2014/07/07

Hangi ekol?



Galatasaray, Alman ekolü hülyasıyla açtığı, başka bir belirsizliklerle dolu sezona merhaba diyor. Belirsizliklerin esas nedeniyse elbette ki Cesare Prandelli değil.

1 Temmuz 2014 tarihi itibariyle 2014-15 sezonu resmi olarak başlamışken, Galatasaray futbol takımının ne idari yapılanması, ne yeni forma sponsoru, ne yeni hocası, ne de gidecek ve gelecek oyuncuları belirlenmiş durumdaydı. Cesare Prandelli ismi yüreklere biraz olsun su serpmiş olsa da, getiriliş süreci neticesinde, tüm bu meselelerin üzerindeki sis perdesini ortadan kaldırmıyor. Açıklamalarına bakacak olursak, Financial Fair Play nedeniyle eli kolu bağlı olan Ünal Aysal, elindeki imkanlardan fazlasını talep etmeden şampiyonluğa ulaşabilecek yeni bir marka teknik adamla anlaştığını düşünüyor, ve belki gerçekten de öyle. Taraftarın ağzına bir parmak bal çalmak ve bundan önemlisi, olmazsa olmaz Şampiyonlar Ligi geliri ve reklamından mahrum kalmamak açısından dördüncü yıldız mottosuyla servis edilen şampiyonluk hedefi, Galatasaray'ın kısa ve uzun vadedeki tek hedefi hâline gelmiş durumda. Peki Galatasaray'ın planı nedir? Ne zaman bir futbol aklı oluşturmaktan bahsedebileceğiz?

Galatasaray'ın tüm sorunlarının temelinde, uzun vadeli plânların yaratılamaması, ve bunun, yani büyük resmin bir türlü görülememesi neticesinde, kısa vadede ortaya çıkan ve ancak işleri daha da içinden çıkılmaz hâle getiren tutarsız kararlar yatıyor, ve gittikçe sona yaklaşıyoruz. Galatasaray saha dışında yakaladığı başarıları; sponsorluk anlaşmalarınu, reklam ve marka transferleri, bunların belki de tamamını saha içinde başardıklarına borçluydu, ve saha içindeki tutarsızlık sürdüğü takdirde, bunlardan da mahrum kalmayla karşı karşıya kalacak. Prandelli'yi getirmek, tek başına düşünüldüğünde harikulade bir iş olarak yorumlanabilir; fakat öncesinde yaşananlarla değerlendirildiğinde, Fatih Terim'in gönderilmesinin ardından, boştaki yüksek profilli hocalara Şampiyonlar Ligi kozunu kullanan Galatasaray'ın birbirine uymayan hamlelerinden bir başkasıyla karşılaşıyoruz. Ünal Aysal'ın ortaya attığı hedeflere uygun düşebilecek yegâne yerli hoca takımdan uzaklaştırıldı; belli ki Roberto Mancini'yle yola devam etmeme kararı da öncelikle etrafı kolaçan ederek alınmamıştı ve Lucescu ile Tuchel'den red yanıtı alan Galatasaray, yine ne yaptığını tam olarak bilmez bir şekilde, başka bir yüksek profilli hocanın peşinden gidiyordu. Aşık olduğu ülkede büyük çaplı bir projenin tam ortasında yer alan Klinsmann'ın veya Dünya Kupası'ndan sonra emekli olacağını sayısız kez açıklayan Hitzfeld'in adaylar arasında olduğu haberleriyse ancak bu hedefsizliği daha net gösteren örnekler olabilirdi, ama Alman ekolü hedefinin değil.

Geçtiğimiz günlerde çıkan bir habere göre, yeni sezon kamp programını belirlemek zorunda olan Galatasaray, götürülecek oyuncuları Mancini'nin verdiği direktiflere göre belirleyecekti. Galatasaray'ın şu çok konuşulan kadro çıkmazlarını bir de Roberto Mancini'nin kalması ihtimaline göre ve Roberto Mancini'nin ayrılma sebepleri üzerinden konuşmamız gerek.

