2013/03/23

"Neler getireceğini bilmeden fethettik..."

Premier Lig en zengin ve en çok izlenen futbol ligi olarak konumunu sağlamlaştırırken niçin Avrupa’da başarıdan uzaklaşıyor? Biraz tarih, biraz İngiltere, biraz futbol…
  1. Bölüm – Tarih cep kitabı
Öyle görünüyor ki, dünyanın yarısını fethettik. Neler getireceğinin, ne yaptığımızın farkında olmadan...”


Sir John Seeley’nin “The Expansion of England” adlı meşhur denemesi bu bölümle hatırlanır. 1883’de yazılan bu küçük kitapçık, duruluğu ve bahsettiği konu dolayısıyla öylesine ilgi çeker ki, o yıl içinde 10 baskısı yapılır. Tarihi bilimin eleğinden geçirme işi, kuşkusuz bu eserde çağdaşlarına göre daha iyi anlaşılmıştır.

Bilimin zihinlerdeki kanaatkâr yeri o vakitlerde günümüzdekinden çok daha yüksekti. Her şeyin bilinerek en sonunda en iyiye ulaşılacağı fikri –bir sonraki yüzyıl bu fikri paramparça edecekti- 19. yüzyılın ruhunu oluşturuyordu. Böylece bilim artık salt ‘bilmek’ten çıkmış, insanların hayatını kolaylaştırmaktan ziyade hüviyetlerini değiştirir bir hal almaya başlamıştı. Her şeyin, daha önce yapılmamış, aklın öncülüğündeki yeni düzenlemelerle daha iyiye gideceği düşünülüyordu. 
 
Bu, özellikle İngiltere’de böyleydi. Mutluluk, düzen ve zenginlikle aynı anda anılan 19. yüzyılın süper gücü Viktorya İngiltere’si, bu ‘sürekli daha iyiye gidiş’ ve sözüm ona ‘öfori’ halinin en tepede yer alan örneğiydi. Fakat 19.yüzyılın son dönemlerinin dikkatli gözlemcileri İngiltere’nin liberal doktrininin tıkandığını ve ülkenin duraklama sürecine girdiğini seziyorlardı. Artık bilimin tarih yazımına el atma sırası gelmişti: tarihi ne şekilde ele almalıydı?
 
Ahlaklı, mutlu, tedrici, zengin Viktoryen İngiltere. Belki bunların tamamı halkın tamamı için değildi, ama böyle bilinir.
Seeley’nin ses getiren eseri bu soruya cevap arıyordu. Ona göre tarih, bu yüzyılda ortaya çıkan kuru kuruya bilgilerin sıralanması gerektiği şeklindeki inanca –tarihin bu şekilde bilimsel, objektif, saygın bir bilim olacağı düşünülüyordu- sığınmaktan vazgeçip ‘geleceğe yönelik çıkarımlar’ yapmalıydı. Denemesi, yeni yazım tekniğinden bahsediyor ve İngiltere imparatorluğunun gelişimini bu şekilde ele alıyordu. 
 
“… Bunu yaparken, ki bu durum –dünyayı fethetmeyi kast ediyor- 18. yüzyılda vuku bulmuştu, hayal gücümüzün veya düşünce yapımızın etkilenmesine izin vermedik. Bizim tarihçilerimizin yanlış yaptığı nokta, İngiltere’nin 18. yüzyıl tarihini İngiltere’de incelemek olmuştur. Bizim 18. yüzyıl tarihimiz Amerika ve Asya’dadır.”

Liberal İngiltere dünyanın tartışmasız en büyük gücü haline gelirken elde ettiği gücün ne anlamlara geleceğini idrak edemiyor, esasında ilgi duymuyordu. Dış etkilere, kendini değiştirmeye kapalıydı ve aslında bu hemen hemen her zaman böyleydi. “Kendimizi Avrupa’nın bir parçası değil, komşusu saymalıyız” diyen Bolingbroke’dan bu yana o kadar da değişmemişlerdi. Onların yaptıklarıyla tüm dünya değişip farklı hallere bürünürken, onlar etrafında olan biteni içselleştirebilmede başarısız oluyorlardı. Neticesinde Tocqueville’in öngörüsü gerçekleşmiş oldu ve bir sonraki yüzyıl Rusya ile Amerika’nın süper güç oluşlarına tanıklık etti. 
 
Premier Lig’in bugün geldiği şirket hâlini ve ancak yabancı hocalarla değişmeye açık yapısını irdelerken İngiliz ruhunun bu iki özelliğini ayrıca bir kenara not etmek gerekiyor: kendilerini irdelemek ve değişmek hususunda ilgisiz olabiliyorlar. Ve fazla liberalce savurganlık ileriye dönük düşüncesizliklere yol açabiliyor.
  1. Bölüm – Futbol, nihayet

    Ouriel Daskal'a ait iki Wenger yazısı fazla sıkmadan Wenger meselesine biraz daha genişlik kazandırabilir. 1) Profesyonellerin ihtiyacı Wenger gibi bir mi? 2)'Winston Bogarde' takımı
Girişin elbet bir nedeni vardı. İngiliz futbolunun gittiği yoldan bahseder ve Avrupa’daki keskin düşüşün niçinlerini hissettirmeye çalışırken yolumuzu bu tarihsel motifler ışıklandıracak. Artık tarihçileri bir kenara bırakıp Wenger’e kulak verebiliriz.

Hâlâ İngiltere’nin en güçlü olduğunu söyleyebilirim, çünkü İngiltere’de eğer bir oyuncuyu isterseniz, alıyorsunuz. Böyle bir senaryo geçerli olduğu sürece her zaman Avrupa’nın en güçlüsü olursunuz. Peki Avrupa’nın en iyisi miyiz? İşte bu başka bir soru.”

Çelişki bu noktada başlıyor. Premier Lig o kadar ekonomi üzerine yoğunlaşmış halde ki, artık başarı kriterleri saha içinden saha dışına kayıyor. Kenny Dalglish’in isteneni veremediği ikinci sezonundaki “…ama harika bir forma anlaşması yaptık” beyanı ve Wenger’in ekonomik yönden güçlü Arsenal’i bu açıdan değerli örnekler. Lakin bunlar, futbol dışı aktörlerin futbol içi aktörlerin üzerine çıkacak ölçüde abartılmasının örnekleri olabilir. Artık belli bir alım gücüne ulaşamayan kulüplerin şampiyonluklar hayal etmesinin dahi yasak olduğu, şampiyonluk hedefi koymanın yabancılar tarafından satın alınmakla şartlandığı bir dönemde, ekonomik gücün uzun vadedeki gelişimi için futbol içi unsurlardan fedakârlıklar yapılabiliyor. Ama bunun bir ortası var ve zaman zaman saha içi yetersizliklerin mazareti, bu uzun vadeli planlar olabiliyor. Pek tabii Wenger’le benzer şeyleri yapmak isteyen, gençlerden feyz alıp başarılı bir ekonomik model hedefleyen Dortmund bugün Şampiyonlar Ligi için gizli favori olarak görülüyor. Bunun için Arsenal’den daha fazla harcamadılar ama Arsenal’den daha iyi bir futbol içi yapılanmaya gittiler. Bu durum çarpıcı, çünkü Arsenal tartışmasız olarak adada bu işlere en fazla kafa yoran kulüp. 
 
O hâlde ilk sorunumuzu ortaya koymuş oluyoruz: bir futbol kulübünü daha iyi, kazanan, stil sahibi hâle getirebilme noktasında, yani oyun dışı değil futbol içi stratejilerde, Premier Lig geride kalıyor. Arsenal ve Liverpool’u paranın hükmettiği, şaklabanlaştırdığı kulüpler olarak görmek epey yanlış olur. Onlar futbolun gittiği şirketleşmede kendi yerlerini bulmayı ve doğru şekilde demlenmeyi bekliyorlar ama bunu Alman kulüpleri ölçüsünde kusursuz uygulayamadıkları için beklentilerin altında kalıyorlar. Fakat çok değil, 5 sene önceye kadar İngiliz futbolu teknik açıdan bu anlamda geride değildi.

Dalglish döneminde futbol direktörlüğü görevinde bulunan Damien Comolli'nin aklındakinin 'Moneyball' olduğu söylenir. Örneğin Andy Carroll'a verilen 35 milyon pound şöyle açıklanıyor: ".. diğer şeylerle beraber, eğer bir takım maç başına 40'tan fazla hava topunu kazanabilir, 30'tan fazla orta yapabilir ve üçüncü bölgede 12 kez topu tekrardan kazanabilirse, kazanması hemen hemen kaçınılmaz olacaktır." Pek... Pek şey değil. Daha fazlasını okumak için şuraya bakabilirsiniz.
1992’de bir grup İngiliz takımının Premier Lig’i kurması ve gelirlerini arttırması bugüne gelindiğinde 5 milyar pound’luk bir televizyon geliri anlaşmasına dayandı. Gelecek sene herhangi bir Premier Lig kulübü sadece bu ligde bulunduğu için en az 60 milyon pound’u cebine koyacak. Daha önceleri de hızlı oyun stili ve kendine has eşsiz kültürüyle İngiltere ligi ayrı bir yerde bulunuyordu; lakin bu ligin kurulmasıyla belki de işin nereye gideceğinin ‘farkında olmadan’ bambaşka bir uluslararası izleyici kitlesine ve güce ulaştılar. Ligin bu anlamda ekonomik gücü artıyor ve örneğin kulüplerin borsaya girişi gibi uygulamalarla bu fikirler destekleniyorken, ithal edilen yabancı hocalar da kaynakları kullanarak İngiliz futbolunu değiştiriyorlardı. Değişmek için yabancılara muhtaçtılar, keza içten gelen bir talep bulunmuyordu.

İlk gelen Wenger, 1-0’lık galibiyetleriyle şan salmış Arsenal’i sanat eserine dönüştürdü; en iyi dönemlerinde, sezonu yenilgisiz şampiyon kapattılar. Bir başka Fransız Gerard Houllier Liverpool’la UEFA Kupası’nı kaldırdı. Onları izleyen Mourinho ligde yalnızca 15 gol yiyerek şampiyon oluyordu ve Rafa Benitez de Şampiyonlar Ligi’ni kucaklıyordu. Sonra, özellikle son 2-3 sene içinde, bu ölçüde önemli taktisyenlerin, etrafındakileri etkileyen hocaların lige gelişleri azalmaya veya geliş biçimleri değişmeye başladı. İşte bu dönem, artık Premier Lig yapılanmasının kontrolden çıktığına işaret ediyordu.

Gerard Houllier Liverpool'da.
Mourinho, Benitez gibilerinin zamanında, takımın hocanın istediği doğrultuda şekillendirilmesi için çok daha uygun bir ortam bulunuyordu. Neticesinde bu taktisyenlerin, aynı Wenger ve Houllier’de olduğu gibi, getiriliş amaçları bu anlamda yol göstermeleriydi. Para bu doğrultuda harcanıyor ve saha içindeki sağlam, stabilize yapıyla güçlü olmak eş değer kabul ediliyordu. Fakat ligin yabancı yatırımlara açık kapı bırakan kuralları, günden güne artan ekonomik gücü ve pazarlama kapasitesiyle bu yapı değişmeye başladı. Takımları satın alan patronların hemen hepsi futboldan habersiz, sabırsız, başarı bekleyen iş adamları olunca öncelik günlük başarılara verilmeye başlandı ve ortada düzene dair pek bir şey kalmadı. Farklı düşünebilen kulüpler pek azlar, örneğin Tottenham bunlardan biri. Ama sayıları gerçekten az, çünkü yönetim kadroları artık okyanus aşırı sahiplerden oluşuyor ve bunların sayısı arttıkça diğer kulüpler de çözüm yolunu aynı yerde arıyorlar. Yalnız Premier Lig değil, Premier Lig’e çıkış platformu olan Championship’te de hemen her ay bir kulüp satın alınıyor ve bu kulüplerde 30 günde bir, 60 günde bir hoca değişiklikleri oluyor. İşte Blackburn, işte Nottingham Forest, işte QPR, işte patronların kulüp renklerini değiştirdiği Cardiff City ve niceleri… Bugün sadece Premier Lig’de yer alabilmek dahi ciddi ölçüde bir gelir garantisi.

Takımlar böylece oyuncağa dönünce, Premier Lig’in zenginlikleri ve rekabetinden beslenip dünyanın en güçlü takımlarını yaratan hocalar artık buralara gelmiyorlar. Örneğin kim Chelsea’nin başına geçmek ister ki? Ya da hâlihazırda bu kulüpte çalışmamış kaç değerli hoca kaldı? Birbirini etkileyen iki unsur olarak; sabırsız, cüretkar yabancı sahiplerin artışı ve karşılıklı güven, düzen isteyen trend sistemlerin barınamaması Premier Lig’in heyecanı ve rekabetinden kaybettirmese de uluslararası arenadaki başarısını ciddi ölçüde etkiliyor. Günden güne artan yeni yatırımlara bakılacak olursa, İngilizler kontrolü kaybetmiş gibiler. 

"The Big Picture."
Son olarak, “İşler nasıl başka türlü gelişebilirdi?”, bunun da bir açıklamasını yapmak gerek. Keza çok yakında bir örnek var. Mevcut güç olarak değil ama gelişim grafiği yönünden ele alırsak bugün Almanya; İspanya ve İngiltere’den fersah fersah yukarda seyrediyor. O diyarda İngilizlerin öykündüğü hemen her şey doğru bir şekilde yapılmakta. Genç oyuncuların çıkışı, ülkenin değişen olaylara karşı başarılı tepkisi ve kendi içinden yetiştirdiği hocalar bunlardan bir kısmı. İspanya’nın ekonomik zorlukları, İngiltere’ninse yazı boyunca sıraladığımız garabeti durumunda Almanya hem ekonomisini büyütüyor hem de gerek milli takımlar, gerek kulüpler düzeyinde ‘en iyi’ futbolu belirlemeye doğru gidiyor. 
 
Almanya’da–Bayer Leverkusen, Hoffenheim gibi birkaç istisna hariç- kulüplerin en az %50 hissesine taraftarın sahip olmasını zorunlu kılan bir kural yer alıyor. Bu kural, kulüpleri yabancı yatırımlara ve olası içini boşaltmalara kapıyor ve olması gerektiği gibi, taraftardaki aidiyet duygusunu pekiştiriyor. Sahalar sürekli dolu ve biletler aynı İngiltere’de eskiden olduğu gibi, ucuz. Kulüpler doğru yönetiliyorlar, gelişmeye, değişmeye açıklar –örneğin Bayern’deki van Gaal, Hollanda değişimi- ve gerçekten yanlış bir şey yok gibi görünüyor. Guardiola’nın tercihine şaşmamalı, artık yeni trend Almanya. 

Borussia Dortmund'un meşhur 'Sarı Duvar'ı.
İngiltere’yse muhtemelen bir süre daha büyük kulüpler düzeyinde Mancini gibi günü kurtaran pragmatist hocalarla devam edecek; sonra ne olacağıysa büyük muamma. Tek kesin olan uzun bir süre daha dünyanın en keyifli ve zengin ligi olacakları.

ve...
Premier Lig kuruldu!
Belki de bu yazıyı tamamlayabilecek 2 yazı yazılmıştı, Cardiff City ve Nottingham Forest üzerine. Okumak isteyenlerin takımların üzerine tıklaması yeterli.

Hiç yorum yok: