daha öncekilerin toplamı hiç değilse bunun için alt okumalar olsun. Ben de belki bir ara Galatasaray'a el atarım.

Daha öncekiler demişken,


Baklava oynadığı sezonu 103 golle bitiren -rekor- Chelsea'nin o sezonundan en iyi 10 gol. 
http://www.youtube.com/watch?v=z8J8gqb-cD8

Bulabildiğim en iyi video bu oldu; iyi okunursa, baklavanın benim için en büyük getirisi olan orta sahalara verilen özgürlük ve sonucunda alınan verim, görülebilir. Belki ofansif bekler ve çift forvet kullanımının yararları daha çok öne çıkıyor; lakin benim için orta saha bu şablonun en önemli artısı ve 'farkı' bu.

*          *          *

Şimdi top Ancelotti'de. 

"Bir devrimciye ihtiyacımız var."
Carlo Ancelotti koçluk yolculuğuna İtalya milli takımında Arrigo Sacchi'nin yardımcısı olarak başladı. 95-96 sezonuna gelindiğinde ilk kez birinci adam rolüne soyunuyordu. Ancelotti'nin Reggiana'sı ilk sezonunda Serie A'ya yükseldi. Ertesi iki sezonda Parma'da görev yaptı. 98-99 sezonunun şubat ayındaysa Lippi'nin koltuğunu devralarak Juventus'un başına geçti.

4-3-1-2 şablonuyla alakalı ne söylersiniz?
Bu bizim Juventus'ta kullandığımız şablon. Fakat bunun iyi bir şekilde uyarlanması lazım, böylece her bir oyuncumuzun yeteneklerini en iyi şekilde gösterebiliriz.

Bunu niçin tercih ediyorsunuz?
Çünkü bu bize kanatları farklı bir şekilde kullanmamıza olanak sağlıyor. Geçtiğimiz sene kanatları kullanırken çok daha statik idik. Aslına bakarsınız geçen sene oyunumuz genel olarak daha statikti ve oyunu merkeze yığıyorduk. Bugün çok daha tahmin edilemez bir takımız ve oyunu enine ve dikine oynama konusundaki ayarı çok daha iyi yapmış durumdayız.

Avantajlarından bahseder misiniz?
Söylediğim gibi, kanatları çok daha dinamik bir şekilde kapatıyoruz/savunuyoruz. Çünkü hücum sırasında oyuncuların durmaları gereken belli bir pozisyonları olmuyor.

Peki sorunları neler?
Bazen bu düzensizlik kanatlardaki rakibi sıkıştırmada sorun yaratıyor veya savunma haline geçtiğimizde beşinci oyuncuyu kullanmamız mümkün olmayabiliyor.

Bu durum oyunun çok hızlı aktığı zamanlarda size sorunlar yaratabilir. Hücumdan savunmaya geçişte hazırlıksız yakalanabilirsiniz...  (Alamet-i Baklava, dağılan United -Güner)
Elbette... Fakat eğer savunma oyuncularımızdan birinin marke edeceği bir rakip yoksa, öne çıkıp orta saha oyuncularımıza katılabilir. Eğer rakibin orta saha oyuncusu geride kalıyorsa boştaki savunma oyuncumuz diğer savunmacılarla geride kalacaktır; rakip öne çıkıyorsa, o da bizim orta saha oyuncularımızın yanına katılır.

Forvetlerinizin orta üçlüye yardım etmesini, savunma pozisyonunda onların arasına girmesini tercih eder misiniz?
Hayır. Çünkü savunma pozisyonundayken onları daha çok koşular yapan oyuncular olarak düşünüyorum. Ama elbette ki defansif aksiyon sırasında onların da görev alacağı bölümler var.

Nasıl?
Eğer rakip üçlü savunma uyguluyorsa, üç oyuncumuz bu üç savunmacıya karşı pozisyon alır. Eğer dörtlü oynuyorlarsa, oyuncularımızdan biri  -rakibin yaptığı yan paslar sırasında- merkezde topu alması muhtemel orta saha oyuncusuna yaklaşır. Diğer iki forvetimiz iki stoperle kalır.

Hücum sırasında nasıl bir yol izliyorsunuz?
Sahayı enine kullanma işi, ofansif yetenekleri olan iki bek tarafından ele alınmalı. Bu aynı zamanda sağ iç ve sol iç oynayan oyuncular için de geçerli, zaman zaman kanatlara kaçıp oralarda rahat hissedebilecek oyuncular olmalı. (sağ kanat ve merkez rollerinin melezi sağ iç, muhtemelen Hamit için biçilecek en iyi rol. Gerek merkezde alan bulup uzaktan şutlarını çekebiliyor, gerek zaman zaman kanada açılıyor ve sürekli kanatta bulunup oyunu kısırlaştırması gereği de yok. Keza Selçuk da çok daha fazla etki edebilir -Güner. Bir dahakilere Güner yazmıyorum, küçük, italik notlar bana ait) Eğer ne beklerimiz ne de iç oyuncularımız bunu başaramıyorsa forvetlerimizden biri kanatlara açılmalı ve üçüncü bölgede yer alan oyunculardan bir diğeri de ona yakın pozisyon almalı. Şunu söylemem gerek: top bizim yarı sahamızdayken 'yönetmen'imiz savunmanın hemen önünde oynattığımız oyuncudur. (Milan'da Pirlo, Chelsea'de bir ara Deco'yu denedi, PSG'de Veratti) Karşı yarı sahadaysa 10 numara olarak gördüğümüz bu işi yapar. Bu durumun nedeni, savunmanın önünde oynattığımız bu oyuncunun defansif görevler yüklenmesi ve oyunu geriden kurmaya yardım zorunluluğu olmasıdır. Sağ iç ve sol iç oynattığımız diğer iki orta sahanın aksine bu oyuncu çok fazla dikine ileri çıkışlar yapmaz. (Galatasaray'daki en büyük fark bu. Bizim en gerideki orta sahamız Melo, oyun kurma rolüyle değil, temizleyici rolüyle öne çıkıyor. Dolayısıyla Galatasaray'ın baklavası da daha agresif ve Ancelotti'ninkilerden daha direk) Ön alandaki oyun kurucunun (10 numaranın) karakterinden yararlanmasını iyi bilmesi gerekir -savunma arkasına önemli koşular yapan bir forvet varsa bu koşuları değerlendirebilmek gibi-

Karakter derken neyi kastediyorsunuz?
Her zaman olduğu üzere, teknik kalite (özellikle hücumda 1'e 1 pozisyonda yapabilecekleri) ve taktik kalite (blokların arasına girip rakip savunmanın şeklini bozma, arkadaşlarına pozisyon hazırlama gibi). Ayrıca forvetlerimden birinin hızlı diğerininse güçlü olmasını tercih ederim (Biri Drogba - Burak mı dedi?).

Şimdi bunu ters çevirelim. Rakip bir yalancı forvetle oynuyor (10 numarayı düşünün ya da)...
Eğer dörtlü savunma uyguluyorsak, savunmacılardan biri özellikle bu oyuncuya dikkat etmeli. Üçlü oynuyorsak 1'e 1 pozisyonları oynamayı bilmeliyiz.

Antrenmanlar sırasında ofansif ve defansif motifleri nasıl oluşturuyorsunuz?
Bir pozisyonun ilerlemesini sağlıyorum ve ardından oyuncuların defansif şekle geçmelerini sağlıyorum; bu hâldeyken çoğunlukla karşı taraf topa sahip oluyor. Bunun nedeni, oyuncuların neler yapmaları gerektiğini bilmeleri.

Ofansif kısma gelirsek, genellikle sayısal avantajımızın olduğu durumlar oluşturuyorum. Şunu da söyleyeyim: şablonun bir sınırlama olduğunu söyleyenlere katılmıyorum.

Neden böyle söylediniz?
Çünkü bir hoca oyuncularının nerelere hareket etmelerini isteyeceğini söyleyebilmeli ve onlara net açıklamalar yapmalı. Bunlar, yetenekler için bir rehber olur; fakat neticesinde bu durumları zenginleştiren de yeteneklerin ta kendisi olacaktır.Yine de bir 'rehber' kesinlikle gereklidir.

Sizce bir maç sırasında şablonu değiştirmek yararlı olur mu?
Eğer o takım nasıl yapacağını biliyorsa, evet. Elbette 4-3-1-2'den 4-4-2'ye dönmek çok fazla sorun teşkil etmeyecektir.

Futbolun geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Oyuncuların kendilerini gösterebileceği boş alan azalıyor. Takımların defansif şekilleri oldukça iyiye gidiyor. Biz İtalya'da yaratmaktan çok kısıtlama üzerine gelişmeye çalışıyoruz. Farklı oynayabilmek için hocaların üzerinden baskıyı alabilmeliyiz. Hocalarımızın kalitesi gerçekten çok iyi fakat her zaman için uzun süre çalışma fırsatı bulamıyoruz. Bunu değiştirmek için bir devrimciye ihtiyaç var.

Nuri, Modric ve doğru ikiliyi yaratmak

Modric'in kısa sürede Manchester United karşısında gösterdikleri üzerinden Nuri, Modric ve Real'in orta saha çelişkisi...

Nuri Şahin’in Borussia Dortmund sonrası düşüşe geçen kariyeri, Madrid’e gelir gelmez yaşadığı uzun süreli sakatlık ve Real’deki forma rekabetiyle açıklanıyor. “Nuri Real Madrid’e Bundesliga’nın en iyi oyuncusu olarak gelmişti; fakat burada ciddi bir sakatlık geçirdi ve geri geldiğinde de Alonso veya Khedira’dan birini kesecek kadar güçlü görünmüyordu.”
Real Madrid Nuri’den kısa vadede umudunu kestiğinden olacak, ertesi yıl bir kez daha orta saha transferi yapmış ve bu sefer çok daha büyük oynayarak Luka Modric’i almıştı. Modric, Premier League’de üst düzeyde geçirdiği sezonlar, yaşı ve oyun tarzıyla Nuri’den daha komple bir oyuncu olarak 33 milyon pound gibi bir bonservis ücretiyle geliyordu; dolayısıyla onun yaşattığı hayal kırıklığı daha büyük olacaktı. İlk vakitler oynadığı futbol Nuri’den hallice, çok etkisizdi. Öyle ki, Marca’daki ankette La Liga’nın en kötü transferi olarak oylanıyordu. Aylar sonraysa, ikinci yarıda oyuna girip Manchester United’ı yıkan golü Modric atacaktı. Ondan beklendiği gibi, Madrid’in oyununu geriden farklılaştıran isim olarak.
Barça’nın antitezi olarak Real
İki başlı bir lig olan La Liga’da Mourinho’nun Real Madrid’i yıllar içinde Barcelona’nın antitezi olarak gelişiyor ve bu durum, zaman içinde Barcelona dışındaki takımlarla oynarken bir sorun hâline geliyordu. Real Madrid’in özellikle bu sene geride bekleyip kontra hücum düşünen takımlara karşı zorlanışı ve Manchester United eşleşmesinde yapamadıkları, yakın zamandan hatırlatıcı olabilir. Bir bütün olarak, bu yapının oluşmasında ön üçlü kadar orta ikili de etkiliydi; hatta muhtemelen daha çok. Xabi Alonso Liverpool’da benzer yapıda oynayan biri olarak dünyanın en iyi uzun pasörüydü ve Khedira da takımın motoru. Khedira dikey gidiş gelişleriyle hem önde hem arkada oyunun akıcılığını sağlıyordu fakat o da kapanan takımlara karşı farklı meziyetler sunabilecek biri değildi. Oyundaki dinamizmi hızlı ama kısa paslarla sağlayabilecek, bilinen şekliyle alan-veren oyuncu, Real Madrid’in monotonlaşan oyununa çare olabilecek işte böyle birisiydi. Nuri ve Modric bu amaçla alındılar: Kısa vadede bir B planı sunmak ve uzun vadede Xabi Alonso’nun halefini bulmak gerekiyordu.

En iyi kontra atak takımı Real Madrid. Outsideoftheboot.com'dan.


“Alonso-Khedira merkezi, ayrı ayrı oyuncu kalitelerinin haricinde bir bütün olunca iki kat yıkılması zor hâle geliyor.” Nuri’nin Madrid’de yapamamasından bahsederken, Modric’i de göz önüne alarak bu duruma ayrıca dikkat çekmek gerekiyordu. Nihayetinde Modric’in United maçında etkisini gösterebilmesi de ancak bilinen ekstrem şartlarda gerçekleşmişti. Sezon başı Modric, Khedira’nın yerine oynarken orta saha oyundan düşüyor; çünkü basitçe açıklamak gerekirse Modric, Khedira’nın yaptığı motor görevini gerçekleştiremiyordu. Takımın geri kalanının hüviyeti ve Alonso’nun rolü değişmediğinden, Khedira’dan belki de yalnızca bu alanda geride olan, yani top kazanma ve Xabi Alonso’nun yanında önemli ölçüde alan kapatabilme görevinde geride olan Modric, bu yüzden ekstra özelliklerini gösterecek platformu yaratamıyor ve takımın kurgusu da bozuluyordu. Premier League’de en önemli olarak dinamik ve iki yönlü bir oyuncu haline gelen Modric yine de göreve adapte olamamıştı. Layıkıyla sezon açılışı Manchester’daki son 30 dakikaya kadar beklemek zorunda kaldı.
Modric’in ilk zamanlarında Manchester City karşısında Mesut’un yerinde, yani ikilinin önündeki oyuncu olarak başladığındaki başarılı performansıysa bu açıklamaları örnekleyen önemli bir ayrıntı. Modric burada başarısız olsaydı, şablonsal yükümlülüklerden yakınması pek yakışık almayacaktı. Fakat bir diğer önemli konu da, Modric’in bu rolde kullanıldığı zaman üçüncü bir orta saha olarak –orta ikiliyi destekleyici, pres yapan, sürekli geri gelen ve pas alan- Real’e ciddi bir avantaj sağladığıydı. Nihayetinde Mesut bu rolü gerçekleştiremiyordu. Modric’in geçen sezonki eşleşmede büyük zorluklar yaratan ‘üçüncü orta saha’ Kroos sonrası alındığını düşünenler haksız değiller.

Nuri neden yapamadı?
Hikayenin yan karakteri hakkında akıllara gelen şu olabilir: Suçlu biraz da Nuri’den başka şeylerse, niçin Liverpool’da kendini gösterememişti? Ne yazık ki ‘şansı’ orada da yaver gitmedi diyerek, yine kendi dışındaki nedenlere yüklenmek yanlış olmayacak. Bunu hafife almamak gerekiyor; çünkü Nuri Şahin’i en iyi anlayan ve onu en verimli şekilde kullanan Klopp’un yokluğunda, oyununda henüz belli eksikleri olan Nuri Şahin’i ‘her mevkinin adamı’ olarak kullanmak mümkün olmuyor. Xabi Alonso’nun Liverpool’da kendini tanıtamadığını düşünün, iyi bir pasör ve oyun kurucu olması başka bir takımda ön alanda oynamasını mantıklı kılacak mıydı? Nuri, geçtiğimiz günlerde AS gazetesine pozisyonunun dışında oynatılmaktan yakınıyordu:
“Ben Liverpool’da başarısız olmadım. Brendan Rodgers beni 10 numara olarak oynatmak istedi ama ben forvetlerin arkasında oynamıyordum. Ona niçin orada oynadığımı sorduğumda bana bir cevap verememişti. Yine de herhangi bir pişmanlığım yok, Anfield’da oynamak harika bir deneyimdi. Tanrı’ya şükür –tahmin edeceğiniz üzere haber olan kısım burasıydı- Rodgers’dan kurtuldum.”
Nuri’yi ne Rodgers ne de Abdullah Avcı tam olarak anlayabildi. Bu hocaların ikisi de değerli olabilir, lakin Nuri’nin oynayabileceği bilahare bölge de ancak geride olabilir. Hocaların topa sahip olarak futbol oynamak istemeleri ve Nuri’nin de doğru kullanıldığında oyunu geriden kuran ve takıma zeka katan yapısıysa sanırım buradaki en büyük paradoks. Modric’de olduğu gibi onun için de bir kıvılcım, yeniden kendini evinde hissedeceği bir şablon ümit ediyoruz.
*          *          *
Sessiz lider Khedira
Fikri yazının tamamına serpiştirmeye çalıştık, ama henüz net değilse bir kez daha tekrarlayalım: Modric’i veya bir başkasını takıma monte edememe meselesi, aslında Khedira’nın yerini dolduramamaktan kaynaklanıyor. Modric’in ceza sahası dışından attığı goller ve paslar harika olabilir, fakat Khedira’nın varlığında Real’in daha güçlü bir takım olduğu gerçeği değişmiyor. Onun yer tutuşları, top kazanışları, basit ama her geçen gün gelişen ‘stratejik’ oyunu Real’i daha ‘güçlü’ bir takım yapıyor. Aslında onun için değeri bilinmiyor demek doğru olmaz, keza Khedira’nın sakatlıktan dolayı maç kaçırdığı dönemde Real Madrid Dortmund’a mağlup olurken, o dönemde yapılan ankette Marca okuyucularının %63’ü Khedira’nın orta ikilide yer alması gerektiğini oyluyordu. Khedira’yı bırakalım kendisi anlatsın.



“Mourinho bana ‘biraz geri çık, daha akıllıca oyna, kafanı kullan!’ dedi. Takıma en iyi şekilde yardım etmek için yorgunluktan kendimi kaybedene kadar koşturmam gerektiğini düşünürdüm. Neyse ki Mourinho bunun doğru olmadığını, takıma yarardan çok zarar dahi verdiğini gösterdi. O beni bir stratejist hâline getirdi.”
*          *          *
Modric neler katabilir?
Modric’in Real için Nuri’ye göre en önemli artısı müthiş esnekliği. Vakti zamanında Arsene Wenger’in ‘çok küçük’ olduğu için reddettiği ‘küçük Mozart’ lakaplı futbolcu İngiltere’ye ilk geldiğinde 4’lü orta sahanın solunda kullanılmıştı. Bu bölgede ada futboluna adaptasyonu sağlanan oyun kurucu, çok geçmeden merkeze geçti ve yanına da Wilson Palacios, Scott Parker gibi ‘motor’ oyuncuları aldı. Lakin şöyle bir fark var: Xabi’nin aksine, Modric’in iki yönlü oyunu ve dinamizmi günden güne gelişiyor; aslında buna bağlı olarak yanındaki partneri de değişiyordu. Palacios topla ilişkisi herhangi bir kaleciden iyi olmayan bir oyuncuyken, Scott Parker nihayetinde İngiliz milli takımında görev alan değerli bir iki yönlü oyuncuydu. Dolayısıyla orta saha 1 + 1 şeklinde bir ayrışmadan ziyade ‘çift pivot’ denen yapıya benziyordu. Modric Madrid’e ilk geldiğinde beklenen muhtemelen buna benzer bir şeydi; keza Khedira’nın yerine oynatılıyordu. Yani alanları kapatan oyuncu olarak. Sonra Xabi’yle uyuşamadığı görüldü.

Yine de, Modric’in orta ikilide, forvet arkasında hatta belli maçlarda kanatta görev alabilecek olması onu en kötü ihtimalle önemli bir joker haline getiriyor. Takımda temelli yer almasıysa, Alonso’nun yerine başlaması veya tamamen farklı bir ikili oluşturmayla sağlanabilir. Zira Mourinho’nun çokça kereler kullandığı Essien-Modric ikilisi (veya United maçı sonrası bu yıl ilk kez Pepe-Modric orta sahasıyla lig maçına çıkması) bu fikri destekler şekilde. Modric iki yönlü bir oyuncu olabilir ama bu yönünü göstermesi için en azından biraz daha aktif bir yardımcıya ihtiyaç duyduğu açık.

Son olarak, ‘çift pivot’ denilen yapıysa über bir anlayışı temsil ediyor. Arsenal gerçekten Invincibles’a yaklaştığı dönemde Wilshere-Song ikilisinin önünde Fabregas’ı kullanırken, iki oyuncu da öne dribbling yapabiliyor, oyun kurabiliyor ve top kazanabiliyordu. Roller daha çok anlık pozisyona göre belirleniyordu ve müthiş tempolu ve kısmen anarşik bir takım ortaya çıkıyordu. Neticede Alex Song bir defansif orta saha olmak için fazla disiplinsizdi, aynı, bu sebepten Barcelona’dan gönderilen Yaya Toure gibi. Eğer uyum sağlarlarsa, gelecekte İlkay ve Nuri’yi dahi bu şekilde kullanılırken görebiliriz. Tabi eğer Nuri orada kalmaya karar verir ve Klopp makinaya ‘hâlâ’ eklenecek bir şeyler olduğunu düşünürse!

2013/03/23

"Neler getireceğini bilmeden fethettik..."

Premier Lig en zengin ve en çok izlenen futbol ligi olarak konumunu sağlamlaştırırken niçin Avrupa’da başarıdan uzaklaşıyor? Biraz tarih, biraz İngiltere, biraz futbol…
  1. Bölüm – Tarih cep kitabı
Öyle görünüyor ki, dünyanın yarısını fethettik. Neler getireceğinin, ne yaptığımızın farkında olmadan...”


Sir John Seeley’nin “The Expansion of England” adlı meşhur denemesi bu bölümle hatırlanır. 1883’de yazılan bu küçük kitapçık, duruluğu ve bahsettiği konu dolayısıyla öylesine ilgi çeker ki, o yıl içinde 10 baskısı yapılır. Tarihi bilimin eleğinden geçirme işi, kuşkusuz bu eserde çağdaşlarına göre daha iyi anlaşılmıştır.

Bilimin zihinlerdeki kanaatkâr yeri o vakitlerde günümüzdekinden çok daha yüksekti. Her şeyin bilinerek en sonunda en iyiye ulaşılacağı fikri –bir sonraki yüzyıl bu fikri paramparça edecekti- 19. yüzyılın ruhunu oluşturuyordu. Böylece bilim artık salt ‘bilmek’ten çıkmış, insanların hayatını kolaylaştırmaktan ziyade hüviyetlerini değiştirir bir hal almaya başlamıştı. Her şeyin, daha önce yapılmamış, aklın öncülüğündeki yeni düzenlemelerle daha iyiye gideceği düşünülüyordu. 
 
Bu, özellikle İngiltere’de böyleydi. Mutluluk, düzen ve zenginlikle aynı anda anılan 19. yüzyılın süper gücü Viktorya İngiltere’si, bu ‘sürekli daha iyiye gidiş’ ve sözüm ona ‘öfori’ halinin en tepede yer alan örneğiydi. Fakat 19.yüzyılın son dönemlerinin dikkatli gözlemcileri İngiltere’nin liberal doktrininin tıkandığını ve ülkenin duraklama sürecine girdiğini seziyorlardı. Artık bilimin tarih yazımına el atma sırası gelmişti: tarihi ne şekilde ele almalıydı?
 
Ahlaklı, mutlu, tedrici, zengin Viktoryen İngiltere. Belki bunların tamamı halkın tamamı için değildi, ama böyle bilinir.
Seeley’nin ses getiren eseri bu soruya cevap arıyordu. Ona göre tarih, bu yüzyılda ortaya çıkan kuru kuruya bilgilerin sıralanması gerektiği şeklindeki inanca –tarihin bu şekilde bilimsel, objektif, saygın bir bilim olacağı düşünülüyordu- sığınmaktan vazgeçip ‘geleceğe yönelik çıkarımlar’ yapmalıydı. Denemesi, yeni yazım tekniğinden bahsediyor ve İngiltere imparatorluğunun gelişimini bu şekilde ele alıyordu. 
 
“… Bunu yaparken, ki bu durum –dünyayı fethetmeyi kast ediyor- 18. yüzyılda vuku bulmuştu, hayal gücümüzün veya düşünce yapımızın etkilenmesine izin vermedik. Bizim tarihçilerimizin yanlış yaptığı nokta, İngiltere’nin 18. yüzyıl tarihini İngiltere’de incelemek olmuştur. Bizim 18. yüzyıl tarihimiz Amerika ve Asya’dadır.”

Liberal İngiltere dünyanın tartışmasız en büyük gücü haline gelirken elde ettiği gücün ne anlamlara geleceğini idrak edemiyor, esasında ilgi duymuyordu. Dış etkilere, kendini değiştirmeye kapalıydı ve aslında bu hemen hemen her zaman böyleydi. “Kendimizi Avrupa’nın bir parçası değil, komşusu saymalıyız” diyen Bolingbroke’dan bu yana o kadar da değişmemişlerdi. Onların yaptıklarıyla tüm dünya değişip farklı hallere bürünürken, onlar etrafında olan biteni içselleştirebilmede başarısız oluyorlardı. Neticesinde Tocqueville’in öngörüsü gerçekleşmiş oldu ve bir sonraki yüzyıl Rusya ile Amerika’nın süper güç oluşlarına tanıklık etti. 
 
Premier Lig’in bugün geldiği şirket hâlini ve ancak yabancı hocalarla değişmeye açık yapısını irdelerken İngiliz ruhunun bu iki özelliğini ayrıca bir kenara not etmek gerekiyor: kendilerini irdelemek ve değişmek hususunda ilgisiz olabiliyorlar. Ve fazla liberalce savurganlık ileriye dönük düşüncesizliklere yol açabiliyor.
  1. Bölüm – Futbol, nihayet

    Ouriel Daskal'a ait iki Wenger yazısı fazla sıkmadan Wenger meselesine biraz daha genişlik kazandırabilir. 1) Profesyonellerin ihtiyacı Wenger gibi bir mi? 2)'Winston Bogarde' takımı
Girişin elbet bir nedeni vardı. İngiliz futbolunun gittiği yoldan bahseder ve Avrupa’daki keskin düşüşün niçinlerini hissettirmeye çalışırken yolumuzu bu tarihsel motifler ışıklandıracak. Artık tarihçileri bir kenara bırakıp Wenger’e kulak verebiliriz.

Hâlâ İngiltere’nin en güçlü olduğunu söyleyebilirim, çünkü İngiltere’de eğer bir oyuncuyu isterseniz, alıyorsunuz. Böyle bir senaryo geçerli olduğu sürece her zaman Avrupa’nın en güçlüsü olursunuz. Peki Avrupa’nın en iyisi miyiz? İşte bu başka bir soru.”

Çelişki bu noktada başlıyor. Premier Lig o kadar ekonomi üzerine yoğunlaşmış halde ki, artık başarı kriterleri saha içinden saha dışına kayıyor. Kenny Dalglish’in isteneni veremediği ikinci sezonundaki “…ama harika bir forma anlaşması yaptık” beyanı ve Wenger’in ekonomik yönden güçlü Arsenal’i bu açıdan değerli örnekler. Lakin bunlar, futbol dışı aktörlerin futbol içi aktörlerin üzerine çıkacak ölçüde abartılmasının örnekleri olabilir. Artık belli bir alım gücüne ulaşamayan kulüplerin şampiyonluklar hayal etmesinin dahi yasak olduğu, şampiyonluk hedefi koymanın yabancılar tarafından satın alınmakla şartlandığı bir dönemde, ekonomik gücün uzun vadedeki gelişimi için futbol içi unsurlardan fedakârlıklar yapılabiliyor. Ama bunun bir ortası var ve zaman zaman saha içi yetersizliklerin mazareti, bu uzun vadeli planlar olabiliyor. Pek tabii Wenger’le benzer şeyleri yapmak isteyen, gençlerden feyz alıp başarılı bir ekonomik model hedefleyen Dortmund bugün Şampiyonlar Ligi için gizli favori olarak görülüyor. Bunun için Arsenal’den daha fazla harcamadılar ama Arsenal’den daha iyi bir futbol içi yapılanmaya gittiler. Bu durum çarpıcı, çünkü Arsenal tartışmasız olarak adada bu işlere en fazla kafa yoran kulüp. 
 
O hâlde ilk sorunumuzu ortaya koymuş oluyoruz: bir futbol kulübünü daha iyi, kazanan, stil sahibi hâle getirebilme noktasında, yani oyun dışı değil futbol içi stratejilerde, Premier Lig geride kalıyor. Arsenal ve Liverpool’u paranın hükmettiği, şaklabanlaştırdığı kulüpler olarak görmek epey yanlış olur. Onlar futbolun gittiği şirketleşmede kendi yerlerini bulmayı ve doğru şekilde demlenmeyi bekliyorlar ama bunu Alman kulüpleri ölçüsünde kusursuz uygulayamadıkları için beklentilerin altında kalıyorlar. Fakat çok değil, 5 sene önceye kadar İngiliz futbolu teknik açıdan bu anlamda geride değildi.

Dalglish döneminde futbol direktörlüğü görevinde bulunan Damien Comolli'nin aklındakinin 'Moneyball' olduğu söylenir. Örneğin Andy Carroll'a verilen 35 milyon pound şöyle açıklanıyor: ".. diğer şeylerle beraber, eğer bir takım maç başına 40'tan fazla hava topunu kazanabilir, 30'tan fazla orta yapabilir ve üçüncü bölgede 12 kez topu tekrardan kazanabilirse, kazanması hemen hemen kaçınılmaz olacaktır." Pek... Pek şey değil. Daha fazlasını okumak için şuraya bakabilirsiniz.
1992’de bir grup İngiliz takımının Premier Lig’i kurması ve gelirlerini arttırması bugüne gelindiğinde 5 milyar pound’luk bir televizyon geliri anlaşmasına dayandı. Gelecek sene herhangi bir Premier Lig kulübü sadece bu ligde bulunduğu için en az 60 milyon pound’u cebine koyacak. Daha önceleri de hızlı oyun stili ve kendine has eşsiz kültürüyle İngiltere ligi ayrı bir yerde bulunuyordu; lakin bu ligin kurulmasıyla belki de işin nereye gideceğinin ‘farkında olmadan’ bambaşka bir uluslararası izleyici kitlesine ve güce ulaştılar. Ligin bu anlamda ekonomik gücü artıyor ve örneğin kulüplerin borsaya girişi gibi uygulamalarla bu fikirler destekleniyorken, ithal edilen yabancı hocalar da kaynakları kullanarak İngiliz futbolunu değiştiriyorlardı. Değişmek için yabancılara muhtaçtılar, keza içten gelen bir talep bulunmuyordu.

İlk gelen Wenger, 1-0’lık galibiyetleriyle şan salmış Arsenal’i sanat eserine dönüştürdü; en iyi dönemlerinde, sezonu yenilgisiz şampiyon kapattılar. Bir başka Fransız Gerard Houllier Liverpool’la UEFA Kupası’nı kaldırdı. Onları izleyen Mourinho ligde yalnızca 15 gol yiyerek şampiyon oluyordu ve Rafa Benitez de Şampiyonlar Ligi’ni kucaklıyordu. Sonra, özellikle son 2-3 sene içinde, bu ölçüde önemli taktisyenlerin, etrafındakileri etkileyen hocaların lige gelişleri azalmaya veya geliş biçimleri değişmeye başladı. İşte bu dönem, artık Premier Lig yapılanmasının kontrolden çıktığına işaret ediyordu.

Gerard Houllier Liverpool'da.
Mourinho, Benitez gibilerinin zamanında, takımın hocanın istediği doğrultuda şekillendirilmesi için çok daha uygun bir ortam bulunuyordu. Neticesinde bu taktisyenlerin, aynı Wenger ve Houllier’de olduğu gibi, getiriliş amaçları bu anlamda yol göstermeleriydi. Para bu doğrultuda harcanıyor ve saha içindeki sağlam, stabilize yapıyla güçlü olmak eş değer kabul ediliyordu. Fakat ligin yabancı yatırımlara açık kapı bırakan kuralları, günden güne artan ekonomik gücü ve pazarlama kapasitesiyle bu yapı değişmeye başladı. Takımları satın alan patronların hemen hepsi futboldan habersiz, sabırsız, başarı bekleyen iş adamları olunca öncelik günlük başarılara verilmeye başlandı ve ortada düzene dair pek bir şey kalmadı. Farklı düşünebilen kulüpler pek azlar, örneğin Tottenham bunlardan biri. Ama sayıları gerçekten az, çünkü yönetim kadroları artık okyanus aşırı sahiplerden oluşuyor ve bunların sayısı arttıkça diğer kulüpler de çözüm yolunu aynı yerde arıyorlar. Yalnız Premier Lig değil, Premier Lig’e çıkış platformu olan Championship’te de hemen her ay bir kulüp satın alınıyor ve bu kulüplerde 30 günde bir, 60 günde bir hoca değişiklikleri oluyor. İşte Blackburn, işte Nottingham Forest, işte QPR, işte patronların kulüp renklerini değiştirdiği Cardiff City ve niceleri… Bugün sadece Premier Lig’de yer alabilmek dahi ciddi ölçüde bir gelir garantisi.

Takımlar böylece oyuncağa dönünce, Premier Lig’in zenginlikleri ve rekabetinden beslenip dünyanın en güçlü takımlarını yaratan hocalar artık buralara gelmiyorlar. Örneğin kim Chelsea’nin başına geçmek ister ki? Ya da hâlihazırda bu kulüpte çalışmamış kaç değerli hoca kaldı? Birbirini etkileyen iki unsur olarak; sabırsız, cüretkar yabancı sahiplerin artışı ve karşılıklı güven, düzen isteyen trend sistemlerin barınamaması Premier Lig’in heyecanı ve rekabetinden kaybettirmese de uluslararası arenadaki başarısını ciddi ölçüde etkiliyor. Günden güne artan yeni yatırımlara bakılacak olursa, İngilizler kontrolü kaybetmiş gibiler. 

"The Big Picture."
Son olarak, “İşler nasıl başka türlü gelişebilirdi?”, bunun da bir açıklamasını yapmak gerek. Keza çok yakında bir örnek var. Mevcut güç olarak değil ama gelişim grafiği yönünden ele alırsak bugün Almanya; İspanya ve İngiltere’den fersah fersah yukarda seyrediyor. O diyarda İngilizlerin öykündüğü hemen her şey doğru bir şekilde yapılmakta. Genç oyuncuların çıkışı, ülkenin değişen olaylara karşı başarılı tepkisi ve kendi içinden yetiştirdiği hocalar bunlardan bir kısmı. İspanya’nın ekonomik zorlukları, İngiltere’ninse yazı boyunca sıraladığımız garabeti durumunda Almanya hem ekonomisini büyütüyor hem de gerek milli takımlar, gerek kulüpler düzeyinde ‘en iyi’ futbolu belirlemeye doğru gidiyor. 
 
Almanya’da–Bayer Leverkusen, Hoffenheim gibi birkaç istisna hariç- kulüplerin en az %50 hissesine taraftarın sahip olmasını zorunlu kılan bir kural yer alıyor. Bu kural, kulüpleri yabancı yatırımlara ve olası içini boşaltmalara kapıyor ve olması gerektiği gibi, taraftardaki aidiyet duygusunu pekiştiriyor. Sahalar sürekli dolu ve biletler aynı İngiltere’de eskiden olduğu gibi, ucuz. Kulüpler doğru yönetiliyorlar, gelişmeye, değişmeye açıklar –örneğin Bayern’deki van Gaal, Hollanda değişimi- ve gerçekten yanlış bir şey yok gibi görünüyor. Guardiola’nın tercihine şaşmamalı, artık yeni trend Almanya. 

Borussia Dortmund'un meşhur 'Sarı Duvar'ı.
İngiltere’yse muhtemelen bir süre daha büyük kulüpler düzeyinde Mancini gibi günü kurtaran pragmatist hocalarla devam edecek; sonra ne olacağıysa büyük muamma. Tek kesin olan uzun bir süre daha dünyanın en keyifli ve zengin ligi olacakları.

ve...
Premier Lig kuruldu!
Belki de bu yazıyı tamamlayabilecek 2 yazı yazılmıştı, Cardiff City ve Nottingham Forest üzerine. Okumak isteyenlerin takımların üzerine tıklaması yeterli.

2013/03/03

Yaşasın yeni kral

İngilizlerin ‘The Next Big Thing’i Gareth Bale, artık gerçekten büyük. Villas-Boas’ın getirdiği özgürlük ve yol göstericilikle her geçen gün daha komple bir oyuncu haline gelen Bale, Adebayor ve Defoe’nun yokluğunda ipleri tamamen eline aldı ve 3 galibiyet, 1 beraberlikle biten son 4 maçta gollerin hepsinin altına imzasını attı. Premier League Ronaldo’nun halefini mi buldu dersiniz?
Hayatım Futbol 70. sayı.
Gareth Bale bundan 3 sene önce “Taxi for Maicon” mitini yaratır ve ondan bir sene sonra da İngiltere Profesyonel Futbolcular Derneği’nden yılın oyuncusunu ödülünü alır iken onun ne kadar iyi bir futbolcu olduğuyla İngilizlerin yeni şişirmesi sohbetleri birbirini izliyordu. Bale sahip olduğu müthiş potansiyeli fazlasıyla göstermeye başlamıştı, fakat daha şüpheci gözlemciler için bu potansiyel yalnızca insanların gözünü boyamaya yarıyordu. Bale henüz söylenildiği gibi en üst seviye değildi.

Bale yılın oyuncusu seçildiği o sezonu ligde 7 gol ve 1 asistle bitirmişti. İstatistikler bir yana, fazlasıyla sol koridora bağımlı, eski tip bir İngiliz kanat oyuncusuydu. Hatta o dönemdeki hocası Redknapp için Bale’in geleceği sol bekteydi. Sol açık olarak içeri kıvrılan bir yaratıcı oyuncu ve onun arkasında da sol koridoru tek başına domine eden Bale’i kullanarak iyi bir ikili yaratmayı düşünüyordu belki de. Avrupa’yı kasıp kavuran ve Real Madrid söylentileri çıkan Bale için 50 milyon pound’luk değer biçiliyordu.

Daha çok söz ve daha az sonuçla geçen o yılların ardından, Gareth Bale bu sezon gerçek bir süperstar gibi oynuyor. Yalnızca müthiş goller atmakla kalmıyor; bunları takımın en ihtiyaç duyduğu, en beklenmedik anda yapıyor ve yalnızca sol koridoru değil sahanın her yerini kullanıyor. Hâlâ erken, ama oyun stili ve yarattığı etkiyle Cristiano Ronaldo’nun boşluğunu doldurmaya en büyük aday olarak gösterilmeye başlandı bile. Bizzat hocası Villas-Boas tarafından da. Üstelik bu seferki karşılaştırmalar bir öncekiler kadar fuzuli değil.

Bale’in bu yoldaki çarpıcı değişiminde Villas-Boas’a da ayrı bir paragraf açmak gerekecek.

Mahallenin en efendi çocuğu
“Yaşasın Yeni Kral” başlığını görüp yazının Bale üzerine olduğunu öğrenenlerin ilk aklına gelen muhtemelen Ryan Giggs olmuştur. Galler’den bu kalitede fazla oyuncu çıkmaması ve oynadıkları pozisyon gereği Bale’in ilk karşılaştırıldığı isim hâliyle Giggs olmuştu. Lakin yazı esasen Bale’in bu sezonki çıkışı ve dolayısıyla Ronaldo kıyaslamalarına getirecek kadarki değişen oyunu üzerine kurgulandığından, Giggs buraya kadar ertelendi. Ana fikri ‘Bale Galler prensi olmakla kalmayıp yeni kral dahi olabilir’ şeklinde de düşünebilirsiniz. Zira bundan 5 sene önce ligin kralı Cristiano Ronaldo idi.

İki Galli futbolcunun 14 yaşındayken neler başardıklarını karşılaştırarak bile oyun stillerindeki farklılık ve Bale’in nasıl biri olduğu kolayca gösterilebilir. O zamanlar Ryan Wilson olarak bilinen çocuk Blackburn defansını tarumar etmekle meşgul iken Gareth Bale 100 metreyi 11,4 saniyede koşabiliyordu. Onun ‘özel’liği öncelikle atletizminden geliyordu. Hatta o kadar hızlı büyüyordu ki az kalsın Southampton akademisini bırakmak zorunda kalacaktı. Kasları kemiklerinin büyüdüğü oranda büyüyemiyor ve esnemekte zorlanıyor; bu yüzden sırtında ve bacağının arkasında ciddi ağrılar hissediyordu. Neyse ki anne Bale bunun geçici bir süreç ve oğlunun alınabilir risk olduğuna dair akademidekileri ikna etmeyi başarmıştı.
Bir süre önce “Kadromuzda Cole, Gibbs gibi bekler vardı” diyerek Bale’i nasıl kaçırdığını anlatan Wenger, Ronaldo tartışmalarına ayrıca dahil oldu. Şöyle diyor: “Bale’in bahsedilen oyuncuların seviyesine çıkabilecek potansiyeli olduğuna katılıyorum. Ama Messi’nin Şampiyonlar ligi şampiyonluklarını ve attığı 95 golü düşünürsek, bu kadar hızlı karşılaştırmalar yapmak doğru değil.” Gayet yerinde bu tespitin ardından bir başka soruya cevabıysa şöyle: “Bale yerine Walcott’ı transfer etmemizden pişman değilim. Eğer şu an olsa yine Walcott’ı tercih ederdim.” (İki oyuncu aynı dönemde Southampton’da oynuyordu.)
Müthiş futbolcu ama her şeyden önce müthiş sporcu profili yaratırken, atlanmaması gereken bir konu daha var. Gareth Bale içki içmiyor. Bir Christmas gecesi şampanyayla tanışmış fakat tadını beğenmemiş, o günden beri pek arası yok. İçkiyle ilişkisini kariyeri için yaptığı bir fedakarlık değil, gelişiminde kendiliğinden ortaya çıkmış faydalı bir etken olarak açıklıyor. Hatta hobileri arasında arkadaşlarıyla PlayStation oynamayı sayması veya boş günlerinde Galler’e dönmeyi ihmal etmemesi gibi mütevazı alışkanlıklarından da söz açılırsa, mahallenin en efendi çocuğu Messi kalıbı hemen hemen tamamlanmış oluyor. Daha fazla romantize edip küçük yaşlarda yaşadığı büyümeyle alakalı sıkıntı da buraya dahil edilebilir. Fakat vurgulanmak istenen, yazı boyunca yapılan benzetmelere bir yenisini eklemek ve üstüne Messi’yle de karşılaştırmak değil elbet. Daha ziyade, saha dışında bu tip bir yaşantısı olan futbolcuların daha çok sevildiği ve farklı bir sempati topladığına dikkat çekmek. Bale de hep bu şekilde görülen, ilk çıktığından beri parlak şeyler söylenen ve bunun futbol içi unsurlar veya birtakım rekorlarla sınırlanmadığı bir futbolcuydu. Just an ordinary guy.
Bale alamet-i farikası gol sevincini lise aşkı Emma Rhys-Jones’a armağan ediyor. “Uzun süredir oynamıyordum ve o zaman Emma bana eğer gol atarsam ne yapmak istediğimi sordu. Ona ‘kalp’ işaretini yapacağımı söyledim ama açıkçası bunu yapacağımdan emin değildim. En sonunda golü atmayı başardığımda dediğimi yaptım ve o da bunun çok güzel olduğunu düşünmüş.” Çiftin geçtiğimiz günlerde bir kız çocuğu oldu. Bieber diyenler, yanıldınız.
Bale gibi, bir önceki sezon farklı bir etkiyle oynayan Sunderland’li McClean gibi oyuncular eski tip İngiliz kanat oyuncularını yansıtmaları sebebiyle ayrıca seviliyorlar. “Solak, müthiş hızlı ve yetenekli, ama Robben gibi ters kanattan merkeze sürmüyor” şeklinde, ama bunun daha teatrali bir pasaj yazılmış idi. Keza Jordan Henderson da aynı bu iki oyuncu gibi içkiyle arası olmadığı bilinen bir futbolcu, ama Adalı izleyici onu izlerken bu kadar yoğun hissetmiyor.

Adalı hoca yoluyla evrim
Gareth Bale’in Premier League kariyeri hiç de iyi başlamamıştı.

Son olarak Liverpool’daki başarısız dönemiyle hatırlanan Damien Comolli’yi futbol direktörlüğüne ve Sevilla’yla harikalar yaratan Juande Ramos’u menajerliğe getiren Tottenham, geleceğe yönelik politikalarıyla önemli işler yapıyordu. Bu doğrultuda transfer edilen Luka Modric, Dimitar Berbatov, Kevin-Prince Boateng gibi uluslararası yeteneklerin yanında yerel oyunculara da önem veriliyordu. Southampton’dan 5 milyon pounda sol bek olarak transfer edilen Gareth Bale bu oyunculardan biriydi. Fakat beklenenin aksine işler hiç kimse için iyi gitmedi.

Ramos’un ikinci sezonunda tarihinin en kötü lig başlangıcını yapan Tottenham, son sıraya kadar düştü ve Ramos ekibiyle beraber bavulları toplamak zorunda kaldı. Bale ise çok iyi bir girişin ardından uzun süren bir sakatlık yaşamış ve ardından da yerini Assou-Ekotto’ya kaptırmıştı. Dahası, hiçbir zaman kazanan takımda yer alamıyordu. Redknapp’ın gelişiyle ertesi sezonda da işler değişmedi ve Assou-Ekotto Bale’in önünde yer almaya devam etti. Böylece, Gareth Bale üst üste 24 Premier League maçında oynayıp da hiçbirini kazanamayarak rekorunu ilginç bir noktaya taşımış oldu! 25. seferde 85. dakikada oyuna girdi ve bu sefer kazandılar. Artık lanet bozulmuştu.

Assou Ekotto’nun sakatlığı sonrası şans bulan Bale, bir daha arkasına bakmadı. Bu dönemler, Ocak 2010’a tekabül ediyor. Ramos’un enkazını toplayıp ligi orta sırada bitirmeyi başaran Redknapp, ikinci sezonunda kadronun beklentilerini karşılayarak Şampiyonlar Ligi biletini kovalıyordu. Bale’in sol bekten driplingleri, oyuna etkisi her maç daha da büyüdü ve Nisan ayında patlama yaptı. 4. sıra için çok kritik maçlara çıkan Tottenham 4 gün içinde ezeli rakipler Chelsea ve Arsenal’le oynuyor, Bale bu iki maçta da çok kritik gollere imza atmasının yanında herkesi büyüleyen bir futbol oynuyordu. Bale, Premier League’de Nisan ayının en iyi oyuncusu seçildi ve Tottenham da ertesi sezon Şampiyonlar Ligi’nde oynamaya hak kazandı. Gareth Bale artık bir bek değil, sol açıktı.

Harry Redknapp deyince akla ilk olarak sayıları küçümsen, eski kafalı hoca tiplemesi akla gelir. Tahtaya bir şeyler yazmaktan fazla hoşlanmaz. “Formasyonlar, taktikler üzerine sabaha kadar konuşabilirsiniz, ama benim için futbol futbolcularla ilgilidir. 4-4-2, 4-2-3-1 veya 4-3-3, sayılar bana güzel bir oyun ifade etmiyor. Benim için %10 formasyon ve %90 oyunculardır.” Yine de bu Redknapp’ın ‘vur gitsin’ futbolu oynattığı veya futboldan az anladığı anlamına gelmiyor. Taktikler üzerine yapılan fazla soyut anlayıştan yakınıyor demek, daha doğru. Keza eski kafa Redknapp’ın QPR’ıyla taktik manyağı Villas-Boas’ın Tottenham’ı bu yıl karşılaştıklarında bunlardan sözüm ona eski tip 4-4-2 oynayanı Tottenham, Taarabt’ın sahte 9 oynadığıysa QPR’dı. Başka örnekler de verilebilir.
Ertesi sezon uzun süre unutulmayacaktı. San Siro’da Maicon’u yerle bir etmesinin de çok büyük etkisiyle ‘Premier League’de Yılın Oyuncusu’ ödülünü alırken Tottenham da Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale çıkmayı başarıyordu. Redknapp’la çok başarılı sezonlar geçiren Tottenham, Chelsea’nin Şampiyonlar Ligini kazanmasıyla 4. olmasına rağmen Avrupa Ligi’ne gidebildi ve Redknapp’la yollar ayrıldı. Bu ayrılık katiyen hocaya yüklenen bir başarısızlık olmamakla birlikte, Londra ekibinin başkanı Daniel Levy’nin planlarıyla alakalıydı. Redknapp harika işler yapmakla birlikte takıma bu aşamadan sonra verecek fazla bir şeyi kalmamıştı ve geçmiş senelerdeki Juande Ramos tercihine benzer şekilde, Kıta Avrupası’ndan gelecek vadeden bir futbol çılgını başa getirildi: Andre Villas-Boas.

Redknapp’ın tempolu 4-4-2 düzeninde Gareth Bale kendini yalnızca Adaya değil tüm dünyaya tanıtmış oldu. Fakat Levy’nin tercihine paralel şekilde, bu düzenin bir yerde sınırları vardı ve Bale’i de daha tek tip, yalnızca sol koridor oyuncusu olarak sınırlıyordu. Her ne kadar Redknapp yansıtıldığı kadar ‘bilgisiz’ biri olmasa da, gerçek buydu.

Kıtalı hoca yoluyla evrim
Villas-Boas & Bale. Abi kardeş gibi.
Villas-Boas’ın gelişiyle 4-2-3-1 şablonuna dönen ve Dembele gelene kadar ciddi orta saha zaafiyeti ve forvette yalnızlık çeken Tottenham, bu oyuncunun gelişiyle pek çok sorununu çözdü. Buradan sonra da aşama aşama hocanın kafasındakileri uygulamaya başladılar. Tottenham mükemmel hücum futbolu oynamaktan ziyade bilinçli oynuyor ve topa sürekli sahip olduğundan yenilmesi her maç daha da güçleşiyor. Ligde 10 maçtır kaybetmiyorlar ve bu seride iki maç haricinde %55 topla oynama oranının altına düşmediler. Tottenham’ın sezon seyrinde uzunca bir süre 4-2-3-1’den tekrar 4-4-2 şablonuna dönmesi ezbere konuşmaya işaret edebilir, lakin böyle değil. Şablonlar aynı olsa da bu düzende Bale’e tanınan rol ve takımın oyun şekli bir önceki dönemden daha farklıydı. Redknapp’la kanat ortalarının daha ağırlıkta olduğu tempolu bir oyun oynayan Tottenham, Villas-Boas’la daha fazla topa sahip olan ve daha garantici, daha fazla paslı bir sistemi tercih ediyor. Holtby, Dembele gibi merkezden kat etmeyi hızlandırabilen oyuncularla hücum oyunlarını geliştirebiliyorlar ama onlar olmasa dahi kurgunun yarattığı temel üzerinden yenilmesi güç bir takım oluşturuyorlar.

Bale, Redknapp’la büyüyüp sahneye çıktıktan sonra Villas-Boas’ın yol göstericiliğinde çok daha geniş perspektifli bir oyuncuya doğru son hız ilerliyor. Kim bilir, belki de Evra’nın üzerinden kafa vurarak atacağı goller de yakındır.