La Gazzetta'dan okuyun

Ülkenin futbol ortamının yabancı düşmanlığı ve düşük entelektüel düzeyi hemen her fırsatta kendini belli ediyor. Geldiği günden bu yana yorumcularımıza bir türlü kendini kabul ettiremeyen Sneijder'in, Meksika maçında “Koşmuyor!” eleştirisine tanık olduğunu duyuyoruz; Roberto Mancini'nin dolaştırdığı kağıt, sonraki yıllarda da hatırlanacak eğlenceli bir ritüele dönüşebilecekken, bazı taraftarlar için bir utanç kaynağı hâline gelebiliyor. Şu hâlde, Türkiye'de 6 ay geçiren Mancini'nin bir, iki, belki de üç farklı profiliyle karşılaşıyoruz. Bir grup için, belki futboldan anladığı dahi şüpheli olan işe yaramazın teki veya daha aklıselim yargılama yapabilen ama yine Mancini'nin gönderilmesi tarafında olanlar için, Galatasaray'a artı değer katması imkansız biriydi. Roberto Mancini'yle röportaj gerçekleştirmiş gazeteciler ise ağız birliği etmişçesine, mütevaziliğinden, sıcaklığından ve göründüğü gibi biri olmadığından dem vuruyorlardı. Bir de bunların dışında, İtalya'da verdiği röportajlarla ülkemize konu olan Mancini vardı. Roberto Mancini'nin gelecek sezonda Galatasaray'ı çalıştırmayacağını da ilk kez İtalya'dan, La Gazetta dello Sport'tan öğrenmiştik. Türk muhabirlerden, Galatasaray kulübünün kendisinden, KAP'tan önce...


Mancini'nin aklından geçen somut birtakım fikirlere La Gazetta aracılığıyla ulaşmamız mümkündü; keza Türkiye'de çıkanlar hiçbir zaman böyle şeylerle ilgilenmez, genelde ülkeyi nasıl bulduğuyla başlayan, kemikleşmiş ve futbol dışı ağırlığı fazla olan bir tür soru dizisini izlerdi. Ayrılmasından henüz birkaç gün önce, ilk geldiği günkü enerjiyi başkandan alamadığını ima eden açıklamalar yaparken, gelecek sezonda takımda kalmak istediğini ve transferleri de buna uygun olarak gerçekleştirmek istediğini söylüyordu. Levent Tüzemen'in -dünkü telefon bağlantısında Prandelli'nin kariyerinin sonuna gelmiş biri olduğunu iddia eden Tüzemen'in- ısrarla önümüze koyduğu meşhur 40-50 milyon euro'luk bütçe isteği, hocanın o röportajda bahsettiği Fabio Quaglierella, Seydou Keita gibi isimlerden mi oluşuyordu o hâlde? İşin aslı, takımın eksiklerini en sonunda tartmış ve bütçenin farkında olan Mancini'nin, buna uygun ve fakat belli kalitedeki oyuncuların alınması yönündeki isteğiydi. Galatasaray'ın orta sahada yaşadığı sıkıntı ve alternatifsizlik ortadayken, bugün Roma'yla kontrat yapabilecek kadar hâlâ futbolcu olan ve Drogba'nın aksine kenarda oturduğu vakit ülke çapında krizlere gebe olmayacak Keita, orta saha alternatifi için sahiden kötü bir transfer hedefi miydi örneğin? Her geçen gün bir sonra gelecek hoca için içinden çıkılmaz bir hâl alan Galatasaray kadrosunun, bir transfer dönemliğine, gerçekten takımın başındaki hocanın istekleri doğrultusunda şekillenmesi herkesin yararına olacaktı. Mancini, Manchester City'nin geçen sezonki şampiyon kadronun mimarı bendim derken aslında haksız değildi; doğru oyuncuyu getirme hususundaki yargılamalarına güvenilebileceğini biliyorduk. Hocanın ne tip transfer hedeflerinin peşinden koşacağını, ve bunların, bu sezon görülen defoları yüksek ihtimalle örteceğini tahmin edebiliyorduk. Lakin belli kesimler tarafından pohpohlanan 'kötü' algısı ve Galatasaray'ın yeni ekonomik realitesinde Mancini'nin doğru adam olarak görülmemesiyle, Mancini'nin de bahsettiği üzere, Aysal'ın ilk vakitlerde koyduğu hedefler değişmeye başladı ve fakat sorunun, Türk medyasının aktarmaya çalıştığı şekliyle maddi yönü, en azından Mancini açısından, muhtemelen çok daha düşüktü. Mancini'nin tek gerçek beklentisinin tutarlı bir çalışma ortamı olduğu da reddettiği tazminatıyla hemen hemen belli olmuştu aslında.

Ünal Aysal, Cesare Prandelli'nin çok fazla yeni transfer istemediğinden, ya da daha doğru bir ifadeyle, şartları bu şekilde konuştuklarından bahsediyor. Galatasaray'ın son birkaç transfer döneminde düzenli olarak erozyona uğrayan kadrosu, Prandelli'nin küçük dokunuşlarıyla tekrardan bir kazanana dönüşebilir mi?

Bazı benzer alışkanlıklar

Financial Fair Play ve Türkiye Ligi'nin yabancı sınırlamasından henüz haberi olmuşçasına acil önlem planlarına geçen Galatasaray'da, Sneijder'in transfer olması düşüncesi dahi eskisi kadar uçuk gelmiyor. Lakin eğer kalacaksa, Galatasaray'ın derin kadro mühendisliği sorunlarının miladı kabul edilebilecek Sneijder transferinin, artık radikal bir şekilde kesin olarak çözüme kavuşturulması gerekiyor. Bir önceki sezonun aksine, takım için önemini ve takıma bağlılığını su götürmez bir şekilde kanıtlamış Sneijder'i merkeze koyan yeni bir takım düzenine geçmek, transferleri buna göre yapmak lazım geliyor. Olcan Adın, tüm bunların dışında sadece yerli oluşu ve kalitesiyle, şablonlar ve teknik adamlar üzeri bir transfer; fakat Prandelli'nin de bu meselenin ehemmiyetini ilk fırsatta kavraması fazlasıyla değerli olacak. Tekrardan bir beyin jimnastiği yapacak olursak, Mancini yönetimindeki Galatasaray'ın ilk yapacağı işlerden birinin bu olacağını büyük bir güvenle söyleyebiliriz.


Prandelli ve Mancini'nin iyi giyinmeleri ve İtalyan olmaları haricinde ortak bir noktaları olmadığını söyleyenlerin çıkacağına eminiz. Büyük oranda haklılar da. Fakat yerli medyada yazılacakları şimdiden tahmin etmek o kadar da zor değil. Dünya Kupası öncesi basın toplantılarının birinde, “7 maçın 7'sinde farklı dizilimler kullanarak şampiyon olduğumuzu hayal ediyorum.” şeklinde bir beyanat veren, teknik açıdan ilk akla gelen özgünlüğü 'esnek'liği olan bir hoca Prandelli. Bu bir yana, elindeki bütün iyi orta saha oyuncularını aynı anda sahada görmekten hoşlanıyor; patlayıcı kanat oyuncularından ziyade, parlak, yaratıcı oyun kurucuları tercih ediyor. Fiorentina'da Montolivo'yu hatırlayın. Uzunca bir süre hangi pozisyonda en verimli olabileceği tartılmış ve belki bu uzun denemeler tatmin edici bir sonla noktalanmamıştı bile! Ama Montolivo harika bir sanatçıydı ve takımdaki yeri tartışılamazdı. 'İtalyan!', 'Üçlü savunma!', 'Takımın ayarlarıyla oynuyor!' homurdanmalarını şimdiden duyuyor gibiyim. İki hocanın karakterlerinin ve futbola bakış açılarının benzerlik gösterdiğini söylemek fazla iyi niyetli bir çıkarım olacak, diğer yandan şaşırtmayacaktır.

Ali Ece'nin “Prandelli, Selçuk İnan'dan Pirlo yaratır!” çıkışı bu bağlamda yerini buluyor olsa gerek. Pirlo değil, ama belki Montolivo. Onun da eleştireni çok.

Hiç yorum yok: